Gelirlermiş. Peki nereye gidelim..? Dede;
- Siz bilirsiniz, dedi. Ama Beykoz’a doğru giderseniz, vesileyle Yuşa hazretlerini de ziyaret etmiş oluruz. Sen hiç gittin mi?
Yuşa kim? Tanımıyorum ama belli etmedim,
- Hiç gitmedim, dedim. Gidelim.
Orman içinden kıvrılarak yükselen yarım saatlik asfalt bir yoldan sonra, pazar günü öğleye doğru Yuşa tepesine ulaştık. Yeşillikler içinde küçük bir Osmanlı camisi ve yanında demir korkuluklarla çevrili bir kabir. Kabirle demir parmaklıklar arasında çoğu kadın ve çocuk bir insan seli. Kadınların başları örtülü ve ellerinde dua kitapları, sanki Kabe’de tavaf ediyorlar.
Dede önce camiye yöneldi, biz de arkasından. Namazdan sonra Dede önde biz arkada türbeye doğru yürüdük. Girerken uyardı;
- Biliyorsunuz kabirdekilerden bir şey istenmez, her şey Allah’tan istenir.
Parmaklıkların arasına girince fark ettim, büyük bir kabir. Oldukça büyük, tren vagonu kadar uzun ve geniş. Gerçi eski insanların çok uzun boylu olduklarını hep duyardım ama mezarlarını ilk kez görüyorum. Gerçekten bu kadar büyük müydüler acaba? Yok canım, hiç olur mu..?
Sonra düşüncelerimden silkindim, hani yorum yoktu..? Dedeyle nene dua ederlerken, biz de hanımla bildiklerimizi okumaya başladık. Biliyorum, Yuşa’dan istenmez ama Allah’tan istenir. Ne isteyeyim..?
Her şeyi biliyor da ne istediğimi mi bilmiyor? Eğer varsa kaçıp gizlenmesin, başka bir şey istemem.
Her şeyi biliyor da ne istediğimi mi bilmiyor? Eğer varsa kaçıp gizlenmesin, başka bir şey istemem.
Dönerken hanım merak etti, kim bu Yuşa dedikleri hazret? Caminin imamı hikayesini yazmış, kapıda satıyorlar.
*
“ Yuşa hazretleri Haz. Musa’nın kız kardeşinin oğludur. Kara yağız, orta boylu, iri gözlü, güzel yüzlü ve geniş göğüslü bir insan güzeli idi. Aşağı yukarı üç bin sene kadar önce yapılan bir savaşta Yuşa tepesi eteklerinde yaralanarak şehit olmuştur.
Yuşa aleyhisselamın kabrini, halen Beşiktaş’taki bir türbede medfun bulunan şeyh Yahya efendi bulmuştur. Şöyle ki,
Yavuz Sultan Selim Trabzon valisi iken, oğlu sultan Süleyman dünyaya gelir ve bir süt anne tutarlar. Şeyh Yahya efendi, işte bu süt annenin oğludur. Kırk sene kadar sonra Sultan Süleyman padişah olunca, Yahya efendi de büyük âlim ve tasavvuf ehli olur. Ve bir gün, padişah olan süt kardeşini ziyaret için İstanbul’a gelir. Kanuni süt kardeşi için biri Beşiktaş’ta kışlık, biri Anadolu kavağında yazlık olmak üzere iki dergah yaptırır.
Yahya efendi bir gün yazlığında iken, bir gece rüya görür. Rüyasında bir zat karşısına çıkar ve der ki,
- Ben Yuşa peygamberim ve şu karşı tepede yatıyorum, gel beni bul. Yahya efendi gitmez ve aynı rüyayı ikinci akşam bir daha görür,
- Neden gelmedin? Yarın gel beni ziyaret et!
Yahya efendi yine gitmez. Üçüncü gün aynı rüyayı bir daha görür ve bu defa azar işitir. Bunu üzerine müritleriyle birlikte tepeye çıkarak araştırmaya başlar. Nihayet oralarda koyunlarını otlatan bir çobana sorarlar,
- Buralarda olağanüstü bir şeyler gördün mü?
Çoban da Yahya efendiyi şimdi kabrin olduğu mevkiye getirir ve şöyle der,
- Efendim, şu yeri görüyor musun? Üzeri yemyeşil ot olduğu halde koyunlar üzerine basmıyor, otunu yemiyor ve kenarından geçiyorlar.
Bunun üzerine Yahya efendi bu durumu Padişaha bildiriyor ve oraya bir türbe yapıyorlar.” 1
Yuşa aleyhisselamın kabrini, halen Beşiktaş’taki bir türbede medfun bulunan şeyh Yahya efendi bulmuştur. Şöyle ki,
Yavuz Sultan Selim Trabzon valisi iken, oğlu sultan Süleyman dünyaya gelir ve bir süt anne tutarlar. Şeyh Yahya efendi, işte bu süt annenin oğludur. Kırk sene kadar sonra Sultan Süleyman padişah olunca, Yahya efendi de büyük âlim ve tasavvuf ehli olur. Ve bir gün, padişah olan süt kardeşini ziyaret için İstanbul’a gelir. Kanuni süt kardeşi için biri Beşiktaş’ta kışlık, biri Anadolu kavağında yazlık olmak üzere iki dergah yaptırır.
Yahya efendi bir gün yazlığında iken, bir gece rüya görür. Rüyasında bir zat karşısına çıkar ve der ki,
- Ben Yuşa peygamberim ve şu karşı tepede yatıyorum, gel beni bul. Yahya efendi gitmez ve aynı rüyayı ikinci akşam bir daha görür,
- Neden gelmedin? Yarın gel beni ziyaret et!
Yahya efendi yine gitmez. Üçüncü gün aynı rüyayı bir daha görür ve bu defa azar işitir. Bunu üzerine müritleriyle birlikte tepeye çıkarak araştırmaya başlar. Nihayet oralarda koyunlarını otlatan bir çobana sorarlar,
- Buralarda olağanüstü bir şeyler gördün mü?
Çoban da Yahya efendiyi şimdi kabrin olduğu mevkiye getirir ve şöyle der,
- Efendim, şu yeri görüyor musun? Üzeri yemyeşil ot olduğu halde koyunlar üzerine basmıyor, otunu yemiyor ve kenarından geçiyorlar.
Bunun üzerine Yahya efendi bu durumu Padişaha bildiriyor ve oraya bir türbe yapıyorlar.” 1
Yahya efendinin anlattığı hikaye işte bu. Güzeldi ama, yıllar sonra öğrendim ki hikayenin aslı böyle değilmiş. Ve bana kalırsa aslı daha güzel!
*
Arapça, İbranice asıllı çok eski bir dildir ve Nun Arapça bir harftir. Tasavvuf dilinde kalem veya balık anlamlarına da gelirmiş. Nun denilince Müslümanların çoğu önce Haz. Musa’yı, sonra da onun yol arkadaşı Yuşa bin Nun ile onların bir garip yolculuklarını hatırlarlar. Çünkü bu yolculuğun hikayesi Kuran’da oldukça önemli bir yer tutar ve Son Peygamber anlatıyor;
“ Haz. Musa bir gün kavmi İsrail oğulları içinde hutbeye kalkmış nasihat ediyordu. Kendisine,
- Ya Musa! Senden daha bilgili biri var mıdır? diye soruldu. O, bilmiyorum diye cevap verdi. Bu husustaki ilmi, Allah bilir diyerek Allah’a havale etmediği için Allah onun bu sözünden razı olmadı ve ona,
- İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri var ve O senden daha bilgilidir! diye vahyetti. Musa,
- Ya Rab! Ona nasıl yol bulayım, dedi. Ona,
- Bir zembil içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen o kulum oradadır, denildi. Musa,
- Asırlarca sürse de iki denizin birleştiği yere gideceğim ve asla vazgeçmeyeceğim! dedi ve gitti. Yardımcısı Yuşa bin Nun’u da birlikte götürdü. Bir zembilin içine bir balık koydular ve yüklenip yola çıktılar.
İki denizin birleştiği yerdeki kayanın yanına gelince, Musa başını yere koyup uyudu. O sırada, tuzlanmış ölü balık canlanıp zembilden denize fırladı ve suyun içinde oluk gibi bir yol açarak gitti. Deniz içinde böyle bir yolun açılması Musa’nın yardımcısına hayret verici geldi. Uyandıktan sonra bütün gün gittiler. Sabah olunca Musa yardımcısına,
- Kuşluk yemeğimizi ver. Bu yolculuktan yorgunluk duymağa başladık, dedi. Halbuki Musa emir olunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Yardımcısı,
- Bak hele! Taşın dibinde barındığımız sıra balık gitti ve ben haber vermeyi unuttum. Bunu bana unutturan da şeytandan başkası değil, dedi. Musa;
- Zaten istediğimiz de bu idi , dedi. Bunun üzerine izlerine baka baka geri döndüler. Kayanın yanına varınca bir de baktılar ki, elbisesine bürünmüş bir zat duruyor. Musa selam verdi. Hızır,
- Hayret! Bu senin bulunduğun yerde selam ne gezer, dedi. Musa,
- Ben Musa’yım, dedi. O,
- İsrail oğullarının Musa’sı mı? diye sordu. Musa,
- Evet! deyip söze başladı ve sordu,
- Sana verilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı ? Hızır,
- Sen benimle yapamazsın ya Musa! Bende Allah’ın kendi ilminden verdiği öyle bir ilim var ki, sen onu bilmezsin. Sende de Allah’ın kendi ilminden verdiği öyle bir ilim var ki, onu da ben bilmem, diyerek cevap verdi. Musa yine,
- Beni inşallah sabırlı bulursun. Hiçbir işinde sana karşı gelmeyeceğim, dedi . Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti. Gemicilerden kendilerini de almalarını rica ettiler. Gemiciler Hızır’ı tanıdılar ve onları ücretsiz gemiye aldılar. Gemide bir serçe güvertenin kenarına konup, sıçrayan sudan bir iki yudum su içti. Hızır,
- Ya Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah’ın ilmini bu serçenin denizden aldığı bir yudum su kadar bile eksiltmez, dedi. Ve ondan sonra geminin tahtalarından birine el atıp söktü. Musa şaşırıp,
- Adamcağızlar bizi gemilerine ücretsiz almışlarken, sen gemilerini batırıp içindekileri boğmak için mi tahtaları söküyorsun? dedi. Hızır,
- Sen benimle yapamazsın dememiş miydim? dedi. Musa,
- Şu dalgınlığımdan dolayı darılıp da beni reddetme, dedi. Gerçekten de Musa’nın karşı gelişi bir dalgınlık eseri idi. Yine gittiler. Birde baktılar ki, bir çocuk diğer çocuklarla oynuyor. Hızır, eliyle çocuğun başını kopardı. Musa,
- Aman ! Hiçbir cana bedel olmaksızın masum bir canı mı telef ediyorsun? dedi. Hızır yine,
- Ben sana, benimle yapamazsın demedim mi? dedi. Yine gittiler. Nihayet bir köye gelince, ahalisinden yiyecek bir şeyler istediler. Köy halkı ise onları misafir etmekten kaçındı. Köyden çıkarken yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır eliyle doğrulttu. Musa,
- İsteseydin bunun için bir ücret alabilirdin deyince, Hızır,
- Artık ayrılalım, dedi.
Peygamber bu kıssayı buraya kadar anlattıktan sonra,
- Allah Musa’ya rahmet etsin. Ne olurdu sabredeydi de, aralarında geçen diğer maceralar bize hikaye edilseydi! buyurdu.” 2
Peygamber bu kıssayı buraya kadar anlattıktan sonra,
- Allah Musa’ya rahmet etsin. Ne olurdu sabredeydi de, aralarında geçen diğer maceralar bize hikaye edilseydi! buyurdu.” 2
Son Peygamber bu sohbetinde buraya kadar anlatmıştır ama, kıssanın devamı vardır ve Kuran anlatmaktadır.
“ Hızır;
- İşte bu seninle ayrılışımızdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü açıklayacağım, dedi. O gemi denizden geçinen yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim ki, peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir zorba vardı. Çocuğa gelince, onun ana babası iyi insanlardı. Büyüdüğünde onlara kötü davranacak bu çocuğun onları üzmesini istemedik. Rablerinin, o çocuktan daha hayırlı ve onlara merhamet eden bir evlat vermesini diledik. Duvar ise, kasabadaki iki yetim çocuğa aitti. Babaları iyi bir insandı ve duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Rabbin çocukların büyümesini ve onların bulmasını istedi. Ben ise, bütün bu işleri kendiliğimden yapmadım. İşte, dayanamadığın işlerin iç yüzü budur. Kehf 18/60”
Masalların bile çocuklara bir şeyler öğretmek üzere anlatıldığı bir dünyada, kutsal kitabın anlattığı bu hikayenin de bir anlamı olmalı değil mi?
Ancak Haz. Musa’nın hikayesini anlayabilmek için önce Haz. Musa’yı tanımak gerekir. Musa’yı en iyi anlatan ise şüphesiz kendi kitabı olmalıdır, yani Tevrat.
Haz. Musa’nın yaşamı Mısırda başlar. Atası Haz. Yusuf’un önce esir, sonra vezir olduğu firavunlar diyarı Mısırda. Yani 5000 yıl kadar önce.
Ancak Haz. Musa’nın hikayesini anlayabilmek için önce Haz. Musa’yı tanımak gerekir. Musa’yı en iyi anlatan ise şüphesiz kendi kitabı olmalıdır, yani Tevrat.
Haz. Musa’nın yaşamı Mısırda başlar. Atası Haz. Yusuf’un önce esir, sonra vezir olduğu firavunlar diyarı Mısırda. Yani 5000 yıl kadar önce.
“ Ve Yusuf kendisi ve babasının evi, Mısır’da oturdular ve Yusuf yüz on yıl yaşadı. Ve Yusuf, Efraim’in üçüncü göbek oğullarını gördü ve Manesse’nin oğlu Makir’in çocukları Yusuf’un dizleri üstünde doğdular. Ve Yusuf kardeşlerine dedi ;
- Ben ölüyorum, fakat Allah sizi mutlaka arayacaktır ve kemiklerimi buradan çıkaracaksınız, diyerek İsrail oğullarına yemin ettirdi. Ve Yusuf yüz on yaşında öldü ve onu mumya edip Mısır’da bir tabuta koydular. Tekvin 50/22”
“ Ve İsrail oğulları Mısır’da semereli oldular ve türeyip çoğaldılar, ve ziyadesiyle kuvvetlendiler ve memleket onlarla doldu. Ve Mısır üzerine Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmine dedi ;
- İşte, İsrail oğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir. Gelin onlara karşı akıllıca davranalım. Yoksa çoğalacaklar ve olur ki savaş çıkarsa, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı savaşıp memleketten çıkarlar. Ve onlara ağır işlerle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular. Ve firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptırdılar. Fakat onlara ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar ve o kadar yayıldılar ve İsrail oğulları yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar İsrail oğullarını şiddetle işlettiler. Ve bütün ağır işlerinde, tarlada, harçta ve kerpiçte ağır işle hayatlarını acı ettiler. Ve Mısır kralı İbrani ebelere söyledi ve dedi ;
- İbrani kadınları bir erkek çocuk doğurduğunda onu öldüreceksiniz, fakat kız ise yaşayacaktır. Fakat ebeler Allah’tan korkarlardı ve Mısır kralının kendilerine emrettiğine göre yapmadılar ve erkek çocukları sağ bıraktılar. Ve Mısır kralı ebeleri çağırıp onlara dedi ;
- Niçin bu şeyi yaptınız ve erkek çocukları sağ bıraktınız? Ve ebeler firavuna dediler ;
- Çünkü İbrani kadınları Mısırlı kadınlar gibi değildirler, çünkü onlar canlıdırlar ve ebe onların yanına gelmeden evvel doğuruyorlar. Ve Allah ebelere iyilik etti ve kavim çoğaldı ve ziyadesiyle kuvvetlendiler. Ve vaki oldu ki, ebeler Allah’tan korktuklarından onları ev bark sahibi yaptı. Ve firavun bu defa bütün kavmine emredip dedi ;
- Her doğan erkek çocuğu ırmağa atacaksınız, ve her kızı sağ bırakacaksınız!
Ve Levi evinden bir adam gitti ve bir Levi kızını aldı. Ve kadın gebe kalıp bir erkek çocuk doğurdu,ve Onun güzel olduğunu gördü ve Onu üç ay gizledi. Ve artık Onu gizleyemeyince, Onun için sazdan bir sepet alıp içini ziftle sıvadı ve içine çocuğu koyup ırmağın kenarında sazlığın içine bıraktı. Ve kız kardeşi Ona ne olacağını bilmek için uzakta duruyordu . Ve firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi ve onun kızları ırmağın kenarında yürüyorlardı ve sazlık arasında sepeti görüp Onu getirmek için cariyesini gönderdi. Ve onu açıp çocuğu gördü ve işte çocuk ağlıyordu ve Ona acıyıp dedi ;
Ve Levi evinden bir adam gitti ve bir Levi kızını aldı. Ve kadın gebe kalıp bir erkek çocuk doğurdu,ve Onun güzel olduğunu gördü ve Onu üç ay gizledi. Ve artık Onu gizleyemeyince, Onun için sazdan bir sepet alıp içini ziftle sıvadı ve içine çocuğu koyup ırmağın kenarında sazlığın içine bıraktı. Ve kız kardeşi Ona ne olacağını bilmek için uzakta duruyordu . Ve firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi ve onun kızları ırmağın kenarında yürüyorlardı ve sazlık arasında sepeti görüp Onu getirmek için cariyesini gönderdi. Ve onu açıp çocuğu gördü ve işte çocuk ağlıyordu ve Ona acıyıp dedi ;
- Bu İbranilerin çocuklarından biridir. Ve kız kardeşi firavunun kızına dedi ;
- Senin için İbrani kadınlarından emzikli bir kadın çağırayım mı ve o senin için çocuğu emzirir. Ve firavunun kızı Ona git dedi. Ve kız gidip çocuğun anasını çağırdı. Ve firavunun kızı Ona dedi ;
- Bu çocuğu al ve benim için emzir ve ben senin ücretini veririm. Ve kadın çocuğu aldı ve Onu emzirdi. Ve çocuk büyüdü ve Onu firavunun kızına getirdi ve onun oğlu oldu. Ve onun adını Musa koyup dedi ;
- Çünkü Onu sulardan çıkardım.
Ve o günlerde vaki oldu ki, Musa büyüyünce kardeşlerine çıktı ve onların yüklerini gördü ve bir Mısırlının kardeşlerinden bir İbrani’ye vurmakta olduğunu gördü. Ve etrafına bakınıp kimse olmadığını görünce Mısırlıyı vurup onu kumda gizledi. Ve ertesi günü çıktı ve işte iki İbrani birbiri ile kavga ediyorlardı. Kötülük edene dedi ;
Ve o günlerde vaki oldu ki, Musa büyüyünce kardeşlerine çıktı ve onların yüklerini gördü ve bir Mısırlının kardeşlerinden bir İbrani’ye vurmakta olduğunu gördü. Ve etrafına bakınıp kimse olmadığını görünce Mısırlıyı vurup onu kumda gizledi. Ve ertesi günü çıktı ve işte iki İbrani birbiri ile kavga ediyorlardı. Kötülük edene dedi ;
- Niçin arkadaşına vuruyorsun? Ve o dedi ;
- Kim seni üzerimize reis ve hakim koydu? Yoksa Mısırlıyı öldürdüğün gibi beni de öldürecek misin? Ve Musa korkup dedi ;
- Gerçekten o iş bilindi. Ve firavun bu işi işitince Musa’yı öldürmek için aradı fakat Musa firavunun yüzünden kaçtı ve Midyan diyarına gidip bir kuyunun başına oturdu. Ve Midyan kahininin yedi kızı vardı ve gelip su çektiler ve babalarının sürüsünü sulamak için tekneleri doldurdular. Ve çobanlar gelip onları kovdular, fakat Musa kalktı ve onlara yardım edip sürülerini suladı. Ve babaları Reuel’e geldikleri zaman o dedi ;
- Nasıl oldu da bugün çabuk geldiniz? Ve dediler ;
- Mısırlı bir adam bizi çobanların elinden kurtardı ve bizim için su çekip sürüyü suladı . Ve O kızlarına dedi;
- Ve O nerede? Bu adamı niçin bıraktınız? Onu çağırın da ekmek yesin. Ve Musa, O adamla oturmağa razı oldu. O da kızı Tsippora’yı Musa’ya verdi. Çıkış 1/7”
Haz. Musa’nın Tevrat’taki hayat hikayesi böylece devam eder gider. Ama ben şimdi başka bir yere gidiyorum. Muhiddin-i Arabi, İslam din anlayışının inceliklerinden bahsettiği Fusüs-ül Hikem adlı eserinde Haz. Musa’ya izafe ettiği ulvi hikmetlerden bahsederken şöyle der,
“Hızır gemiyi delerken Musa telaşlanıp geminin batacağını sanmıştı ama, vaktiyle kendisinin de o dibi delik gemiye benzer bir sepet içinde kurtulduğu aklına gelmemişti.
Keza Hızır’ın çocuğu öldürmesine karşı gelirken, kendisinin de vaktiyle Mısırlıyı öldürmüş olduğunu hiç hatırlamadı.
Hızır yıkılan bir duvarı ücretsiz onardığı zaman Musa yine itiraz etmiş, Midyan’da kuyu başına gelen sürüyü ücretsiz suladığını unutmuştu.
Şu halde Hızır’ın Haz. Musa’ya kendi nefsini gösterdiği ama Musa’nın anlamadığı anlaşıldı. Eğer anlasaydı, Hızır’ın işlerini gördüğü zaman kendi yaptığı işleri hatırlar ve ona karşı insaf ederdi.” 3
*
Keza Hızır’ın çocuğu öldürmesine karşı gelirken, kendisinin de vaktiyle Mısırlıyı öldürmüş olduğunu hiç hatırlamadı.
Hızır yıkılan bir duvarı ücretsiz onardığı zaman Musa yine itiraz etmiş, Midyan’da kuyu başına gelen sürüyü ücretsiz suladığını unutmuştu.
Şu halde Hızır’ın Haz. Musa’ya kendi nefsini gösterdiği ama Musa’nın anlamadığı anlaşıldı. Eğer anlasaydı, Hızır’ın işlerini gördüğü zaman kendi yaptığı işleri hatırlar ve ona karşı insaf ederdi.” 3
*
Bütün bu anlatılanların “ Nun ” ile ne ilgisi var, diye düşünülebilir. Sahiden, Yuşa bin Nun nerede? Onu en son Hızır’la Musa’nın buluştuğu yerde görmüştüm. Oysaki kıssanın sonraki bölümlerinde sanki yok gibidir. Ne Kuran, ne Peygamber ondan hiç söz etmezler. İki denizin birleştiği o yerde Musa’nın sevgili yol arkadaşına ne oldu? Musa mı terk etti, yoksa oralarda kaybolup gitti mi? Hiç insan arkadaşını terk eder mi? Demek ki kaybolmuş olmalıdır.
Şimdi onu bulmak istiyorum ve biliyorum ki her kaybolan şey kaybolduğu yerde aranır. Bu nedenle iki denizin birleştiği o yere doğru yine yola çıkmalıyım.
Şimdi onu bulmak istiyorum ve biliyorum ki her kaybolan şey kaybolduğu yerde aranır. Bu nedenle iki denizin birleştiği o yere doğru yine yola çıkmalıyım.
Musa hadisinin altında verdiği dip notta sayın Ahmed Naim şöyle der,
“ İki denizin birleştiği yerin neresi olduğu hakkında değişik rivayetler varsa da, bu hususu Allah’ın ilmine havale etmek uygun olur.”
Haklı, yeryüzünde iki denizin birleştiği tek yer İstanbul boğazı mıdır? Bu nedenle başka bir rivayet Akdeniz'le Atlas okyanusunu birleştiren Cebel-i Tarık boğazında, bir diğeri Kızıldeniz'le Akdeniz'in birleştiği yerde olduğunu bildirebilir. Hâttâ bir Eskimo o yerin Bering boğazı olduğunu bile iddia edebilir. Çünkü Kuran tüm insanlara hitaben sadece, “ iki denizin birleştiği yer,” demekte, başka bir açıklama vermemektedir. Şu halde orası neresidir?
Kuran, Musa’nın yola çıkarken “ - Asırlarca sürse de, iki denizin birleştiği yere yürümekten asla vazgeçmeyeceğim! ” dediğini bildirir. Musa o yere ne zaman varacağını bilseydi böyle demezdi. Diğer taraftan, nereye gittiğini bilmeseydi yola çıkmazdı. İş karışıktır.
Yoksa bu hikaye başka bir şey mi anlatıyor?
Bu zor noktada, aslında çok da sevmediğim Gazali’den yardım göreceğim doğrusu aklıma gelmezdi.
Yoksa bu hikaye başka bir şey mi anlatıyor?
Bu zor noktada, aslında çok da sevmediğim Gazali’den yardım göreceğim doğrusu aklıma gelmezdi.
“ Âlem, ruhani âlem ve cismani âlem olmak üzere ikiye ayrılır. Dilersen bu âlemlere, ulvi âlem ve süfli âlem, veya akli âlem ve hissi âlem de diyebilirsin. Hepsi de birbirine yakın manalardır. Sadece ifadeler değişiktir.
Onları yapıları açısından değerlendirirsen ; ruhani âlem ve cismani âlem tanımları uygun düşer. İnsan açısından değerlendirdiğinde ise; akli âlem ve hissi âlem demek daha doğru olur.
Birbiriyle mukayese ederek değerlendirdiğinde de; birine ulvi âlem, diğerine süfli âlem dersin.
Ben çok kere, bunların birine gayb ve melekut âlemi , diğerine de mülk ve şahadet âlemi ismini verir bu deyimleri kullanırım.
İki âlemin manasını öğrendin. Şimdi bil ki; ulvi melekut âlemi, gayb âlemidir. Çünkü o âlem çoğu insandan gizlidir. Duyularla hissedilen hissi âlem ise, şahadet âlemidir. Çünkü insanların hepsi onu görür ve duyar. ” 4
Onları yapıları açısından değerlendirirsen ; ruhani âlem ve cismani âlem tanımları uygun düşer. İnsan açısından değerlendirdiğinde ise; akli âlem ve hissi âlem demek daha doğru olur.
Birbiriyle mukayese ederek değerlendirdiğinde de; birine ulvi âlem, diğerine süfli âlem dersin.
Ben çok kere, bunların birine gayb ve melekut âlemi , diğerine de mülk ve şahadet âlemi ismini verir bu deyimleri kullanırım.
İki âlemin manasını öğrendin. Şimdi bil ki; ulvi melekut âlemi, gayb âlemidir. Çünkü o âlem çoğu insandan gizlidir. Duyularla hissedilen hissi âlem ise, şahadet âlemidir. Çünkü insanların hepsi onu görür ve duyar. ” 4
Biraz karışık gibi görünüyor ama, sakın aradığım bu olmasın?
İki deniz aramaktaydım, iki âlem buldum. Evet, yanılmıyorsam aradığım budur. İsmi verilmeyen, âlemin her yerinde olabilen ve her insanın görebildiği! Gazali bize iki âlemden bahsederken, aslında iki denizden söz etmektedir.
Birisi büyük suretler denizi! Bedenleri, renkleri, sesleri, küçükleri, büyükleri, iyileri ve kötüleri ile büyük suretler denizi. Varlık âlemindeki suretler, zamanın içinde tıpkı bir denizin dalgaları gibi sürekli değişmekte, sürekli dönüşmekte, dalgalanıp durmaktadır. Gazali, hepimizin gördüğü bu suretler denizini cismani âlem, şahadet âlemi veya hissi âlem, yani görünen âlem olarak tanımlamaktadır. Yani, duyularla algılanabilen cisimler denizi.
Anlaşılıyor ki, dünya ve üzerindekilerle birlikte tüm kainat bir gerçektir ve bütün insanlar da buna şahittir.
İki deniz aramaktaydım, iki âlem buldum. Evet, yanılmıyorsam aradığım budur. İsmi verilmeyen, âlemin her yerinde olabilen ve her insanın görebildiği! Gazali bize iki âlemden bahsederken, aslında iki denizden söz etmektedir.
Birisi büyük suretler denizi! Bedenleri, renkleri, sesleri, küçükleri, büyükleri, iyileri ve kötüleri ile büyük suretler denizi. Varlık âlemindeki suretler, zamanın içinde tıpkı bir denizin dalgaları gibi sürekli değişmekte, sürekli dönüşmekte, dalgalanıp durmaktadır. Gazali, hepimizin gördüğü bu suretler denizini cismani âlem, şahadet âlemi veya hissi âlem, yani görünen âlem olarak tanımlamaktadır. Yani, duyularla algılanabilen cisimler denizi.
Anlaşılıyor ki, dünya ve üzerindekilerle birlikte tüm kainat bir gerçektir ve bütün insanlar da buna şahittir.
Şimdi, aradığım iki denizden birini buldum ve onun yalan olmayan bir gerçek olduğunu gördüm. Ya ikincisi?
Gazali bu ikinci denizi, ruhani âlem veya akli âlem olarak tanımlamaktadır. Ruhani, ruhla ilgili olan demektir ve bu defa işim zor gibi. Neden mi? Çünkü bizim ruh hakkında kayda değer bir bilgimiz yoktur.
Neyse ki İmam Gazali bu ikinci denizin, aynı manaya gelir dediği ikinci bir ismini daha vermektedir. Akli âlem! Yani, akılla bilinen âlem.
Çoğumuz aklımızı yeterince bildiğimizi zannederiz, fakat öyle değildir. Akıl ve bilinç insan beyninin bir faaliyetidir ve beynimiz bugün mucizeler yaratan bilimin bile en az tanıdığı organımızdır.
Hayret! İkisi de insan bedenindedir ve ikisi de görülmez. Ruh ve akıl kavramları arasındaki bu benzerlik sizi de şaşırttı mı? İmam Gazali bize bunların aynı veya en azından benzer şeyler olduğunu söylemektedir. Peki ama, ikinci deniz nerede? Henüz bulamasam da, çok yaklaştığımı hissediyorum.
Neyse ki İmam Gazali bu ikinci denizin, aynı manaya gelir dediği ikinci bir ismini daha vermektedir. Akli âlem! Yani, akılla bilinen âlem.
Çoğumuz aklımızı yeterince bildiğimizi zannederiz, fakat öyle değildir. Akıl ve bilinç insan beyninin bir faaliyetidir ve beynimiz bugün mucizeler yaratan bilimin bile en az tanıdığı organımızdır.
Hayret! İkisi de insan bedenindedir ve ikisi de görülmez. Ruh ve akıl kavramları arasındaki bu benzerlik sizi de şaşırttı mı? İmam Gazali bize bunların aynı veya en azından benzer şeyler olduğunu söylemektedir. Peki ama, ikinci deniz nerede? Henüz bulamasam da, çok yaklaştığımı hissediyorum.
Sonra dikkat ettim, Gazali akıl âlemi demiyor, aklî âlem diyor. Aklî, akıl ile bilinen, akıl ile ilgili olan demektir. Demek ki aradığım bu ikinci denizi bulacak olan gözüm değil aklımdır. Ve Gazali, oldukça yaklaştığım bu denizin, çok kullandığı başka bir ismini daha vermektedir. Gayb âlemi!
Gayb, gizli olan, görünmeyen, belirsiz demektir. Tanımlar gerçekten doğru görünüyor ve ben şimdi, gizli olan ve gözle görülmeyen bu ikinci denizi aklımla bulmak zorundayım. Peki ama Allah’ın, benden başka kimse bilmez dediği gaybı ben nasıl bilebilirim? Gaybla ilgili olarak cennet ve cehennemden başka bildiğim bir şey yok ki!
Gayb, gizli olan, görünmeyen, belirsiz demektir. Tanımlar gerçekten doğru görünüyor ve ben şimdi, gizli olan ve gözle görülmeyen bu ikinci denizi aklımla bulmak zorundayım. Peki ama Allah’ın, benden başka kimse bilmez dediği gaybı ben nasıl bilebilirim? Gaybla ilgili olarak cennet ve cehennemden başka bildiğim bir şey yok ki!
Günler sonra aklıma geldi, cennet ve cehennem gelecekte değil mi? Esasen Arapça bir kelime olan ahiret, gelecek demek değil mi?
Doğru, aklım şimdi görüyor ki aradığım bu ikinci deniz gelecek zamanın ta kendisidir. Bu ikinci deniz, hepimizin şu anda seyretmekte olduğu büyük suretler denizinin, yani âlemin gelecekteki halinden başka bir şey değildir.
Yuşa bin Nun’u aradığım o iki denizi buldum. Gördüm ki o denizlerden biri varlığın görünen şimdiki hâli, diğeri ise varlığın gelecekteki hâlidir. Başka bir ifade ile bu denizler, içinde maddi suretlerin dalgalandığı zaman denizleridir.
Doğru, aklım şimdi görüyor ki aradığım bu ikinci deniz gelecek zamanın ta kendisidir. Bu ikinci deniz, hepimizin şu anda seyretmekte olduğu büyük suretler denizinin, yani âlemin gelecekteki halinden başka bir şey değildir.
Yuşa bin Nun’u aradığım o iki denizi buldum. Gördüm ki o denizlerden biri varlığın görünen şimdiki hâli, diğeri ise varlığın gelecekteki hâlidir. Başka bir ifade ile bu denizler, içinde maddi suretlerin dalgalandığı zaman denizleridir.
Diğer taraftan, Muhiddin-i Arabi’ye göre şimdiki zaman yoktur ve zaman kavramı sadece geçmiş ve gelecekten ibarettir. Çünkü, saniyeler veya saliselerle bile ölçülemeyen en küçük zaman dilimi “an” bile, sürekli geçmişe dönmekte, yerine gelecek gelmektedir. Muhiddin-i Arabi bu nedenle bu denizlerden birine ezel, yani sonsuz geçmiş, diğerine ebed, yani sonsuz gelecek der. Ya da yine sık kullandığı benzer bir deyimle, birine zâhir, yani görünen, diğerine bâtın, yani görünmeyen der.
Sözün burasında, “ Var olan her şey maddi bir gerçektir” diyen Marks’ı ve “ Her gördüğümüz hayalden ibarettir.” diyen Hegel’i anmadan geçemem.
Âlemin gerçekliği konusunda Marks ne kadar haklı ise, gerçek olduğunda şüphe olmayan bir âleme hayal diyen Hegel’in de bir o kadar haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Galiba aynı şeyden söz ediyorlardı.
Âlemin gerçekliği konusunda Marks ne kadar haklı ise, gerçek olduğunda şüphe olmayan bir âleme hayal diyen Hegel’in de bir o kadar haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Galiba aynı şeyden söz ediyorlardı.
*
Aradığım iki denizi buldum. Artık işim bu iki denizin birleştiği yeri bulmaktır ve orayı yine Muhiddin-i Arabi gösteriyor.
Fusüs-ül Hikem isimli eserinde insanı şöyle anlatıyor;
Fusüs-ül Hikem isimli eserinde insanı şöyle anlatıyor;
“İnsan, Tanrı katında bakan bir gözdeki gözbebeği gibidir ve Tanrı diğer varlıklarına insan ile bakarak rahmet eyledi. İnsana, yine bu nedenle Halife sıfatı verildi.
Şu halde, Allah’ın ezeldeki kudretinden beliren insan, yaratılışı bakımından ebedi ve daimidir. O, iki ciheti birleştiren ayırıcı bir varlıktır. Yani ezel ve ebed yönlerini onun vücudu birleştirmiştir.” 5
Şu halde, Allah’ın ezeldeki kudretinden beliren insan, yaratılışı bakımından ebedi ve daimidir. O, iki ciheti birleştiren ayırıcı bir varlıktır. Yani ezel ve ebed yönlerini onun vücudu birleştirmiştir.” 5
Muhiddin-i Arabi’nin bu açıklamaları, aşağıdaki iki ayetin tefsiri gibidir.
“ O, güneş ve ayın doğularının Rabbi, batılarının Rabbidir. Birinin suyu acı ve diğerinin suyu tatlı olan iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerinin sınırını aşamazlar. Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Rahman 55/19”
Evet! Gerçekte söz edilen o engel bizizdir. Güneş ve Ay’ın hareketi ile zamanı fark eden, geçmişi ve geleceği tanımlayan, geçmişi geride bırakarak geleceğe yürüyen biz insanoğlu! O iki deniz de, geçmişinde öldüğümüz, geleceğinde doğduğumuz zaman denizleridir!
Ve Kuran bize, bu denizlerin birbirine kavuşmamak üzere salıverildiğini bildirmektedir. Ve öyle anlaşılıyor ki, galiba sonsuza kadar! Hâttâ yeniden dirilip kimilerimizin cennete, kimilerimizin cehenneme gittiği gelecek zamanlarda bile! Tıpkı pozitif bilimin bugün bize anlattığı gibi!
Peki bu denizlerden hangisi tatlı? Geçmiş mi, gelecek mi?
Kuran’a göre dünya dediğimiz geçmiş acı, cennet dediğimiz gelecek tatlıdır;
Kuran’a göre dünya dediğimiz geçmiş acı, cennet dediğimiz gelecek tatlıdır;
“ Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ama bâki kalacak faydalı işler Rabbinin katında daha hayırlıdır. Kehf 18/46”
“ Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Bilenler ve sadık olanlar için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? Enam 6/32”
İyi ama, hani her iki denizden de inci ve mercan çıkıyordu?
Peygamber, acı dünya denizinden çıkan bu değerli inci mercanın neler olduğunu ve nasıl elde edilebileceğini şöyle anlatıyor;
“ Peygamberin arkadaşları bir koyun kesmişti. Bu sırada bir dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da verdiler. Geriye yine de et kaldı. Sordu,
- Koyundan geriye ne kaldı?
- Sadece bir kol kaldı, dediler. Peygamber,
- Desenize kolu hariç her tarafı bize kaldı, buyurdu.” 6
Peygamber, acı dünya denizinden çıkan bu değerli inci mercanın neler olduğunu ve nasıl elde edilebileceğini şöyle anlatıyor;
“ Peygamberin arkadaşları bir koyun kesmişti. Bu sırada bir dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da verdiler. Geriye yine de et kaldı. Sordu,
- Koyundan geriye ne kaldı?
- Sadece bir kol kaldı, dediler. Peygamber,
- Desenize kolu hariç her tarafı bize kaldı, buyurdu.” 6
*
Yuşa bin Nun mu? Doğru ya, az kalsın ben de unutacaktım. Bu hayat yolculuğunda gerçekten Haz. Musa’nın yanında olduğu ve onunla birlikte yürüdüğü Tevrat’ın şu ifadelerinden bellidir.
“ Ve Musa, Nebo dağına, Pisga tepesine çıktı ve Rabbin sözüne göre orada öldü. Ve Musa öldüğü zaman yüz yirmi yaşında idi. Onu, Moab diyarında Beyt- peor karşısındaki derede gömdüler ve bugüne kadar kimse kabrini bilmez. İsrail oğulları, Moab ovasında otuz gün Musa için ağladılar ve gösterdiği işlerle Musa gibi bir Peygamber daha İsrail’de çıkmadı
Ve Nun oğlu Yeşu hikmet ruhu ile dolu idi. Çünkü Musa ellerini Onun üzerine koymuştu ve İsrail oğulları artık Onu dinliyorlardı. Tesniye 34/5”
Ve Nun oğlu Yeşu hikmet ruhu ile dolu idi. Çünkü Musa ellerini Onun üzerine koymuştu ve İsrail oğulları artık Onu dinliyorlardı. Tesniye 34/5”
“ Ve vaki oldu ki, bu şeylerden sonra, Rabbin kulu Nun oğlu Yeşu yüz on yaşında olarak öldü. Ve Onu Efraim dağlığında, Gaaş dağının kuzeyinde olan Timnat-serahta, kendi tarlası içinde gömdüler. Yeşu 24/29”
*
Haz. Musa’nın ve yol arkadaşı Yuşa bin Nun’un yolculukları hakkında benim öğrenebildiklerim şimdilik bu kadar.
Deniz kıyısındaki kaya mı? Hayır onu bana sormayın, bilmiyorum. O kaya, belki de Haz. Musa’nın anlattığı şu kayadır;
“ Ey gökler kulak verin ve söyleyeceğim sözleri dünya işitsin! Çünkü Rabb’in ismini ilan edeceğim. Büyüklüğü Allah’a verin. Kayadır, Onun işi tamdır. Çünkü bütün yolları haktır. Tesniye 32/1”
Zembildeki kurutulmuş balık akıl zembilimizde saklı bir anlayış mıdır? Onu da bilmiyorum. Bildiğim, o balığın ancak Kayanın yanına vardığımız zaman canlandığıdır.
Fakat şuna eminim, yürüdüm ve iki denizin birleştiği yerde bir insan gördüm. O kimdi..?
Musa mı, yoksa Yuşa bin Nun mu?
Yoksa ben miydim..?
Peki ama Hızır nerede?
*
Sevgili Yahya efendi!
Nun anlayışını Filistin’den İstanbul’a getirirken, hiç aklına gelir miydi Müslümanların onu Beykoz tepesi eteklerinde vurup şehit edecekleri?
Birileri yıllardır, Telli baba türbesiyle Yuşa türbesinin boğazın iki yakasında kurulu iki eski Bizans karakolu olduğunu söylüyor. Müslümanlar dinlemiyor, Yahya efendi ne anlatmak istedi diye merak etmiyorlar. Bin yıldır gerçeğe gözleri kapalı. Sadece Muhiddin-i Arabi’yi değil, neredeyse Peygamberi inkar edecekler. Kuran’daki iki denizin nerede olduğunu unuttular, belki kendisinin bile haberi olmadan Müslüman ilan ettikleri kaptan Cousto’dan soruyorlar.
Nun anlayışını Filistin’den İstanbul’a getirirken, hiç aklına gelir miydi Müslümanların onu Beykoz tepesi eteklerinde vurup şehit edecekleri?
Birileri yıllardır, Telli baba türbesiyle Yuşa türbesinin boğazın iki yakasında kurulu iki eski Bizans karakolu olduğunu söylüyor. Müslümanlar dinlemiyor, Yahya efendi ne anlatmak istedi diye merak etmiyorlar. Bin yıldır gerçeğe gözleri kapalı. Sadece Muhiddin-i Arabi’yi değil, neredeyse Peygamberi inkar edecekler. Kuran’daki iki denizin nerede olduğunu unuttular, belki kendisinin bile haberi olmadan Müslüman ilan ettikleri kaptan Cousto’dan soruyorlar.
Koyunlar mı..?
Evet, onlar hep aynı koyunlar. Peygamber dilinde çimenin aşk olduğundan habersiz, hâlâ çimenin çevresinde dolaşıyorlar...
Görünmez Allah’ı neden bulamadığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Galiba kendisi isteyerek saklanmıyor, Onu insanlar saklıyor.
Bir şeyler mi anlatmak istiyorum..?
Evet, bir şeyler anlatmak istiyorum. Yahya efendinin gerçekte böyle bir rüya görmediğini, Beykoz tepesinde yaptığı bu işlerin bir anlamı olduğunu anlatmak istiyorum.
***
***
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Hazreti Yuşa H. Ali Yalçın Yok Tek kitap 14
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 120
3 M. Arabi Fusüs’ül Hikem Nuri Gençosman Milli Eğitim Bakanlığı / 1992 Tek kitap 309
4 Arifler yolu Gazali Elifbe / 1980 Tek kitap 203
5 M. Arabi Fusüs’ül Hikem Nuri Gençosman Milli Eğitim Bakanlığı / 1992 Tek kitap 24
6 Sünen-i Tirmizi / Kıyamet Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 34 2472
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder