Antik Mısır’ı anlatan Teb isimli kitap Ramazan ayının ortalarına doğru elime geçmişti. Gündüzleri çekmecemin gözünde, akşam iş dönüşü cebimde. Kim bilir kaçıncı okuyuşum.
O gece son kez okudum. Artık yeter, neredeyse ezberleyeceğim. Gece yarısı bir gibi kitabı kapadım. Kitabın parlak kuşe kapağındaki genç firavun, dudaklarında esrarengiz bir tebessüm bana bakıyor.
Ey firavun, tüm Mısır halkının önünde secde ettiği insan sen misin? Ben de ona bakmaya başladım. Koltuğun üzerinde öylesine dalıp gitmişim. Bir ara boynumun ağrıdığını hissedip başımı kaldırdım, duvardaki saat ikiyi gösteriyor. Hayret, ben bir saattir kapaktaki firavuna mı bakıyorum? Peki ama neden?
Uykumun kaçtığını hissediyorum. Kuşkum yok, bu genç firavunun yüz ifadesi bir şeyler saklıyor. Sanki biliyor gibiyim de ama ne..?
Dikkatle tekrar bakmaya başladım. Ne var bu firavunun yüzünde?
Ertesi gün akşama kadar kitap çantamda dolaştı. Ara sıra çıkarıp bakıyorum, ne var bu firavunun yüzünde? Daha da önemlisi firavunun yüzü değil, yüze bu ifadeyi veren heykeltıraş. Kim bilir kaç ayda tamamladı bu heykeli! Bundan tam 3360 yıl önce, firavunun yüzündeki bu ifadeyi ölümsüzleştirirken ne anlatmak istiyordu acaba?
Akşam yemeği sonrası firavunu hanıma gösterdim,
- Lütfen şu yüze bir bakar mısın? İki gündür bu yüze bakıyorum. Sanki bir şeyler anlatmak istiyor gibi geldi bana. Sence de öyle mi?
Hanım kitabı alıp bir süre inceledi.
- Haklısın, çok gizemli bir ifade. Mutlu desem değil, mutsuz desem değil. Korku değil, sevinç değil. Güç değil, güçsüzlük değil. Gerçekten çok garip bir yüz ifadesi, ben de çözemiyorum.
Cuma akşamı seminere gittiğimde ilk işim firavunu sormak oldu.
- Kim bu kapaktaki firavun? Tutankhamon’a benzemiyor.
Onlar da bilmiyorlarmış. Bir ihtimale göre Akhenaton’un veziri Smenhkare olabilirmiş.
- Söz ettiğiniz bu Smenhkare, Akhenaton’un eşcinsel olduğu söylenen veziri değil mi?
- Evet O.
İşte günlerdir aradığım sır! Bu yüz, cinsiyetin belirsiz olduğu bir insan yüzü. Ne erkek ne kadın, sadece bir insan!
Hafızamın arkalarında saklanan bir bilginin ipuçları ancak o zaman geliyor aklıma. Ben bu garip bakış açısını ilk kez bir kitabı okurken hissetmemiş miydim? Bektaşiliğin İçyüzü isimli kitap ve M. Tevfik Oytan, Gencî’nin bir şiirini açıklıyor;
“ Ey dilber! Kudret kalemi senin güzelliğini nakış gibi işlerken, ilahi hikmeti gösterecek ne güzel işaretler koymuş. O güzel renklerden Yaratıcının sırları okunuyor.
Ey güzeller güzeli! İşte kudret, işte ihtişam! Allah ne büyük bir lütuf sahibidir ki, biz âşıkları okusunlar diye senin güzelliğine Taha suresini inşa etmiştir.
Güzelliğinin yedi ayet oluşu bizler için tam bir lütuftur. Nitekim Allah seni anlatırken, (Odur kurtuluşunuz!) diyerek övmüştür.
Senin güzelliğinin nuru âşıkları ateş gibi yakıyor. Beni de ateşine yak, kendine kavuştur. Gencî’nin senden tek dileği budur ey güzel!
Gencî’nin bu şiirinde açıklanması gereken üstü kapalı manalar var. Mesela güzelliğin yedi ayet olması, Fatiha suresinin yedi ayetine ve Peygamberin miraç gecesi Rabbini genç bir delikanlı suretinde gördüğüne işarettir. Peygamber bir hadiste diyor ki, - Ben miraç gecesi Rabbimi yeni yetişen genç bir delikanlı suretinde gördüm.
Tüysüz genç bir insanın yüzünde ise, iki kaş dört kirpik bir de saçın zülfü vardır ki toplam yedi eder. Yani genç bir insanı olağanüstü güzel gösterecek hatlar.
Hakkın bu güzel çehreye kendi güzelliğini aksettirmiş olması, suretten manaya yol arayanlar için bir geçiştir desek yalan olmaz. Ancak bu bakışın nefsi bir meyle bağlı olmaması, tıpkı Peygamberin bakışı gibi hak nazarla olması şarttır. Esasen tevhit noktasından bakarsak, gören de görünen de Hakkın kendisidir. Hak kendi güzelliğini güzellere işlemiş seyretmektedir. Nesimi’nin dediği gibi,
Yüzün elhamdülillah’tır, anınçündür yedi ayet.” 1
Durdum bir daha okudum, sonra bir daha! Hayır, anlamıyorum. Daha doğrusu anlıyorum da sevemiyorum. Ters gelen bir yer var. Birincisi, böyle bir hadis var mı bilmiyorum. İki kaş, dört kirpik, bir de zülüf öyle mi? Tarih, yazarın kendisinin de söylediği gibi bu benzetmenin doğurduğu cinsel sapmalarla dolu değil mi?
Hayır! Fatihanın insanı anlattığını kabul ederim ama, bu yanlış bir anlatım. Öyleyse bile böyle olmamalı. Peki nasıl olmalı?
Oturdum Fatihayı çalışıyorum,
1- (Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla başlarım.) Saç,
2- (Hamt âlemlerin Rabb’i olan Allah içindir.) Boş bir yüz,
3- (O Rahman ve Rahimdir.) Bakışın üzerinde iki kaş,
4- (Din gününün sahibidir.) Her şeyi gören iki göz,
5- (Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım isteriz.) Secde eden bir burun,
6- (Bizi doğru yola ilet.) Doğruları dile getiren bir ağız,
7- (Sevdiklerinin yoluna, sapanların değil.) Hakkı duyan, sapkınlığa kapanan iki kulak,
Ve işte Fatiha, oldu mu? Evet, işte şimdi güzel oldu. Fatiha ve bir insan. Baktım, fatiha hayalimde bir insan çiziyor.
*
Sonraki günlerde aklımda Gencî’nin iki cümlesi, hiç çıkmıyor.
“Güzelliğin yedi ayet olması, Fatiha suresinin yedi ayetine ve Peygamberin miraç gecesi Rabb’ini genç bir delikanlı suretinde gördüğüne işarettir.
Hakkın bu güzel çehreye kendi güzelliğini aksettirmiş olması, suretten manaya yol arayanlar için bir geçiştir.”
Sonra Peygamberin bir sözü geliyor aklıma,
“ Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz.” 2
Arife gecesi çalışmaya başladım, aklımda hâlâ aynı hadis. Kadın, güzel koku ve namaz! Namaz bir yana, kadın ve güzel koku konusunda Peygamberle hemfikirim. Güzel kokunun sevgiyle dolu bir iman duygusunu anlattığını biliyorum. Ya kadın?
Büyük usta Muhiddin-i Arabî’den dinliyoruz,
“ Peygamber bu sözünde kadına öncelik verdi. Sonra güzel kokuyu andı ve namazı en sonraya bıraktı. Nedendir?
Var olan her şey gibi, insan da Hakkın belirişinden bir parçadır. Hak ise insanın aslı ve ilk varlık nedenidir. Bundan dolayı insanın kendini bilmesi, Rabbini bilmesinin başlangıcıdır.
İnsanın görünen bedeni, ahlât denilen dört temel unsurdan meydana geldi. Toprak, su, hava ve ateş. İnsanın bedeni, biraz toprak ve çokça sudur. Bundan sonra Allah, insan için yine insan suretinde başka bir insan üretti ve ona kadın adını verdi. Ve kadın kendi gibi olunca, Âdem ona âşık oldu. Çünkü kadın kendi nefsindendi ve her varlık kendi nefsini sever. Kadının çocuğuna olan aşırı sevgisi de, kendi nefsinden olduğu için değil midir?
Diğer taraftan kadın da erkeği sevip âşık oldu ki, her varlık aslını sever ve ister. Böylece Âdem bir yandan kadını severken, diğer yandan kendi aslı olan Rabbini sevdi. Suretlerin varlık âlemine çıkışı, tek olan varlığı böylelikle ikileştirdi.
Böylece, Allah kendi sureti üzere olan Âdem’i severken ona da kadını sevdirmiş oldu. Bunun içindir ki Peygamber, bu sevgiyi kendine mal edip sevdim demedi, sevdirildi dedi. Bu nedenledir ki özel olarak belli bir kadını değil, genel olarak kadınları ifade etti. Peygamber söz ettiği bu kadın sevgisini Allah’ın kullarına duyduğu ilahi sevgiyle özdeşleştirdi ve kadınları, Allah’ı sevdiği için sevdi.” 3
Büyük usta kadını takiben namaz bahsine girdiyse de az sonra yorulduğumu hissedip kitabı kapadım. Kaçıncı okuyuşum hatırlamıyorum ama, namazı hâlâ anlamadığımın farkındayım. Bunlar anlaşılması zor karışık işler. Dede geliyor aklıma. Namaz niçin bu kadar önemli acaba? Yoksa benim anlayışım mı hepten kapalı? Muhiddin-i Arabi bile anlatamadığına göre!
Hanımın kanepede uyuyakaldığını ancak masadan kalkınca fark ettim. Saat gece iki olmuş bile. Üşümüştür, üstüne bir battaniye örtmeliyim. Onu örterken aklıma geliyor,
“ Kadınlarınız sizin için bir örtüdür, siz de onlar için bir örtüsünüz. Bakara 2/187 ”
Sonra da Peygamber hakkında söylenen başka bir hadis. Dediklerine göre kapandığı Hira mağarasından dönünce eşi Haz. Hatice’ye şöyle demişmiş;
“- Beni örtünüz, beni örtünüz! ” 4
O sıcağın bağrında niçin üşüyüp titresin de örtünmek istesin? Yoksa gerçekten sadece hasta mıydı?
Ah her şeyi bildiğini zanneden siz büyükler! O örtünün hak ve insan sevgisiyle edinilen bir terbiye olduğunu neden söylemiyorsunuz bir bilsem!
Yoksa,
“ Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar! Müdessir 74/1” ayetini anlamıyor musunuz..?
*
Oldukça geç yatmış olmama rağmen bayram sabahı her zamankinden daha erken kalktık. Oğlumla beraber bayram namazına gideceğiz. Gerçi cami yakın ve oldukça büyük ama bayram günleri çok kalabalık oluyor ve eşim bu kış gününde dışarıda kalmamızı istemiyor.
Giyinip çıktık. Hanım haklıymış, erken çıkmamıza rağmen yine de geç kalmışız. Bizden önce gelenlerin geri dönüp arka taraftaki müştemilata yöneldiklerini görünce biz de oraya yöneldik. Anlaşılıyor ki cami dolu, boşuna öne gitmemeli. Üç beş kişiyle birlikte caminin arkasına bitişik çalışma odasının en önüne çöktük. Saate baktım, namaza daha yarım saat var.
Oğlum elini cebine atıp annesinin verdiği el örgüsü takkeleri çıkardı. Uzattığı takkeyi başıma geçirirken kendi kendime gülümsedim. Kadınları anladık ta, biz niye örteriz ki başımızı?
Baş örtmenin, örtünmekle ilgisi olmayan ve tüm milletlerde görülen çok eski bir gelenek olduğunu biliyorum. Yine Tevrat’tan biliyorum ki o da firavunların sakalı gibi bir bilginin ve bilgeliğin sembolüdür. Tevrat’taki bu hikayeyi buradakiler de biliyor mu acaba?
“ Olayın kahramanları, Son Peygamberin büyükbabam dediği Haz. İbrahim, oğlu İshak ve gelini Rebeka’dır. Haz. İbrahim oğlu İshak evlilik çağına geldiğinde, kardeşi Haz. Lut’un köyünden bir gelin adayı belirler. Kahyasını türlü hediyelerle yüklü bir kervanla o köye gönderir ve münasip bir lisanla kızı istemesini tembih eder. Kahya üç beş gün süren bir yolculuktan sonra köye varır ve kendisini misafir ederler. Kahya kendisini tanıtıp hediyeleri de sunduktan sonra, niyetlerini ve ne maksatla geldiklerini açıklar.
Aile kendi içinde kısa süren bir değerlendirmeden sonra, kızları Rebeka’nın İshak ile evlenmesini uygun görürler. Kahya birkaç gün sonra âdet olduğu üzere gelini de alarak geri dönmek üzere yola çıkar. Yardımcılar, muhafızlar ve kölelerden oluşan kervan, yine günler süren bir yolculuktan sonra kendi köylerine doğru yaklaşırken, kahya karşı tepelerin üzerinden kendilerine doğru yaklaşan birini görür.
Tahmin edeceğiniz gibi bu gelen, günlerdir heyecanla kervanı ve müstakbel eşini bekleyen Haz. İshak’tan başkası değildir ve kahya genç efendisini tanımıştır. İşte o sırada, gelen kimsenin müstakbel eşi olduğunu öğrenen Rebeka birdenbire örtüsünü alır ve örtünür. Tekvin 24/ 50-65”
Bugün Yahudi ismi olduğu için çocuklarımıza ismini vermesek de, o gün Rebeka da kayınpederi Haz. İbrahim gibi Hanif bir Müslüman’dı. Hiç tanımadığı kahyanın, muhafızların ve kölelerin önünde örtünme ihtiyacı duymayan Rebeka bu davranışıyla ne anlatmak istiyor dersiniz?
Bu konuda sayın Prof. Zekeriya Beyaz’a katılıyorum. Bana göre de mesaj açıktır. O günlerde başa örtülebilen ince nadide kumaşlar az bulunan pahalı şeylerdir ve ancak varlıklı soylular tarafından kullanılan bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığın geçmişten gelen ikinci bir anlamı bilgeliktir. Rebeka örtünürken süslenmekte, müstakbel eşine onun dininden olduğunu Allah’ı bildiğini anlatmaktadır.
Kim ne derse desin, o gün olduğu gibi bugün de örtünün sadece bir sembol olduğuna inanıyorum. Toplum ortalamasının dışında bir örtünme biçimi seçen kadınlarımızın, takva dediğimiz o derinliğe sahip olamadıklarını düşünüyorum. Biliyorum bunun suçlusu da onlar değil, onları eğitmeyen biz erkekleriz.
Örtünen genç kızlar ve sakal bırakan genç delikanlılar geliyor gözümün önüne. Bilseler farkında olmadan bilgelik iddiasında bulunduklarını, ne çok utanırlar kim bilir! Ya onları bilgisiz bırakan şeytanlara ne demeli? Bilgisiz bırakan ve kendi amaçları için kullanan şeytanlara! Tebessüm dudaklarımda donuyor. Evet, bu çok ciddi bir konu.
Sonra düşüncelerim yön değiştiriyor. Yoksa gerçekten bilgeler de ben mi farkında değilim! Öyle ya, bilginin başı takva, yani Allah’ı bilmek, Allah’tan korkmak değil mi?
Hayır, hayır! Değiller. Allah hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olsalardı, bir o kadar da hoş görü sahibi olmaları gerekirdi. Hoşgörüleri olmadığına göre, demek ki bilgi sahibi de değiller.
Kuran’ın,
“ Size örtünecek elbiselikler verdik. Ama bilesiniz ki, takva örtüsü bunların hepsinden daha hayırlıdır. Araf 7/26” ayetindeki takva kelimesini doğru anlamak bu kadar mı zor, hiç anlamıyorum.
*
Arkamızdaki safta uzun saçlı bir genç var. Son yıllarda sıkça görüyorum, artık yadırganmıyorlar. Bizim gençliğimizde sapıklık, asilik veya komünistlik olarak kabul edilirdi. Zaman her şeyi nasıl da değiştiriyor. Peygamberimizin de zaman zaman saçlarını uzattığını babalarımız mı bilmezdi, yoksa zora gelince mi hatırlandı bilmiyorum. Ama büyüdükçe daha yakından anladım, büyükler kendi anlayışlarını din yapıyorlar.
Belki de haklılar. Çünkü Allah ( Zaman benim varlığımın bir yüzüdür.) buyurdu ve onlar Allah’ı sürekli kendi zamanlarında görmek istiyorlar. Allah’ın Hayy olduğunu, yani sürekli bir yaşam olduğunu kabul edemiyorlar.
Sonra, depremde gördüğüm gençleri hatırlıyorum.Depremden sonraki üçüncü gün ancak gece geç vakit yola çıkabilmiştim. Sabaha karşı Gölcüğe vardığımda hava henüz karanlık ve gece olmasına rağmen çok sıcaktı. Sahile doğru iniyorum. Yol bomboş, etrafta kimseler yok. Arabanın camını açtım, sıcakla birlikte içeri ağır bir koku dolunca tekrar kapadım. Ana yolda gördüğüm manzaralar ve far ışığında gördüğüm yıkıntılar olmasa deprem olduğunu anlamak mümkün değil.
Uzun süre sonra yol kenarında iki insan silueti görünce, biraz ileriye park edip arabadan çıktım. Felaket o zaman kendini gösterdi. Onlarca apartman gölgesi, hepsi bir kum yığını olmuş. Hiçbir ses duyulmuyor. Ama biliyorum, beton yığınlarının altında binlerce insan var. Kimi ölmüş, kimi şu anda ölmek üzere. Az önce gördüğüm iki kişinin yanlarına doğru yürüdüm. Ellerinde fener, boyunlarında maske, iki genç. Çok gençler. En fazla yirmi yaşlarında, öğrenci olmalılar.
Biri uzun saçlarını at kuyruğu toplamış. Kulağındaki metal küpenin ay ışığında parladığını görüyorum. Kapısı armadalı bir otomobile yaslanmışlar, hiç konuşmuyorlar. Kenara çekilip biraz seyrettim. Az sonra en yakın enkazın üzerinden iki gölge inmeye başladı. Gölgeler yaklaşırken, gençler enkaza yöneldiler. Bir kurtarma ekibi olmalı.
Türkiye’nin büyükleri şaşkın, sokaklarda uyuyorken, asker olsun sivil olsun gençleri uyanıktı ve sessizce çalışıyorlardı. Dağ gibi yıkıntıların üstünde sessiz birer karınca gibi! Onlarla övünürken, üç gündür henüz bir tuğla bile kaldırmadığım için kendimden utandığımı hatırlıyorum. Yanlarından hiçbir şey soramadan ayrıldım. Onları hiç unutmayacağım.
*
Hayallerimden sıyrıldım. Cemaat önümüzdeki duvarın öbür tarafında ve kimseyi görmüyorum ama, duvardaki hoparlörlerden imamın sevgi ve kardeşlikten söz ettiğini duyuyorum. Saate baktım, sekize beş var. Eh, az kalmış. Oda tamamen dolmuş mudur?
Ağrıyan ayaklarımı değiştirmek için yerimden doğrulurken arkama bakındım. Evet dolmuş.
Sonra bir şey dikkatimi çekti, dönüp bir daha baktım, sonra bir daha! Çok garip! Koca salonda oğlum ve benden başka takkeli kimse yok. Ne tesadüf, oğlumu saymazsak burada bulunanların en âlimi benim demek ki! Gayri ihtiyari takkemi düzeltirken kendi kendime gülümsedim. Ben şimdi bu salonun imamı sayılırım, öyle değil mi?
Sonra içimde bir endişe, iyi de ben bayram namazı kılmayı biliyor muyum? İmamım ya! Yoksa unuttum mu? Dur şimdi hatırlarım. Mübarek, bildiğimiz namaza da benzemiyor ki! Hay Allah, geçen bayram ezberlediydim halbuki. İçimdeki endişe yavaş yavaş yerini paniğe bırakmaya başlıyor. Şimdi ister misin başımda takke var diye arkamdaki bu insanlar da bana uysunlar da, hep birlikte rezil olalım.
Bir türlü hatırıma gelmiyor, terlemeye başladığımı hissediyorum. Sen misin takkem var diye âlimlik taslayan! Aklıma Turan Dursun’un müftülükteki son yılları geliyor, meğer ne kadar haklıymış kendini sahtekar hissederken. Sakin olmaya çalışıyorum. Nasıl olsa imam birazdan anlatacak, korkma! İyi ama, ya elektrik kesilir veya ses sistemi arıza yapacak olursa?
Bel kemiğime kadar titriyorum. Onların gözünde ben şimdi imamım, arkamdakilerin tüm sorumluluğu bana ait ve birazdan çok utanacağım. Allah’ım, keşke arkalarda olsaydım veya keşke şu takkeyi giymemiş olsaydım. Aksi gibi artık çıkaramam da!
Şükür korktuğum başıma gelmedi. Ne elektrik kesildi, ne ses arıza yaptı. Gerçek imam namazı tarif etti ve kıldık. Soğuğa rağmen camiden ter içinde çıkmışım. Dönerken oğluma neler olduğunu anlattım. Şaşırdı,
- Neden bu kadar korktuğunu anlamadım, dedi. Başkalarından niçin sorumlu olasın ki?
Cevap vermedim, haklı. Nasıl anlatırım sadece onlar için değil, kendim için de korktuğumu? Ne bilsin, ben kimim, başkaları kim? Hesap soran kim, hesap veren kim? Biraz daha büyüyünce, belki o da anlar.
*
Kahvaltıdan sonra her zaman olduğu gibi yine önce Dedeye gittik. Bayramlaşma faslını takiben birer kahve, bir parça tatlı, biraz sohbet. Eşim bir ara bana baktı. Sonra Dedeye dönüp,
- Biz izin isteyebilir miyiz? dedi. Siz de yorulmuşsunuzdur, başka misafirler gelmeden önce biraz istirahat etmek istersiniz.
Eşim haklı, Dede uzun zamandır kalbinden rahatsız ve en küçük hareket bile onu yoruyor. Her cuma dönüşünde olduğu gibi, bu bayram namazı sonrası da dinlenmesi gerek. Dedeye baktım, başı önüne eğik susuyor. Her halde önemli bir şey söyleyecek, herkes sustu. Dede başını kaldırmadı, sadece titreyen ince bir ses duyduk.
- Ben bu bayram namaza gidemedim ki..!
Dede doksan yaşında ve baktık ağlıyor. Anladım! Gidemediği için ağlamıyor, onlarla birlikte olamadığı, onları göremediği için ağlıyor.
Benim de boğazım düğümlenirken içimden,
- Dede üzülme, dedim. Bu bayram imam bendim ve ucuz atlattık.
*
Eve döndüğümüzde saat ondu. Eşim öğleden sonrası için ziyaret planları yapıyor, benim aklım çektiğim korkuda. Yıllardır biriktirdiğim ne varsa sanki uçup gitmiş. Tüm bedenimde sadece korku var. Niye bu kadar korktum ki?
Biliyorum, korkunun sebebi ya bilgidir ya da bilgisizlik. Şu halde, neyi bildiğimi veya neyi bilmediğimi bilmem gerek. Hızla bilgilerimi toplamaya çalışıyorum.
Ben imamdım öyle mi?
İmam, önden giden, yol gösteren, demektir. Tevrat ve İncil, önden giden bu yol göstericileri çoban olarak niteler ve İncil’e göre o gün en önde giden çoban, Haz. İsa bizzat kendisidir.
“ Ve İsa havarilerine şöyle dedi, - Benden sonra hepiniz tökezleyeceksiniz. Çünkü Tevrat’ta şöyle yazılmıştır, Çobanı vuracağım ve koyunlar dağılacaklar. Markos 14/27”
Son Peygamber, kardeşi İsa’nın bu sözünü başka bir hadiste şöyle açıklar,
“ Sizler, hepiniz birer çobansınız! Herkes işini iyi yapmakla mükelleftir ve herkes elinin altındakilerden sorumludur.” 5
Ve gönderdiği bir mektupta, kendi zamanının en büyük çobanlarından Bizans imparatoru Herakles’i şu cümlelerle uyarmaktadır,
“ Allah’ın kulu ve elçisi Muhammet’ten, Roma’nın kralı Herakles’e!
Gerçeğe ve doğru yolda kurtuluşa yönelenlere selam olsun. Seni İslam’a davet ederim. İslam’a gir ki, selamette kalasın ve Allah sana hayrını iki kat olarak versin. Eğer kabul etmezsen fakir halkın günahı senin boynunadır!” 6
Son Peygamber muhataplarını yönetenler ve yönetilenler olmak üzere ikiye ayırmış, halkın tüm sorumluluğunun yöneticilerde olduğunu bildirmektedir.
İşte beni korkutan imamlık gerçeği! Yoksa vazgeçsem mi? Hayır, artık istesem de mümkün değil. Çünkü artık biliyorum ki her insan zorunlu olarak imamdır, çobandır. Çünkü Hakkın halifesidir. Aklı başında herkes, gücünün yettiği kadar her şeyden sorumludur. Tek bir insan, tüm insanlık gibidir.
*
Ben gerçekten imam mıydım? Evet önümüzde namaz kıldıran bir imam vardı ama, ben de imamdım. Çünkü herkes imamdır.
İslam’da ruhbanlık yoktur. Arkasında durduğumuz imam sadece bir semboldür. İmamın uyduğu Peygamber, Peygamberin uyduğu ise Rabbimiz Haktır.
Peki Hak nedir biliyor muyum? Çok aramış, bulamamıştım. Şimdi, Hira mağarasında inzivaya çekilen Son Peygamberin yanına gidecek ve dizlerinin dibine çökmek için izin isteyeceğim. Şüphem yok O bilir. Belki inzivada olduğu için konuşmayacak ama olsun, bazen sükut en güzel sözden daha güzel değil mi?
Bir öğle vakti. Son Peygamber, dışarısı kadar olmasa da yine de çok sıcak olan mağaranın içinde yapayalnız. Diz çökmüş, mağaranın ağzından aşağılarda görünen Mekke’ye bakıyor. Bana kendini göster diyen ve Sina dağında Tanrıyı bekleyen Haz. Musa gibi, ezelden beri var olduğu söylenen görünmez Allah’ı arıyor.
Gördüğü, dar sokaklarda küçük evler, sokak aralarında ara sıra görünen üç beş insan, şehrin dışındaki seyrek ağaçlıkların altında otlayan birkaç deve sürüsü. Şehrin en ortasında Kabe var. Öğle sıcağı ve çevresinde kimseler yok ama akşama doğru uğrayanlar olur. Gökyüzüne bakıyor, hiç bulut yok mu? Sanki bütün gökyüzü güneş sarısı. Gece olsaydı yıldızları görebilirdi, ışıl ışıl ve kum gibi!
Mağaranın ağzından içeriye doğru çekilip bir taşa yaslandı. İçinde tanıdık bir ses,
( İkra bi ism-ü Rabbike, Oku yaratan Rabbinin adıyla! Alak 96/1)
Evet okumalı, daha çok okumalı. Ve okumak için harflere ihtiyacı olmadığını, sadece gözleriyle değil vücudunun her zerresiyle okuyabileceğini biliyor. Binlerce yıl sonrasında Haz. İbrahim’i ve Haz. Musa’yı düşünüyor. Onlar da böyle aramışlardı değil mi?
Evet ama eskiden olduğu gibi işte yine yok! Gördüğü hiçbir şey Allah değil. O da kardeşi Musa gibi gittikçe yakına, daha yakına bakmaya başlıyor. Bakışları mağaranın ağzında biten dikenli bir otu geçip kendisine yaklaşıyor. Gördüğü kendisidir ve kendisi, insanlardan bir insan, yani bir hiçtir. Anlıyor, varlıktaki hiçbir şey Allah değildir. Peki ya Allah nedir, nerededir?
Son Peygamber o zaman anlar Amon ve Aton’u, görünen tanrıyı ve görünmeyen tanrıyı. Görünmeyen Amon’dur, Rahmandır, bâtındır. Görünen Aton’dur, Rahimdir, zahirdir. Gördüğü insanlıktır. Peygamber, tüm varlıkta ve özellikle de insanlık suretinde beliren bu eşsiz belirişin karşısında kendinden geçmiş, insanlığı kucaklamak istemektedir. Ve içinde tanıdık bir ses, ( Elif, Lam, Mim, Ra! )
Ra mı? Ra’yı hatırlayınca içi burkuluyor. Ah firavunlar! Ra’yı çok sevdiniz de onu taşıyan cahil insancıkları sevemediniz öyle mi? Ra’nın gücünü fark ettiniz de, onu yaratan lam âlemi ve mim insanı göremediniz öyle mi?
Karanlık bastıktan sonra mağaradan çıkıp tepeden aşağı inmeye başlıyor. Eve uğrayacak, sonra da her zaman olduğu gibi Ebu Bekir’e gidecek. Onunla ferahlanıyor. Son Peygamber miraca yükselmektedir.
Gökyüzünde midir? Bir bakıma evet. O gökyüzü ki Mekke’de kendi kalbinde genişlemekte, kendi anlayışında yükselmektedir. Anlayıştaki bu yükselişi anlayamayanlar, elbette ki döndüğünde yatağının neden hâlâ sıcak olduğunu da anlayamamışlardır. Oturduğu yerden kalkmamış, bir yere gitmemiştir ki soğusun. Peygamberi uzayın bilinmeyen derinliklerine göndermek isteyen bir kimse mekansız Allah’a mekan biçmekte, farkında olmadan Allah’ı kendi gönlünden uzağa göndermektedir.
Peygamber sarhoş gibidir. Muhammet Rabbine âşık oldu dedirtecek kadar ve imam olduğunun farkındadır.
*
Şu halde hemen, şimdi! Öyle bir şey yapsa ki, şu eğitimsiz, şu geri kalmış, şu zavallı mutsuz halk bir anda aydınlanıverse. Tüm bilmediklerini öğrenip, bir anda gerçeği görseler. Kimse kimseyi öldürmese, kimse kimsenin malını çalmasa, kimse kimseye kötü gözle bakmasa! Nasıl, yapabilir mi?
Ama hayır! Biliyor ki bu istedikleri gelecektedir ve geleceğin adı cennettir. Bir anda asla mümkün olamaz. Büyük bir korku sarar bedenini. Kendi için ve insanlık için. Büyük insanlık korkusu!
Kıyamet denilen sonsuz dirilişin ne zaman gerçekleşeceğini kim bilebilir? Ama zaman içinde bir gün gerçekleşeceğini biliyor. Biliyor ki mutlak varlık gibi, artık insanlık da ölümsüzdür.
Ya kendi hayatı? En fazla kaç yıl daha yaşar ki? Kendi ömrü dünyanın ömrüne göre nedir ki! O zaman anladı ki sorumluluğu kendi hayatı ve kendi davranışlarıyla sınırlıdır. Anladı ki sırasıyla önce kendinden, sonra yakın çevresindekilerden, daha sonra da tüm insanlıktan sorumludur. Derinden sarsıldı,
“ Ya Muhammet! Yakın çevrenden başlayarak uyar! Şuara 214”
Şüphesiz ki gittikçe çoğalan ve gittikçe bilgilenen insanoğlu, bir gün hem ölümsüzlüğün hem de aradığı cennetin yolunu bulacak, sonra da geçmişe dönüp hesap soracaktır. Kim haksızlığa uğramışsa, kim cehennemlik olmuşsa, kimin neden olduğunu da soracaktır. Neden anlayabileceğim gibi anlatmadınız diyecektir. Niçin hep kendinizi sevdiniz de beni sevmediniz diyecektir. Hesap soracak olan işte bu Hak, işte bu halktır. Hiç şüphesi yok ki, Allah affetmezse bu hesaptan kendisine de bir pay düşecektir.
Şu halde durmamalı. Fırlayıp önüne gelene bunu anlatmalı! Görünmez Allah’ın kendileriyle göründüğünü ve onları çok sevdiğini söyleyip onları uyarmalı. Ve en yakında Ebu Bekir var!
Oruç hac ve zekat gibi, namaz ve secdenin de Peygamberden çok öncelere uzanan bir ibadet biçimi olduğunu hatırlarsak, Peygamberi miracın en yüksek noktasında, Allah’ın huzurunda iken uyaran Haz. Ebu Bekir’in sesini anlamak belki şimdi mümkündür.
Zor anlarda, insanın akıllı ve güvenilir bir dostu olması ne güzel! Büyük halife Haz. Ebu Bekir işte onlardan biri, hâttâ birincisidir. Sâdık, akıllı ve bilgili. Dostunda gördüklerinin gerçek olduğunu biliyor. Biliyor ki, bırakacak olsa kuşlar gibi kanatlanıp gidecek. Oysa yine biliyor ki, halk bu aşk anlayışından çok uzaklardadır. Anlamayacak ve deli diyecekler. Çünkü onların ne akılları ve ne de kalpleri buna yetmiyor, onlar sadece secde etmeyi biliyorlar. İşte o zaman haykırdı,
“ Dur ya Muhammet! Rabbin senin için namaz kılıyor.” 7
Rabbim benim için namaz mı kılıyor..?
O güne kadar Kabe’ye pek sokulmayan Son Peygamber, dostunun bu uyarısıyla kendine gelip Rabbine bakar, evet Ebu Bekir haklı. Görünmeyen Hak, halk ile görünmekte ve dünyanın hemen her yerinde, başka biçimlerde de olsa secde etmektedir. Allah, secde eden kullarıyla secde etmektedir.
O zaman anlar ki halkın anlayışı farklıdır. Onlar kendisi gibi okuyamaz, kendisi gibi çalışamaz, kendisi gibi düşünemez. Onlar tarlalarda ter döker, hastalıklarının ne olduğunu bile bilemeden ölürler. Çoğu fakir, çoğu çaresiz! Tanrıya halife olduklarını, tanrı gibi olduklarını bile akıllarına getirmeden kul olduklarını bilirler. Okuma yazma bilmezler, felsefe bilmezler, ama hayrettir Allah’ı bilip secde ederler.
İyi ama Ebu Leheb ve Ebu Cehil de secde etmiyorlar mı? Görünen vekiline küfrettikten sonra görünmeyen Allah’a secde etmenin ne kıymeti var? Demek ki her secde makbul değil, doğru değil mi? Evet doğru, insanı hatırlamadığı sürece secde değersizdir. Secde edenler neye ve niçin secde ettiklerini bilmeli, namaz müminin miracı olmalıdır.
Ve yine o zaman anladı ki secdemiz ancak kendi nefsimizedir, kendi nefislerimizde var olan görünmez Allah’adır. Varlıkta mevcut olan 49 gerçeği kendinde barındıran insan, kendisiyle birlikte 50’ye ulaşan bu gerçekleri görmeli, bu gerçeklere secde etmelidir. Bu elli gerçek, miraçta farz olan elli namaz demekti.
Elli gerçek! Önce Yahudiler geliyor aklına, sonra da bunları ben mi doğurdum diye feryat eden kardeşi Haz. Musa. Haklı, asla başaramazlar. Kırk olmaz mı? Evet, Allah affedicidir.
Gerçekte o da fazla, ya otuz? Olur.
Belki yapamazlar, yirmi olsa? Peki.
Yoksa yirmide mi fazla? Haklısın, on olsun bari.
Fakat yine de bir endişe, ya onu da yapamazlarsa?
“ Eğer anlayabilirlerse bu beş namaz da elli namaz gibidir.” 8
Beş vakit namaz gerçeği anlamak demektir ve namaz artık farz olmuştur. Anlayanlar için elli, anlamayanlar için beş! Anlayanlar için namazın vakti yoktur ama, Haz. Cebrail anlamayanlar için beş vakit göstermektedir.
Peygamber, insanı gizleyen ve insanlığı gösteren Kabe’nin anlamını o gün çok daha iyi anlar. Belki de Haz. İbrahim’i miracın en yüksek noktası olan yedinci gökte görmesi de bu nedenledir.
*
Son Peygamber gördüklerinin gerçekliğinden emindir ve kendisini uyaran Haz. Ebu Bekir’in sesine dönüp hayranlıkla şöyle der,
“ Ettehiyyatü Lillâhi… Bütün ibadet ve iyilikler Allah içindir.”
Peygamber gerçeklerden haber veren demektir ve Haz. Ebu Bekir çok sevdiği dostunun gerçekten peygamber olduğunu bilir. Bilir çünkü, tüm söyledikleri gerçektir. Onu övmek, ona dua etmek ister.
“ Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyu… Ey Peygamber! Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun.”
Peygamber dostuna bakar, artık Ebu Bekir yoktur! Evet ses onun sesi ama, sanki Allah’ın sesi gibi! Zaten Onun sesi başka nereden gelir ki? Peygamber, Rabbinin bir insanla kendisine selam verdiğini duyuyor.
Evet ama yalnız olur mu? Gönül sevdiğinden ayrı düşerse cennet neye yarar? Gelen sesin perde arkasında durana yakarır,
“ Esselâmü aleynâ… Bu selam, diğer sevgili kullarının üzerine de olsun.”
Haz. Ebu Bekir bayılacak gibi olur. Son Peygamberin kendisini nerelere çıkardığını anlamıştır ve Peygamberin içinde olduğu derin sarhoşluk şimdi kendisini sarmaktadır. Durmaksızın atılır,
“ Eşhedüenlâilâhe illallah… İnandım ki Allah birdir, inandım ki Muhammet Onun kulu ve resulüdür.”
Son Peygamber artık kendinde değildir. Burada Peygamber kim oluyor, Muhammet kim? Muhammet övülen demektir ve övenler övülür. Ve her kim övülürse Muhammet işte odur. Dostu Ebu Bekir’le birlikte haykırır,
“Eşhedüenlâilâhe illallah… İnandım ki Allah birdir, inandım ki Muhammet Onun kulu ve resulüdür.”
Peygamberin söz ettiği Muhammet artık kendisi değil, övülenlerdir. Ve Hak tarafından övülenler, halk tarafından övülenlerdir. Halk tarafından övülenlerse, Hakkı övenler ve insanı sevenlerdir.
Bu benim yıllardır anlamadığım, Peygamber kendisini övüyor ve övdürüyor zannettiğim Ettehiyyatü’dür. Yoksa siz de benim gibi Peygamberin Ettehiyyatü’yü okumasına şaşırıyor muydunuz?
Haz. Ebu Bekir; Duydun mu dostun Muhammet neler söylüyor, artık iyice sapıttı diyenlere, O söylüyorsa doğrudur diyordu. Yoksa siz de benim gibi, bilmediği bir olay için yalancı şahitlik ettiğini mi sanıyordunuz?
Her namazda okuduğumuz ve Ettehiyyatü olarak bildiğimiz bu konuşmaların en yakın şahitlerinden biri Haz. Ömer’dir ve şahit olduğu bu gerçeği şu cümlelerle anlatmaya çalışıyor,
“ Resulallah ile Ebu Bekir kendi aralarında sohbet ederken dinlerdim de, sanki ben Arap değilmişim veya Arapça bilmiyormuşum gibi konuşulanları anlamazdım.” 9
Bizim Allah hakkındaki gerçek şahadetimiz, miraçtaki işte bu konuşmayı anladıktan sonradır.
*
Bu noktada şimdi başa dönmek, sırları hatırlamak isterim. Ustamdır ama, Muhiddin-i Arabi’nin namaz vakitleri ve secde hakkındaki görüşlerine katılamam. Son peygamberin namaz ve vakitlerle ilgili sorular karşısındaki suskunluğunu, sır oluşuna veya bilmediğine bağlayamam. Olamaz!
Evet, Peygamberin her şeyi bildiğini iddia edemem ama şunu iddia edebilirim. O bilmediği şeyler için bilmiyorum demeyi en iyi bilenimizdi. Bana göre Peygamberin suskunluğu bizim cehaletimizdendir ve benim için en basit bir bilgi bile karanlıktaki bir sırdan daha kıymetlidir. Kesin doğru olduğunu iddia edecek değilim ama, aşağıda aktardığım düşüncelerimi karanlıkta kalan bir sırra tercih ederim.
“ Vakti belirlenmiş beş vakit namaz. Her vaktinde dört rekat ve her rekatında iki secde.
Namazlar niçin beş vakit? Niçin rekatlar dört de, secdeler iki?
Dört rekatta, dört temel esas üzerine yaratılan dört büyük melekle birlikteyizdir. İki secdemizden biri Rahmanadır biri Rahim’e, biri zâhiredir biri bâtına.
Sabah öğle akşam, tüm canlı varlığın ve tüm dinlerin vaktidir. Bitkilerin ve hayvanların belli davranışlar gösterdikleri, hâttâ rüzgarların bile yön değiştirdiği üç temel vakit!
Sabahı başkalarının yaptığından daha öne çekmişizdir ki daha çok çalışabilelim. İki rekat daha kısa kılarız ki, çalışma da bir ibadettir ve günün başlangıcında tüm hedeflerimiz Haz. Cebrail ve Haz. Mikail iledir. Haz. İsrafil ve Haz. Azrail günün uzağında gibidirler.
Öğleyi Aton güneşinden uzak tutarız ki, sadece görünen gerçeğe taptığımız zannedilmesin. Çünkü artık biliyoruz ki, Allah nur içinde nurdur ve her bilginin üzerinde başka bir bilgi vardır.
Akşamı çabuk kılarız ki, dünyanın akşamında gelecek olan kıyamete eksikli yakalanmayalım. Her vakti dört büyük melekle beraber dört rekat kıldığımız halde, akşamı bir rekat eksik kılarız ki diriliş günü Azrail yoktur. Ölümü kesmiş, bizimle ilgili görevini tamamlamış, sonsuz değişim değirmenini başka varlıklarla döndürmektedir.
Orta direk ikindi İslam dininin sembolüdür. Başlangıçla kıyamet arasındaki insanlık ömrünü bir güne benzeterek, sanki güneşin devrildiği ikindi vaktinde doğmuşuzdur.
Yatsı dediğimiz gece namazı peygamberlerin vakti, bizim tefekkürümüz, kendi anlayışımızla baş başa kaldığımız miracımızdır.
Gündüz kıldığımız öğle ve ikindi namazlarında sessizce içimizden okur, karanlıkta kıldığımız sabah akşam ve yatsı namazlarında sesimizi yükseltiriz. Nedendir?
Belki nedeni şudur ki, Tanrı Ra nuruyla aydınlattığında her şey görünmektedir ve Onun göründüğü yerde sesimizi yükseltmek ilahi terbiyeye uygun değildir. Ancak karanlığa gömüldüğümüzde sesimizi yükseltiriz. Çünkü görünmemesine rağmen Amon hep vardır ve biz onun vekilleriyizdir. Başka bir ifade ile doğru bilgi karşısında susup dinler, cehaletin karanlıklarına karşı da sesimizi yükseltip gerçekleri söyleriz.”
İnsan ve elli gerçeği mi..?
Daha önce de söyledim ya, inanın henüz ben de bilmiyorum.
Mürit Kefer
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Bektaşiliğin İç Yüzü M. Tevfik Oytan Maarif Kitaphanesi / 1956 Tek kitap 63
2 Sünen-i Nesai / İşretu’n Nisa Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 7 61
3 M. Arabi Fusüs’ül Hikem Nuri Gençosman Milli Eğitim Bakanlığı / 1992 Tek kitap 326
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 12
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 3 40
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 25
7 M. Arabi Fütuhat-ı Mekkiye Selahaddin Alpay Şakir Hoca / 1980 Tek kitap 397
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 277
9 Tasavvufi Düşünce Av. Yusuf Ziya İnan Yaylacık Matbaası / 1995 Tek kitap 191
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder