13. Hac

Hangi yıldı unuttum, adını söylemişti ama onu da unuttum, Dede bir gün eski bir dostunu hatırlamış, anlatıyordu;
- Hacda birlikte tavaf ediyorduk. Bir ara bana, gel şu Kabe’yi aramızdan kaldır da kim kime secde ediyor bir bak, dedi. Ben de ona, Kabe’yi kaldırmaya benim gücüm yetmez. Ama senin gücün yetiyorsa onu bilmem, dedim.

Çok özel bir konudan bahsettiğini sezmekle birlikte ne anlatmak istediğini o gün anlamamışım. Bana göre gücünün yetmediği, yani bilmediği bir sırdan bahsediyordu ve unuttum gitti.

Uzun yıllar sonra Alevileri anlatan bir kitapta Dedenin sözlerini açıklıyor sandığım şu satırları okuyunca oldukça şaşırdığımı, hâttâ sarsıldığımı söylemeliyim. Sır zannettiğim şey kitaplarda yazılı duruyordu ve başkaları Dedenin yapamadığını yapmışlar, Kabe’yi ortadan kaldırmışlardı. 

“ Zâhiri görenler, (Lâ ilâhe illallah) dediğimiz tevhit kelimesinin (Lâ ilâh: Başka ilah yok!) sözcüğünü bilirler, (illallah: Yalnızca Allah var.) sözünün hakiki manasına ise şaşırıp kalırlar. Nesîmî’nin,
( Sofinin ger var ise dilinde zikr-i lâ ilâh
Âşık-ı sâdıkların kalbinde illallah var. ) sözünün sırrına erselerdi, duvara secde etmekten vazgeçer, yönlerini insan gerçeğine dönerlerdi. Bir düşünsenize, insan elinin yaptığı Kabe binasının duvarları ortadan kalkıverse, insanlar birbirlerine secde etmiş olmazlar mı? Sonra biz insanlar da aradan kalksak, ortada hakkın zâtından başka ne kalırdı? ” 1

Peki ama herkesin bildiği ve kitaplara bile geçen bir sırrı Dede bilmez mi? O zaman anladım ki, Dede de biliyor ama başka bir şey anlatmak istiyor. Bir şeylerin sır olduğunu ve kapalı kalması gerektiğini anlatmak istiyor olabilir mi?
Olabilir. Esasen bazı şeylerin kapalı kalması gerektiği, bir çok kültür ve kitapta olduğu gibi yukarıdaki satırların alındığı kitapta da dikkati çeker.

“ Sekahüm sırrını söyleme sakın
Sakla kulum beni saklayem seni
Gevher-i zâtımı açmagıl sakın
Sakla kulum beni saklayem seni.” 2

Yaptıkları iyi mi kötü mü bilmiyorum ama, Dedenin yapamadığını yapıp Kabe’yi kaldırdıkları için Alevileri kıskanmadım desem yalan olur. Fakat daha sonra garip bir öfke içimi sarmaya başladı.
İki insan, ikisi de Müslüman. İki toplum, ikisi de Müslüman. Kabe hakkında konuşuyorlar ve biri diyor ki,
- Kaldıralım!
Diğeri aynı fikirde değil,
- Hayır böyle güzel, yerinde dursun.
Biliyorum çelişki yaşamın kaynağıdır ama, bu kadarı fazla değil mi? Birlikte olmaları gereken Kabe’de bile buluşamayan bir toplumun bireyleri nasıl Müslüman olacak, son din olmakla övündükleri İslam’ı diğer insanlara nasıl anlatacaklar..?

Şimdi işin doğrusunu öğrenmek üzere Kabe’ye doğru yola çıkıyorum ve Kabe’nin yolu Haz. İbrahim’den geçiyor.

*

Haz. İbrahim’in Tevrat’taki öyküsü bundan beş bin yıl kadar önce aşağı Mezopotamya’da, Bağdat’ın güney doğusundaki Tel’el Mukayyer’de bulunan eski Ur kentinde başlar.

Ur kentinin yerli halkından olan Terah, henüz bilinmediği söylenen bir nedenle ailesi ve yakınları ile birlikte kenti terk eder ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki Belih vadisinde bulunan Harran kentine göç eder. Bu kentin, bugün Türkiye’nin Urfa ili sınırları içinde bulunan Harran kasabası olduğu sanılmaktadır. Terah’ın oğlu Abram da karısı Saray ile birlikte bu kafilenin içindedir.
Abram İbranice’de “yüce baba”, Saray ise “prenses” demektir. İsimleri Tanrı tarafından henüz değiştirilmemiştir ve Saray’ın çocuğu olmamaktadır. Aile Harran’da yerleşir. Ne kadar kaldılar bilinmez, Baba Terah burada ölür. Ve Abram ilk Tanrısal emri burada alarak güneye, Kenan iline doğru gitmek üzere tekrar yola çıkar.
Kenan iline varırlar. Ne var ki bölge kuraklık ve yokluk içindedir. Hayvanları ile birlikte otlakları izleyerek Mısır’a doğru yollarına devam ederler. Saray güzel bir kadındır ve Abram bu yabancı yerlerde endişelidir. Nitekim, Saray’ın güzelliğini haber alan firavun onu elde etmek ister. Abram çaresizdir ve ölümden kurtulabilmek için kardeş olduklarını söylemek zorunda kalmıştır. Fakat Tanrı firavuna izin vermez. Saray’ın evli bir kadın olduğunu öğrenen firavun çeşitli hediyeler, hayvanlar ve köleler vererek onları bırakır.
Abram Kenan iline malca ve paraca zengin bir insan olarak döner. Hâlâ çocukları olmamaktadır ve saray üzgündür. Aynı üzüntüyü Abramın da çekmesini istemez ve Mısırda kendilerine hediye edilen cariyeleri Hacer’i eş olarak almasını teklif eder. Böylece Abram’ın Hacer’den bir oğlu olur. Adını İsmail, (Allah duyar) koyarlar. Saray bu evliliği kendi istemiş olmasına rağmen, İsmail’in doğumundan sonra Hacer ile arasında kıskançlıktan doğan geçimsizlikler başlar. Bu sıkıntılı günlerde Tanrı Abrama şöyle seslenir, - Ben her şeye gücü yeten Allah’ım. Benim önümde yürü ve kamil ol! Ve sana ahdim olsun; zürriyetin geniş ve soyun milletler olacaktır, ve artık adın Abram değil İbrahim ( Cumhurun babası ) çağırılacaktır. Ve bu ahdin bir alameti olarak her erkek çocuk sünnet olacaktır. Karın Saray’ın adı da bundan sonra Sara (Gülen) çağırılacaktır. Ve sana ondan da bir oğul vereceğim ve ahdim etinizde olacaktır.
İbrahim şaşırır. İkisi de oldukça yaşlanmışlardır, nasıl çocukları olabilir? İsmail ömürlü olsun razıdır. Ve İbrahim, oğlu İsmail ve ailesindeki diğer erkeklerle birlikte aynı gün sünnet olur. Nitekim çok sürmez Sara o yaşlı halinde hamile kalır ve İshak doğar.
Ancak hanımlar arasındaki geçimsizlik sürmektedir ve Sara, cariye Hacer’in oğlu İsmail’in İbrahim’e mirasçı olmasını istemeyerek ana oğlun evden atılmalarını ister. Bu talep İbrahim’e önce zor gelirse de, Tanrının da uygun görmesi üzerine Hacer’i ve İsmail’i evden çıkarıp çölde başka bir yere bırakır. Hacer çölde suyu tükenmiş ve ağlamaklı bir halde iken Rabbin meleği gelir ve yeri kazarak su bulur. Bundan sonra ana oğul burada yaşarlar. Ve sonra Tanrı, İbrahim’i sınamak üzere oğlu İshak’ı kendisine kurban etmesini bildirir. İbrahim tam bunu yapmak üzere iken de, İshak'ın yerine kurban edilecek bir koç göndererek kendisini mübarek kılar.
Ve sonra İbrahim çöle giderek bir süre Hacer ve İsmail ile oturur. Bir zaman gelir, Sara ölür. İbrahim onu, Het oğullarından satın aldığı Makpela tarlasındaki bir mağaraya gömer. Ve öldüğünde kendisi de aynı mağaraya gömülür.
Haz. İbrahim’in eşleri ve oğlu İshak ile birlikte gömüldüğü Makpela tarlası, bugün Filistin’in batı Şeria kesiminde ve Kudüs’ün güneybatısında 100.000 nüfuslu bir kenttir. Yani El- Halil ya da diğer adıyla Hebron!
Tarladaki mağaraların çevresinde tarih boyunca bazı ekler yapılmıştır. Makpela tarlası Haz. İbrahim’in ölümünden sonra MÖ. 1800’lerde şehirleşmeye başlamış ve şehir, MS. 635’ de Haz. Ömer döneminde İslam denetimine, 1967 yılındaki Arap İsrail savaşından sonra ise İsrail’in denetimine girmiştir. 1332 yıl süren İslam egemenliği sırasında Makpela mağaraları üzerinde Halil-ül Rahman adıyla bilinen bir cami inşa edilmiştir. 3

*

Neler olup bittiğini pek anlamasak ta, içinde yaşadığımız son yıllarda sık sık duyduğumuz bir haberin bazı kelimelerini çoğumuz hatırlarız.
“ Filistin devlet başkanı falan ve İsrail başbakanı filan…Çatışmalar, Ortadoğu barış görüşmeleri, İntifada…”

Haberin özeti şudur! Haz. İbrahim’in torunları, Sara ile Hacer arasında paylaşılamayan büyük mirası binlerce yıldır hâlâ paylaşamamış, Makpela tarlasının üzerinde hâlâ birbirini öldürmektedir.
Peki nedir bu dört bin yıldır paylaşılamayan büyük miras?
Doğrusu şimdi benim de bilmek istediğim budur. Bulursak belki paylaşabiliriz.

*

Tevrat’ın Haz. İbrahim’i anlattığı bu hayat hikayesine biz Müslümanlar da inanırız, ama bir nokta hariç! İbrahim’in Hacer’le İsmail’i bıraktığı yer Beer Şeba çölü değil, Mekke’dir. Yalnız bir kadın ve küçük bir bebek için biraz uzak bir mesafe ama olsun, biz öyle inanıyoruz. Son Peygamberin Haz. İbrahim’in bedenini mi yoksa fikirlerini mi kastettiği bizim için şimdilik önemli değildir!
Bu hazırlıklardan sonra artık Kabe’ye geçebilir miyim?

“ Kabe, Mekke’de bulunan ve bütün Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri kutsal yapının adıdır. Kuran’a göre Kabe, insanlar için kurulan ilk evdir. Hadislerde bildirildiğine göre, Âdem dünyaya indirildikten ve tövbesi kabul edildikten sonra ibadet etmek üzere Tanrıdan bir yer ister. Kendisine meleklerinki gibi bir mescit yaparak orada ibadet etmesi istenir. Âdem meleklerin de yardımıyla Kabe’yi inşa eder ve Cennetten getirdiği bir taşı da Kabe’nin bir köşesine yerleştirir. Başlangıçta bembeyaz olan bu taş, daha sonraları günahkarların elleri ve kesilen kurban kanları ile simsiyah kesilen Hacer-i Esved’tir. Yine rivayetlere göre, Âdemin ölümünden ve Nuh tufanından sonra göğe çekilip yeri belirsiz hâle gelmiş, sonra Haz. İbrahim’e yeniden yapması emredilmiştir. Haz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından eski ölçülerine uygun olarak yapılan Kabe’nin duvarları biraz yükselince, Nuh tufanından beri Ebu Kubeys dağında durmakta olan Hacer-i Esved tekrar eski yerine konmuştur.
Kabe, yöresel taşlardan yapılmış, planı 12 m./ 10 m. boyutlarında ve 15 m. yüksekliğinde dikdörtgen bir yapıdır. Köşeleri dört ana yöne bakar. Kuzeybatı duvarında, yerden 2 m. yükseklikte bir kapısı vardır. Kapı kullanılacağı zaman, tahta tekerlekli bir merdiven dayanır. Hacer-i Esved, doğu köşesinde, yerden 1,5 m. yüksekte duvara gömülüdür.
Kuzey yönünde, tavaf yapılan taş döşemenin biraz dışında ise, makam-ı İbrahim olarak bilinen ve Haz. İbrahim’in duvar inşaatı sırasında iskele olarak kullandığına inanılan bir taş bulunur. Kabe tarih boyunca birçok kez yıkılmış ve yeniden yapılmıştır. Son olarak 1635 yılında sel suları nedeniyle yıkılmış ve Osmanlı sultanı 4. Murat tarafından mimar Rıdvan ağaya yaptırılmıştır.
Tanrı bu kutsal evi insanlar için güvenli bir toplanma yeri yapmış, yerini Haz. İbrahim’e açıklamış ve gücü yeten her insanın bu evi ziyaret etmesini farz etmiştir.” 4

*

Son peygamber Haz. Muhammet, ilk defa Haz. Hacer ve İsmail’in yerleştikleri söylenen işte bu Mekke şehrinde 571 yılında doğdu. Binlerce yıl önce Haz. İbrahim tarafından inşa edildiği bildirilen Kabe ise, Son Peygamberin anlattığı İslam dininin beş temel esasından biri olarak Müslümanlarca hâlâ ziyaret edilmektedir ve İslam dininde bu ziyaretin adı hacdır.

Milyonlarca insan, binlerce yıldır orada ne yapıyor, ne arıyorlar?
İslam’a yabancı olan pek çok kimsenin bu konuda yeterli bilgisi olmadığını, bu nedenle Müslümanları taşa tapınan bir ilkel gibi gördüklerini biliyorum. İşin asıl garip tarafı, Müslümanlardan bazılarının da bu yönde düşünmüş ve düşünüyor olmasıdır. Bu düşüncenin günümüzdeki örnekleri bir yana, geçmişte yaşanan ve İslam tarihine de geçen kanlı bir örneği daha vardır ve olanları sayın Yaşar Nuri Öztürk anlatıyor,

“ Zenc ve Karmati isyanları, Abbasi hilafetinin uygarlığın zirvesine çıkıp dağılmaya döndüğü, şehvet ve nimetle, sefalet ve ıstırabın kucaklaştığı bir ortamda zuhur etti.

Afrika’nın çeşitli yörelerinden toplanan ve köle gibi çalıştırılan zencilerin başlattığı, zamanla toplumun tüm ezik ve kırgın kesimini, özellikle Şii kitleyi peşine takan Zenc isyanı 14 yıllık bir mücadeleden sonra 883’de bastırıldı. Ancak birkaç yıl sonra, adına Demokratik Sosyalizm diyebileceğimiz Zenc isyanının bir devamı olarak yüz yıl sürecek Karmati hareket başladı. Hareket, İslamî adaleti amaçlayan mistik sosyalist bir hareket olarak yayıldı.

Kurucusu Hamdan bin Eşas el Karmat’dır. İlk merkezleri Kufe’nin doğusundaki Hamdan’dı. İkinci merkez Bahreyn bölgesidir. Bu bölgenin imam ve Komutanı Ebu Said el Cennâbi’nin güçlü ve acımasız bir komutan olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra komutanlığı üstlenen oğlu Ebu Tahir ise, babasını unutturacak kadar katı idi. 930’da Kabe baskınını gerçekleştiren, birçok hacıyı kılıçtan geçirdikten sonra Hacer-ül Esvedi söküp götüren odur. Ancak bu hareket, sadece Müslüman ülkelerde değil, bizzat Karmatiler arasında da tepkiyle karşılanmış ve hareketin çöküşünü hazırlamıştır. Ebu Tahir, Halife Muktedir Billah’a yazdığı mektupta kendini şöyle savunuyordu ;
- Eğer bu Allah’ın evi dediğiniz yer gerçekten öyle olsaydı, hiç kuşkusuz gökten başımıza ateş yağardı. Ama durum hiç de öyle değil! Biz o Kabe’de hiç durmadan ilkel bir ibadet yapmaktayız. Gerçek şu ki ; Arşın Rabbi olan Allah, ne ev edinir ne de sığınak!

Karmatilerin bu davranışını, Haz. Ömer’in Hacer-ül Esved hakkındaki anlayışına bağlayanlar vardır.

Şam’ın Fâtımiler tarafından ele geçirilmesiyle 990’larda Karmatilerin siyasi ve askeri nüfuzları acı bir şekilde bitti. Taberi, ele geçirilenlerin korkunç işkencelerden sonra idam edilirken, halkın koro halinde tekbir getirdiğini yazmaktadır.” 5

Haz. Ömer’in yukarıda söz edilen anlayışı nedir biliyor musunuz?
“ Bir haccında, Hacer-i Esved’e yaklaşıp öperken şöyle dedi ;
- Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve yararı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Peygamberin öptüğünü görmeseydim seni asla öpmezdim!” 6

Yoksa Ebu Tahir haklı mı? Doğruyu söylemek gerekirse, âlemlerin sahibi Allah’ın ev bark edinmediği yolundaki sözleri de yalan değildir.
Dediği gibi, gerçekten eskiden kalan ilkel bir putperestlik midir hac denilen bu ibadet?
Eğer gerçekten putperest bir ibadetin kalıntıları ise, bütün putları reddeden Son Peygamber putperest bir ibadetin devamına niçin izin vermiştir? Üstelik de karşıtlarına galip gelmiş, Kabe’yi ele geçirmiş ve içindeki bütün putları yok etmişken..?

“ Peygamber Mekke fethedildiği gün, devesinin üzerinde Kabe’nin bulunduğu kutsal alana girdi. Alanda Kabe’nin çevresine dikilmiş üç yüz altmış tane put vardı. Peygamber, elindeki değnekle bunları itip devirirken şöyle diyordu,
- Hak geldi, bâtıl zâil oldu! Esasen kuruntular ne bir şey gerçekleştirmeye ne de öleni diriltmeye muktedir değildir.” 7

Görülüyor ki herkes gibi Peygamber de gerçekten söz etmektedir. Peki ama herkesin gerçekten söz ettiği bir yerde asıl gerçek nerede?
Sözü uzatmanın manası yok! Yahudiler ve Hıristiyanlar başta olmak üzere, benden başka herkesin bildiğini gördüğüm ve hiç kimsenin saklamadığı bir şeyi sır diye saklamanın anlamı yok!
Biz Müslümanların, kıble diyerek yöneldiğimiz taş duvarların arkasında insanı saklamaya çalıştığımız apaçık anlaşılıyor. Peki ama neden? Yoksa Allah mı emretti?

“ Allah kendilerine kitap verilenlerden, onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz, diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü! Al-i İmran 3/187”

Öyle anlaşılıyor ki Allah din gerçeğinin saklanmasını değil, aksine açığa vurulmasını istemektedir.
Allah’ın saklama dediğini Peygamber saklar mı, saklayabilir mi? Elbette saklayamaz. Kabe’yi tavaf ederken şöyle diyordu,

“ Sen ne temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, hürmetin ne büyük! Ancak Allah’a yemin ederim ki, müminin Allah katındaki hürmeti senin hürmetinden daha büyüktür.” 8

Peygamberin bu sözleri, “önce insan” düşüncesiyle yola çıkan Alevi Müslümanları doğrular gibidir. İnsan kutsaldır.
Şu halde, Allah’ın açık emrine ve Peygamberin bu itirafına rağmen, Sünnilerin taşa tapınır gibi Kabe’ye gösterdikleri bu ilginin sebebi nedir? Doğrusunu isterseniz bu konuda onları suçlayamayız. Çünkü onlar da Peygamberden nasıl gördülerse öyle yapmaktadırlar ve Son Peygamber de gerçekten böyle yapmaktadır. Peygamberse, ne yaptığını ve niçin yaptığını şöyle açıklıyor.

Eşi Haz. Ayşe bir gün Peygambere Kabe’nin yanında duran ve Hicir denilen bir duvar kalıntısından sordu,

“ - Ya Resûlallah! Bu duvar Kabe’ye dahil midir? dedim.
- Evet! Bu duvar Kabe’nin ilk duvarlarının temelleridir, diye cevapladı. Ben yine sordum,
- Neden aslı gibi daha büyük yapmadılar? Peygamber,
- Buna paraları yetmedi ve Kabe’yi daralttılar, diye cevap verdi. Ben yine sordum,
- Kabe’nin kapısı niçin bu kadar yüksek? Peygamber cevapladı,
- Kabe’ye dilediklerini koymak, dilediklerini koymamak için. Ve sonra devam etti,
- Ya Ayşe! Eğer halk cahil olmasaydı, emreder Kabe’yi yıktırırdım. Yeniden inşa ederken de bu duvardan itibaren eski ölçülerinde yaptırır, doğu ve batı yönlerine zemin seviyesinde iki kapı koyardım. Böylece Kabe, İbrahim’in inşa ettiği aslı gibi olurdu. Fakat böyle yaparsam, halkın bunu anlamayacağından ve şüpheye düşeceklerinden korkarım.” 9

Son Peygamber her şeyi bilmesine ve anlatmak istemesine rağmen, biz cahillerin cehaletinden korkmakta, anlamayacağımızdan endişe etmektedir. Eğer söylediklerini yapabilseydi ne görecektik biliyor musunuz?
Taştan yapılmış üstü açık dört duvar ve doğu batı yönündeki karşılıklı iki duvarda iki kapı boşluğu. İşte Kabe!

Ziyarete gelen bir insan bakıyor, şaşkın. Kabe dedikleri bu mu? Ürkek adımlarla kapı boşluğundan içeri girip bakınıyor, bomboş. Oturacak bir tabure bile yok. Yavaşça başını kaldırıp yine bakıyor, üstelik çatısı da yok! Bir yağmur yağsa insan bunun içinde hastalanıp ölür be! Bir de Allah’ın evi diyorlar, ne biçim ev bu? Büyük bir hayal kırıklığına uğramış, içi daralıyor. Bir an önce çıkmak üzere diğer kapıya yöneliyor. Tam çıkarken, kapıdaki başka biri neler olup bittiğini açıklıyor;
- Bu ev dünyadır. Girdiğin kapıda doğmuştun, şimdi öldün.

Sonra başka biri, tavafa gelmiş. Taş evin çevresinde diğer insanlarla beraber dönüyor.
Bir kapının önünden geçerken, diğer kapıdan başka insanların geçip gittiğini görüyor. Her dönüşte başka insanlar, başka yüzler. Hızla geçiyorlar. Kendi kapılarından geçerken onlar da kendisini böyle görüyor olmalı. Ne kadar hızlı geçiyorlar! O zaman ister istemez dünyayı ve kendi yaşamını hatırlıyor. İnsan tek başına ne kadar zayıf ve yaşam ne kadar kısa! Aynı Kuran’ın dediği gibi,
“ Kıyamet gününü gördüklerinde, dünyada sadece bir akşam vakti, ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar. Naziat 79/46”

Kabe’nin çevresinde bir insan dönüyor. Açık kapılarda bir görünüyor, bir kayboluyor. Belki de ülkesine döndükten sonra bir daha hiç görünmeyecek! Ama kapılarda görünen insan suretleri hiç yok olmuyor. Çünkü boş kapılarda görünen insan değil, insanlıktır.

Haz. İbrahim’in taş duvarların arkasında saklamak istediği insan, göstermek istediği insanlıktır.

*

Çalıştığım ve anlattığım her şey doğruydu. Ama yine de sanki içimde bir eksiklik!..
Yoksa,
“ Müslüman! Cahil hocadan değil kendi vicdanından sor,
Neden Kabe bile gerçek Müslümandan mahrumdur? ” 10, diyen Muhammed İkbal de içimdeki bu eksikliği mi dile getiriyordu?

“ Ey Muhammet! Biz senin yücelerden bir haber beklediğini görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, kitap sahipleri onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Bakara 2/144”

Rab’den gelen gerçek öyle mi!
İyi ama Allah’ın söz ettiği bir gerçek, benim söz ettiğim şu Kabe’den daha gerçek olmalı değil miydi..?

Söyleyin, bu ayeti kim açıklayacak?

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Bektaşiliğin iç yüzü M. Tevfik Oytan Maarif Kitaphanesi / 1956 Tek kitap 141
2 Bektaşiliğin iç yüzü M. Tevfik Oytan Maarif Kitaphanesi / 1956 Tek kitap 243
3 Ana Britannica Ansiklopedi Ana Yayıncılık / 1988 11 445
4 Ana Britannica Ansiklopedi Ana Yayıncılık / 1988 12 355
5 Hallac-ı Mansur ve eseri Yaşar Nuri Öztürk Yeni boyut / 1996 Tek kitap 1-105
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 107
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 311
8 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 10 141
9 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 101
10 Cebrail’in kanatları Muhammet İkbal Kırkambar / 2000 Tek kitap 26

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder