20. Şeytan ayetleri II

Şeytan ayetleri hakkında bazı şeyler hissettiğimi, tekrar geri döneceğimi söylemiştim ya, bunun çok kolay olmadığını bilmenizi isterim. O günden bu yana tam üç yıl geçti. Ne zaman düşüncelerimi yazıya dökmek istesem içimde bir şüphe;

- Ya gerçek anladığım gibi değilse..?

Beni düşündüren şu;
Çok iyi biliyorum ki, Kuran’ın ayetleri genellikle konuya veya olaya bağlı olarak, surelerin içinde kopuksuz bir bütünlük gösteriyorlar. Şu halde, aynı olaya ait olduğu için aynı surede olması gereken bu üç ayetin farklı surelere dağılması neden? Yoksa şeytan ayetleri gerçekten bir iftira mıydı?

Duygularım karmakarışık. Elbette gerçeğe çok yakın olduğundan şüphem yok ama, sonuçta bütün düşündüklerim sadece bir yakıştırma değil mi? İyi de ya tam tersi ise? Okuduğum bir kaç satır geçiyor hayalimden,

“ Bütün kaynakların ittifak ettiklerine göre, Haz. Peygambere ne zaman bir vahiy gelse hemen vahiy katiplerinden birini çağırır, bizzat kendi huzurunda yazdırırdı. Kağıt az olduğu için ayetler bazen tabaklanmış deriye, tahta parçalarına veya develerin kürek kemiklerine yazılırdı. Vahiy katipleri bir nüshası kendileri için olmak üzere iki nüsha yazar, sonra yazdıklarını Peygambere arz ederler, şayet bir hata varsa düzeltirlerdi. Peygamber yeni gelen bir ayetin Kuran’ın neresine konacağını bilir, - Bunu falanca sureye koyunuz, diye emrederdi.” 1

Gördünüz mü? Ya Turan Dursun haklı da, Peygamber kendisi dağıtmışsa ayetleri..?

Kafam karışıyor, kendime kızıyorum. Hem üstelik ben bu işlerle niye uğraşıyorum ki? Hocaların bile baş edemediği şeytanla ben mi baş edeceğim? Belki de bu parçayı hiç yazmasam daha iyi olacak. Bunlar şeytan ayetleri değilse bile, şeytanın okuduğu ayetler gibi görünüyor. Baksana, kim nasıl dinlerse öyle anlıyor.

*

Suretleri, Cebrail’i ve Son Peygamberi daha yakından tanıdığım üç yıl sonra karar verdim. Artık geri dönebilir, ayetleri bir kez daha okuyabilirim.

Ancak bu konudaki anlayışımı aktarmadan önce, bin üç yüz yıldır hadiseyi saklamaya çalışan Müslümanların anlayışından, daha doğrusu anlayışsızlığından söz etmenin yararlı olacağını umarım.

( Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı? Yükseklerden uçan turna kuşları gibidirler ki, bunların da şefaatleri umulur.)

Peygamber, şeytanın söylediği iddia edilen bu sözleri ayet olarak okudu mu, okumadı mı? Böyle bir hadise oldu mu, olmadı mı?
Bu konudaki farklı yorumları sayın Süleyman Ateş’in tefsirinden alıyorum ve işte bir görüş,

“Alimlerin olay üzerinde enine boyuna durmaları ve çeşitli yorumlar yapmaları, olayın bir aslı olduğunu gösterir. İbn Teymiyye de bu rivayetin inkar edilemeyecek kadar sağlam olduğunu ve böyle bir olayın gerçekten meydana geldiğini kabul eder. Esasen bir sonraki ayette, bu olayın gönülleri fesat olanlar için fesat sebebi olduğunun söylenmesi de olayın gerçek olduğunu gösterir.”

Bu da tersi bir görüş,
“ Bu hadisin Peygambere kadar uzanan kopuksuz bir senedi yoktur. Sahih hadis kitapları bu rivayeti almamışlardır. Kadı Iyaz, İbn İshak, Razi ve diğer bazı müfessirlere göre böyle bir olay hiç olmamıştır ve zındıkların uydurmasıdır. Çünkü bir peygamber, melekle şeytanı ayırt edemeyecek bir durumda olursa peygamberliğine güven kalmaz ve peygamberlerin masumluğu ortadan kalkar.”

İşte eskilerden bir görüş daha,
“ Ayette kullanılan Garanik, gurnuk kelimesinin çoğulu olup kürklüler familyasından bir su kuşunun adıdır. Beyaz tenli güzel delikanlı veya bitki köklerindeki yumuşak tüy anlamına da gelir. Bu anlamların hiç biri putlara uygun değildir ki garanik densin! Bu ancak, Arap dilini iyi bilmeyen ve inceliğinden anlamayan acemlerin uydurmasıdır.”

Ve işte sayın Süleyman Ateş’in karşı görüşü,
“ Biz Kasımi’nin bu görüşüne katılmıyor ve olayın tamamen uydurma olduğunu sanmıyoruz. Kuş veya delikanlı anlamları da pekala putlara uyar. Çünkü Araplar putlarını, meleklerin sembolleri olarak biliyorlardı ve melekleri de kuş veya beyaz tenli gençler olarak düşünüyorlardı. Bize göre olayın bir aslı vardır.”

Şimdi, böyle bir hadise olmamıştır diyenleri bir yana bırakıyor, olmuştur veya olabilir diyenlerin görüşlerini almaya devam ediyorum.

“Katade’nin Mukatil’den rivayetine göreyse, Peygamber sureyi okurken uyuklamış ve bu sözler o sırada dilinden çıkıvermiş.” 2

Müslümanlar, “Namazda uykusu gelen yatıp uyusun, ta ki ne okuduğunu bilsin.” 3 diyen Peygamberlerinin, Kuran okurken uyuklamış olmasını nasıl akıllarına getirebilirler?

Görünen o ki, Müslümanların bazısı bilgisizliğin getirdiği inanılmaz bir şaşkınlık içindedir.

Geri kalan büyük bir çoğunluğu ise, olayın gerçekliğini kabul etmekle birlikte bu sözleri Peygamberin söylediğine inanamazlar. Çünkü ayetten bu sözleri şeytanın söylediğini çıkarmaktadırlar. Süleyman Ateş bu büyük çoğunluğun düşüncelerini şu cümlelerle dile getiriyor.

“ Kuran’ın ayetlerinden, rivayet edilene benzer bir olay yaşandığı anlaşılıyor. Ancak kanaatimize göre bu olaydaki ilave cümleyi Peygamber kendisi söylememiştir. Bu cümle, onun anlatmaya çalıştığı ve uğruna türlü cefalara katlandığı tevhit prensibine aykırıdır.
Bilindiği gibi Peygamber her fırsatta inanamayanlara Kuran okumaya çalışır, bazıları da onun çevresinde toplanıp dinlerlerdi. Peygamberin söylediklerini merak ederek gelenler olduğu gibi, gürültü yaparak sohbeti bozmak veya alay etmek maksadı ile gelenler de olurdu. İhtimaldir ki, Peygamber Kabe’nin yanında Necm suresini okurken, ( Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı) ayetine gelmiş ve kötü maksatla dinleyen müşriklerden biri Araplar arasında çok bilinen bir şiirin devamını mırıldanıvermiştir. Veya o adam halk arasında, Peygamberin böyle söylediğini yaymıştır. 
Nitekim El-Bakıllani de şöyle diyor; Peygamber Kuran’ı dura dura okurdu. Şeytan işte bu duraklarda araya girmiş ve onun okuyuşunu taklit ederek bu sözü söylemiştir.”

Şimdi bir örnek daha. Pakistanlı Ebu’l Alâ Mevdûdi’nin Türkçe’ye de çevrilen Tefhimu’l Kuran isimli tefsirinden kısa bir özet,

“ Hafız İbn Hacer gibi hadis alimleri, Ebu Bekir el-Cessas gibi fakihler, Zemahşeri ve İbn Cerir gibi akılcı müfessirler bu hikayeyi doğru kabul ederler. İbn Hacer şöyle der,
- Bu hadisin senetleri, bir tanesi hariç ya zayıf yada kesik olmasına rağmen, hadisin bu kadar çok kimseden rivayet edilmesi hikayede bir doğruluk payı bulunduğunu gösterir. Senedi sağlam olan hadis Said ibn Cübeyr hadisidir ki, İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Taberi’nin zikrettiği diğer iki hadisin ravileri de Buhari ve Müslim tarafından güvenilir bulunmuşlardır.
Diğer taraftan bu hikayenin tamamen asılsız olduğunu söyleyen bir çok alim de vardır. İbn Kesir der ki,
- Bu hadisin hiçbir isnadı sahih değildir ve sahih bir yolunu bulamadım.
Beyhaki der ki,
- Bu hikaye, rivayet kurallarına göre doğruluğu ispatlanmamış bir hikayedir.
Kadı Iyaz der ki,
- Bu hadisin altı sahih kitabından hiç birinde yer almaması ve ravilerinin güvenilir olmaması, onun zayıflığını gösterir.
Peki nasıl olmuş ta bu kadar çok insan bu hadisi rivayet etmişler? Bu insanların hepsi de Peygambere iftira mı ediyorlar? Bu durum, olayda bir gerçeklik payı olduğunu göstermez mi?
Soruların cevabı, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai gibi güvenilir hadis kitaplarında yer almaktadır. Olayın gerçek yüzü şudur,
Peygamber çok veciz olan Kuran’dan şiddetli bir sureyi, Necm suresini çok etkileyici bir şekilde okuyordu. Bu durum doğal olarak duygusal bir etki yarattı ve dinleyenler ister istemez onunla birlikte secdeye kapandılar. Olay budur ve bunda da bir gariplik yoktur. Peygamberin putlar hakkında söylediği sözlere gelince, bu hikayeyi Peygamberle birlikte secde edenler uydurmuş olmalılar. Yaptıkları bu secdeyi başkalarına izah edebilmek için, - Biz Muhammet’in şöyle şöyle diyerek putlarımızı yücelttiğini duyduk. Bu nedenle secde ettik, demişlerdir.” 4

Örnekler çoğaltılabilirdi ama, genel olarak hepsinin de bu manada olduğunu düşündüğüm için daha fazla aramadım. Şimdi çalışmamın sonuçlarını toplayabilir, Müslümanların bu konudaki görüşlerini değerlendirebilirim.

- Hadis kitaplarında böyle bir rivayet var mı, yok mu?
- Evet var! 
- Hayır yok!

- Bu rivayet sağlam mı, değil mi?
- Evet sağlam! 
- Hayır, sağlam değil!

- Böyle bir olay oldu mu, olmadı mı?
- Evet oldu! 
- Hayır olmadı!

- Peygamber böyle bir sözü söyledi mi, söylemedi mi?
- Evet söyledi! 
- Hayır söylemedi!

- Kim söyledi?
- Peygamber söyledi! 
- Hayır şeytan söyledi! 
- Hayır müşrikler söyledi!

- Bu sözlerdeki garanik sözcüğü putları mı anlatıyor?
- Evet putları anlatıyor! 
- Hayır putları anlatmıyor.

- Kuran’daki ayetler böyle bir olayın varlığını doğruluyor mu?
- Evet doğruluyor! 
- Hayır doğrulamıyor!

Sevgili Müslümanlar! Sıradan dindarlar bir yana alimlerimizin bile böyle paramparça olduğu bir konuda, materyalist Turan Dursun’un veya Salman Rüşdi’nin şüphe etmelerini çok mu görürsünüz..?

Ne anlattıklarını anlatanların da bilmediğine emin olduğum şu sıkıcı alıntılarla sizi oldukça yorduğumun farkındayım. İki sayfalık yazıyı iki yılda toplayabildiğim bu çalışmada doğrusu ben de çok yoruldum. Gördüğünüz gibi beni asıl yoranlar da inkar edenler değil, bizzat Müslümanlar oldu. İyi niyetlerinden kuşkum yok ama, itiraf etmeliyim ki açıklamaları neredeyse Turan Dursun’un başaramadığını başaracak, beni hepten dinsiz edecekti.

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan ayetleri bir kere daha veriyor, sonra da bu konudaki görüşümü aktarmaya geçiyorum.

( Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı? Yükseklerden uçan turna kuşları gibidirler ki, bunların da şefaatleri umulur.)

“ Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı? Erkek size, dişi Allah’a öyle mi? Bu paylaşım, ne kadar da haksız bir paylaşım! Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değil. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir bilgi indirmemiştir. Onlar sadece nefislerine hoş gelen bir zanna uyuyorlar. Necm 53/23”

“ Sana vahiy ettiğimizden uzaklaştırarak, söylediğimizden başkasını bize mal etmen için az kalsın seni şaşırtacaklardı. Öyle olsaydı seni dost edineceklerdi. Şayet seni sağlamlaştırmamış olsaydık, ant olsun onlara meylediverecektin. İşte o zaman sana hayatın ve ölümün katmerli acılarını tattırırdık da, bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. İsra 17/73”

“ Senden önce gönderdiğimiz hiçbir peygamber yoktur ki, O bir şey dilesin de, şeytan o dileğin içine bir şey atmış olmasın. Ama Allah şeytanın telkin ettiğini bozar da, kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah Alîmdir, Hakîmdir. Şeytanın bu attığı, gönülleri katılaşanlar için bir fitnedir. Zalimler geri dönülmez bir ayrılık içindedir. Hac 22/53”

Ravilerden kimin sağlam kimin çürük olduğunu bilmiyorum ama, bana göre de rivayetler doğrudur ve böyle bir olay gerçekten yaşanmıştır. İsra ve Hac surelerindeki diğer ayetlerin de, böyle bir hadisenin varlığını doğruladığına inanıyorum. Putlar ve turna kuşları ile ilgili ayetleri okuyan da, ne şeytan ne de bir başkası, Peygamberin bizzat kendisidir.

Benim anlayışıma göre gerçek bir olayı rivayet ve yorumlar yanlış anlatmakta, bu nedenle ayetler de yanlış anlaşılmaktadır.

Rivayette, önce şeytanın gelip Peygamberi aldattığı, sonra da Cebrail’in gelip doğrulttuğu bildiriliyor.
Temel soru şudur?
Şeytan ne zaman gelip aldattı, Cebrail ne zaman gelip doğrulttu?

Rivayet ve yorumlar, şeytanın Peygamber Necm suresini okurken gelip aldattığını anlatıyor. Oysa ki böyle bir kabulden doğabilecek soruları kimse cevaplayamaz. Şöyle ki, Allah Necm suresinin henüz başında,
“ Ant olsun kayıp giden yıldıza ki, arkadaşınız Muhammet sapmadı ve sapıtmadı. Keyfince de konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine bildirilen bir vahiydir. Necm 53/1” ayetiyle Peygamberinin nefsinden konuşmadığını bildirdiği halde, üç beş cümle sonra şeytan gelip Peygamberi kendi nefsiyle konuşturabilmektedir. Olabilir mi..?

Olmaz ama diyelim ki oldu, iddia edildiği gibi şeytanın Peygamberi daha sonra başka konularda da aldatmış olması mümkün olamaz mı?

Bunu da geçiniz, ya Peygamberin tüm hadis kitaplarında yazılı şu sözleri ne olacak!

“Bir gün Kabe’nin yanı başındaki Hicir’de yatıyordum ki, Cebrail geldi ve göğsümü yarıp kalbimi çıkardı. Sonra içi iman ve hikmet dolu bir tas getirildi. Kalbim zemzem suyu ile yıkandıktan sonra içine hikmet ve iman doldurularak tekrar eski yerine konuldu.” 5

“ Şeytan kafirdir. Benim şeytanım da kafirdi ama, Allah yardım etti de Müslüman oldu ve artık bana düşmanlık etmiyor.” 6

Zemzemle yıkanmış bir Peygamber kalbine şeytan nasıl girebilir? Yoksa Peygamberin kalbi bu hadiseden sonra mı yıkandı? Yoksa peygamberin şeytanı bu hadiseden sonra mı Müslüman oldu? O zaman da, Peygamberliğinin önceki yılları ve Necm suresinden önceki sureler şüpheli duruma girer ki, işin içinden çıkamazsınız.

Bunu da geçiniz, diyelim ki şöyle veya böyle şeytan aldattı. Rivayet ve yorumlarda Cebrail’in aynı akşam gelip yanlış okunan ayeti düzelttiği söyleniyor. Yani, şeytan ile Cebrail’in gelişleri arasında on, bilemediniz on beş, hadi Peygamberin o gece sokağa çıkamayıp yarını beklediğini de kabul edin, taş çatlasın yirmi dört saatlik bir süre var. Bu kısacık süre içinde, aşağıda anlatılan bütün şu işlerin olup bittiğini aklınız alıyor mu?

Bir grup Müslüman’la, bir grup putperestin bu sohbetleri bir gecede bütün Mekke’ye duyuruluyor. Mekke’nin ileri gelenleri toplanıp bu yeni durumu değerlendiriyorlar ve uygun görüyorlar. Sonra bu görüş toplumsal bir barışın kabulü olarak Peygambere duyuruluyor. Bunun üzerine Peygamber, çok acelesi varmış gibi, gecenin bir yarısında çöllerin ve kızıl denizin ötesindeki Habeşistan’a haber uçuruyor. Barıştık, gelin! Haberci devesine binip bir aylık yola çıktıktan sonra da Cebrail geliyor ve yanlış yaptın diyor. Bunun üzerine Peygamber şeytanın söylediklerinden vazgeçiyor ve habercinin arkasından yetişebilecek bir atlı çıkarmıyor. Hadi o gece çıkarmadı, sonra da çıkarmıyor ve Habeşistan’daki Müslümanlar her şeyden habersiz iki ay sonra dönüp geliyorlar.

Bunu da geçiniz, şeytanla Cebrail’in bu işleri arasında Peygamber nerede? Yorumlara bakarsanız, şeytanla Cebrail’in arasında ruhsuz bir robot gibidir.

Müslümanlık akıl dinidir diyorlar. Nasıl, aklınız alıyor mu? Bu kabullerle hiçbir zorlama yorum bu duruma mantıklı bir açıklama getiremez. Şu halde bir yerlerde bir yanlışlık olmalı ve bu durumun başka bir izahı olmalıdır. Kuran’dan şüphemiz olmadığına göre de, bu yanlışlık rivayetlerde veya yorumlarda olmalıdır.
Şimdi anlayışımızı gerçeğe bağlıyor ve o günleri bir kere daha yaşıyoruz.

*

Peygamberin bütün insanları olduğu gibi kendi kavmini de çok sevdiğini, söylediklerine inanmadıkları için çok üzüldüğünü ve Allah’tan onları kendisine yaklaştıracak bir sebep yaratmasını istediğini biliyoruz. Dinlemediklerini görünce, kendisi onları dinlemeye başladı. Şöyle diyorlardı,

“- Allah’ın her şeyi dirilttiğini, öldürdüğünü ve rızk verdiğini biliyoruz. İlahlarımız Onun huzurunda bize şefaat eder. Bizim ilahlarımıza saygı duyarsan, biz de seninle bir oluruz.”

Son Peygamber gönlünün olanca saflığı ile düşündü, haksız değillerdi. Kendisinin bile baş gözü ile göremeyip ancak gönlünün ve anlayışının derinliklerinde görebildiği Allah’ı bilmeleri kolay mı? Üstelik insanın alıştığı şeylerden vazgeçmesi zordur ve kendisine saygı gösterilmesini de sever. Gönlünü yokladı. Ah! Aslında her şeyi bir kenara bırakıp onlara koşmayı ve hiçbir şeyin onlardan daha kıymetli olmadığını söyleyip kucaklaşmayı ne kadar da isterdi. Allah için en güzel dinin bu kardeşlik duygusu olduğunu, bu kadar basit olduğunu niçin anlayamıyorlar acaba? Ah bir anlasalar, anlayabilseler!
Ne olurdu sanki kendisinin yapmak isteyip de yapamadığını Allah yapsa! Ne olurdu sanki birdenbire hepsinin gönül gözlerini açıverse de kendi gördüğünü onlar da görür olsalar! Acaba daha çok dua etse bir mucize olmaz mı?

Hayır, olmaz! Olamaz çünkü Allah onların hepsini kendi suretinde yaratmış, kendine vekil etmiştir. Yaşadıkları sürece tümüyle özgür, seçme ve dileme kudretine sahiptirler. Varlığın sonsuz çeşitliliği içinde yerleştikleri yer kendi seçip beğendikleri yer olmalıdır ki yarın Allah’a suç bulmasınlar. Diriliş günü gidecekleri yeri kendi istekleriyle seçtiklerini bilebilsinler. Esasen cennet dediğimiz insanın kendi anlayışının sevip istediği değil midir? Cennetin ve cehennemin farklı derecelerde oluşu da bu farklı seçimler ve farklı suçlar nedeniyle değil midir? Allah onları düşündüklerinden daha yüksek bir cennete koyacak olsaydı, anlamazlardı da kendilerini cehennemde sanırlardı. Doğru değil mi?

Doğru! Peygamber içinin ezildiğini hissediyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Karanlık odanın bir köşesinde, derin bir uykuda olan küçük kızı Fatma’nın başını okşayıp üzerini örttü. Keşke Hatice hayatta olsaydı. Yalnızdı, yapayalnızdı ama, içine kapanıp daha da yalnız kalmak, adeta yok olmak istiyordu. Tıpkı Musa gibi. Dizlerinin üstüne çöktü, içi titriyor, göz pınarlarının dolduğunu hissediyor. Yoksa ağlıyor mu..?

“ Ey Muhammet! Demek inanmazlarsa, onlar için üzülerek kendini perişan edeceksin öyle mi! Biz yeryüzünü ve üzerinde olan süslü şeyleri, kimin ne yapacağını kendilerine bildirmek için yarattık. Yoksa sen, mağarada uyuyan kitap ehlinin sadece bilinenden ibaret olduğunu mu zannediyordun? Karanlığa taş atar gibi, mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir derler, veya, beştir, altıncıları köpekleridir derler, yahut, yedidir, sekizincileri köpekleridir derler. De ki, Onların sayısını en iyi Rabb’im bilir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Ya Muhammet! biz sana gerçeği anlatıyoruz. Onları uyurken görseydin, uyanık sanırdın. Bu nedenle, bu anlattığımızın dışında kimseyle tartışma ve bu konuda kimseye de bir şey sorma! Kehf 18/6”

Odanın sessiz karanlığında kendi kendine gülümsedi. Musa’yı ve Allah’ın izzeti geçerken saklandığı kayanın kovuğunu hatırlamıştı. Sonra yavaşça doğrulup küçük pencerenin tahta kepenkleri arasından dışarı baktı. Henüz karanlıktı ve kimseler görünmüyordu ama, herhalde sabah olmak üzeredir.

Allah’ım, şu eskiler ne akıllı insanlarmış! Dünya gerçekten, güneşin üzerinde doğup battığı büyük bir mağara gibiydi ve insanların pek çoğu derin bir uykudaydılar. Tıpkı, Yedi Uyuyanlar! Hafta yedi gün, yıl on iki ay sürekli uyuyorlar! Uyanmak kendini bilmek, kendini bilmekse Allah’ı bilmek demekti. Düşünseler, sonsuz varlığın içinde bir insan nedir? Sadece bir hiç! Uyanıp Allah’ı bilmek hiç olduğunu anlamaktı ve buna yaşarken ölmek deniyordu.

Sonra Taif’i, Yalil oğullarını ve bağırıp çağırarak kendisine taş atan çocukları hatırladı. Gerçi çocuklar masumdur bilmezler ama, ya büyüklere ne demeli? Ne âlemin altı günde yaratıldığından haberleri var, nede yedinci gün yaratılan insandan. Allah’ım, bu uykuyu ne kadar da çok seviyorlar! Neyse ki Allah var ve uyuduklarını biliyor. Allah’ın onları bu uyku halinde bile seviyor olması onu rahatlatmıştı.

Sonra Nuh’u, gemisini ve tufanı hatırladı. Her hayvandan bir çiftin sığabildiği o koca geminin, boşlukta yüzen ve üzerinde yaşadıkları dünya olduğunu niçin anlayamıyorlar acaba? Bir bilseler ki Nuh’un, hadi bin de kurtul diyerek çağırdığı o biricik evlat kendileridir. Ah, bir bilseler büyük tufanın yaşadıkları dünya hayatı olduğunu ve hâlâ devam ettiğini! Bir bilseler geminin ambarında birbirine karışan buğday, nohut ve fasulyenin de kendilerini anlattığını ve her yıl pişirdikleri tatlı aşurenin bu tufandan sonra gelecek bir cennet olduğunu!

Kuru otla doldurulmuş yatağına uzandı. Artık kendisi de uyuyabilirdi. Sabah uyandığı vakit, dostu Ebu Bekir’e ne söyleyeceğini biliyordu.

“ İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.” 7

*

Birkaç gün geçtikten sonra Peygamber yine derin düşüncelerdedir. Evet insanların uykuda olduğu doğru ama, biz gelemiyoruz sen bize yaklaş diyen bu insanlar için kendisi de bir şeyler yapamaz mı? Onları düşünürken, önce saygı göstermesini istedikleri putlar hatırına geldi. Sonra da Araplar arasında meşhur bir şiirin mısraları.
“Lat, Uzza ve üçüncüleri Menat, yüksekten uçan turnalar!”

Peygamber kendi kendine yine gülümsedi. Hiçbir şeyin hiçbir yerden uçtuğu yoktu. Çünkü hak olan gerçeğin kendisidir ve uçan anlayıştır. Putlara saygıdan söz edenler, gerçekte kendilerine saygı duyulmasını istiyorlardı.
Sahi, put nedir? Son Peygamber, put kavramının sadece taşlardan ağaçlardan oyulmuş heykellerden ibaret olmadığını biliyordu. Allah’ı görmek, Onun varlığını, gerçekten var olduğunu anlayıp inanmak demektir ve kolay değildir. Miraca çıkmak ve gözü gerek dünyanın, gerek cennetin nimetlerine takılı kalmadan huzurda durabilmek herkesin kolayca yapabileceği bir şey değildir. Bu nedenledir ki insanlar, anlayışlarının bittiği yerde ne gördülerse ona inanıp onu severler. Bu yüzdendir ki kiminin putu Lat Menat iken, kiminin para, kiminin şehvet, kiminin şöhrettir. Hâttâ insan ibadetlerini bile putlaştırmıyor mu?

Şu halde onları ayıplamaya hakkı yoktur. Hem sonra dinden maksat Allah’ı bilmek değil mi? İyi ahlak sahibi olmak değil mi? Evet, evet! Onlara yaklaşabilir ve onları kazanabilir. Gerçi Allah’ı emrettiği gibi vasıtasız bilmek daha doğru ama, ne çare? Belki zamanla onlar da anlarlar. İslam kolaylık dini değil mi?

İçinde geleceğin ayetleri uçuşuyor,

“ Allah her bir kimse için ayrı bir yol göstermiştir . Herkesin bir yönü vardır, ona döner. O halde hayırlarda yarışın. Bakara 2/148.”

“ Yüzünüzü nereye çevirirseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Bakara 2/115”

“ Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. Hadid 57/4”

Ertesi gün Kabe’ye doğru yürürken artık onları nasıl kazanacağını biliyordu ve Necm suresi ezberinde idi.

Kabe’nin gölgesinde konuşmakta olan küçük bir topluluğun yanında durup selam verdiğinde, oturanlar konuşmalarına ara verip selamı aldılar. Peygamber sohbete katılmak üzere izin istediğinde biraz tedirgin olmuşlardı ama belli etmediler. Kısa süren bir sessizlikten sonra sohbet yeniden açıldı. Kabe’nin yanında ne konuşulur? Elbette dinden imandan! 

Söz sırası kendisine geldiğinde Peygamber bir süre Allah’tan ve sıfatlarından bahsetti. Sonra da, söz ettiğimiz Necm suresini okumaya başladı. Surenin, ( Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı? ) ayetine gelmişti ki, uzun bir süredir içinde uçuşan meşhur mısraları ağır ağır aktarmaya başladı.

(Yükseklerden uçan turna kuşları gibidirler ki, bunların da şefaatleri umulur.)

Peygamber bu eski Arap şiirini ayetleştirirken, bir ara göz ucuyla dostlarına baktı. Gülümsediklerini görüyordu. İşte istediği oluyordu, anlıyorlardı. Sureyi okumaya devam etti. Şöyle bitiyordu,
“Artık hep birlikte secdeye varın, Allah’a kulluk edin. Necm 53/62” 

Peygamber sıcak toprağın üzerinde secdeye kapandığında, okunan sureyi çok beğenen dostları da onunla birlikte secdeye kapandılar. Tıpkı rivayet edildiği gibi. “ Artık Muhammet’le aramızda ayrılık kalmadı. Bizim tanrılarımızı da iyi andı.” diyorlardı. Onların sevinci, Peygamberin sevinciydi. O akşam eve her zamankinden geç döndü ve çok mutlu uyudu.

*

Ve sonra rivayette deniyor ki, geceleyin Cebrail geldi. Cebrail hangi gece geldi?

Taberi tarihinin orijinalini hiç görmedim. Hoş, Arapça Farsça bilmediğim için olsa da okuyamam ama, rivayet (o gece) diyorsa rivayeti, o gece demiyor da (bir gece) diyorsa yorumları reddederim. Fakat rivayetin tercümesi (gece) geldi diyor ve ben bunu o gece değil, sonraki herhangi bir gece olarak anlıyorum. İşte bu nokta yorumlardan ayrıldığım noktadır ve bence çok önemlidir. Çünkü bu nokta, şeytanın, Cebrail’in ve anlayışların karıştığı noktadır. Ve kanaatim odur ki, buraya kadar ne şeytan ne de Cebrail henüz hadiseye dahil olmuş değillerdir. Son Peygamber bir karar vermiş, ve doğru bildiği yolda yürümektedir. 

Bir kaç gün geçer. Haber Mekke halkı arasında yayılır. Mekkeliler, Peygamberin putlarına gösterdiği saygıdan ötürü memnundurlar. Barış gibisi var mı? Hem sonra hepsi de uzak veya yakın akraba idiler, böyle ufak tefek anlaşmazlıklar için kavga etmeye değer mi? Düşmanlık bittiğine göre de Habeşistan’a göç edenler artık geri gelebilirlerdi. Üç beş gün sonra da, ya hasretle yanan bir ulak, ya da oraya doğru giden bir kervanla haber yola çıktı. Sonra beş on gün daha geçti.

Ve sonra, gerçekten şeytanın oyunu başladı. O şeytanın, ya da şeytanların kim olduklarını ve neler söylediklerini bilmiyoruz. Bugün ancak tahmin yürütebiliriz.

O şeytan Müslümanlardan biri olabilir mi? Olabilir. Çünkü şeytan her kılığa girebilir. Mesela Müslüman kölelerden biri Peygambere gelip,
- Ey Allah’ın Resulü! Bunca yıldır eziyetlerine katlandığımız bu zalimlerle barışmamız bu kadar kolay mı olacaktı? Bu barışmadan sonra bizi yine onların tahakkümü altına verecek misin? Barışınca, onların dini ile bizim dinimiz arasında ne fark kaldı ki? Bizim dinimiz son din değil miydi? demiş olabilir mi?

Evet, olabilirdi. Şayet rivayette,
“Orada hazır bulunan Müslümanlar da Allah’ın Peygamberine vahiy ettiğini tasdik ettiler. Peygamberi ne yanılmakla, ne vehme kapılmakla ve ne de başka bir şekilde itham etmediler. Peygamber surenin sonundaki (artık yaratana secde ediniz) ayetini okuduğunda, Müslümanlar Peygambere inen emre itaat edip, O nasıl secde etti ise öyle secde ettiler.” denmeseydi, bu şeytanın Müslümanlardan biri olması da mümkündü. 

Fakat öyle olmamış. Müslümanlar ne şüphe etmişler, ne de itiraz etmişler. Şu halde bu şeytan başka biri olmalı! İsmini ve suretini bilmiyoruz ama, bu barış ve anlayışın getireceklerinden ürken, menfaatlerinin zedelenmesinden korkan, zengin, akıllı ve uzak görüşlü biri! Veya birileri! Önce iyi bir plan yapmalıydılar ve yaptılar.
Önce dinden girdiler. Çünkü halk din konusunda cahil olmasına rağmen hassastır.

- Ne diyor Muhammet? İnandığımız yaratıcının Allah olduğunu mu? Peki biz aksini mi söylüyorduk! Allah değil mi diyorduk! Allah, rahimdir diyor. Ya biz ne diyoruz. Putlarımızı niçin kadın cinsiyle isimlendiriyoruz? Bununla Allah’ın yaratıcı, yaşatıcı özelliğini andığımızı bilmiyor musunuz? Rahman diyor, bize bilmediğimiz şeylerden bahsediyor. Rahman nedir, bileniniz var mı? Vallahi yine siz bilirsiniz ama, bize göre bu işte başka bir iş var. Hayır, gerçek şu! Muhammet size baş olmak istiyordu ama, yenileceğini anlayınca yelkenleri suya indirdi. Bir gün şöyle, bir gün böyle söylüyor. Bizi aldatıyor. Atalarınızın dininden bu kadar kolay mı döneceksiniz?

Propaganda etkili oldu. Gururlarının okşanmasından memnun olan Mekkeliler, karşılaştıkları Müslümanlara putların üstünlüklerinden bahsetmeye başladılar. Rahman deyince pek bir şey anlaşılmıyordu ama, Lat, Menat ve Uzza’nın yaratıcı karakterleri işte somut olarak görülebiliyordu. Onlar Allah’ın sıfatlarını anlatan doğru sembollerdi. Allah’ın her şeyi yaratan ve yaşatan kudreti, onlar olmadan anlaşılamazdı. Esasen bu gerçeği Peygamber de kabul etmemiş miydi?

Yeni Müslüman olan bazılarının kafaları karışmaya başladı. Bir kaçı Mekkelilerle beraber, eskiden olduğu gibi dua etmek için Kabe’deki putlara giderken, birkaçı da akıl danışmak üzere Ebu Bekir’e gittiler. Sahi, neydi inandıkları Allah’ın Lat ve Menat’dan farkı..?

Ebu Bekir, tehlikeli bir saptırma ile karşı karşıya kaldıklarını anlamıştı. Bir akşam üzeri halk arasında konuşulmaya başlanan bu sözleri getirdiğinde, Peygamberin kaşları çatıldı, başı önüne düştü. Cebrail, Ebu Bekir suretinde gelmişti ve söylediklerinin kıymetinin bilinmediğini söylüyordu.

Dostu Ebu Bekir geç vakit ayrıldıktan sonra, Peygamber kafese kapatılmış bir aslan gibi odanın içinde dolanmaya başladı. Yazık, demek anlayamadılar! Şimdi ne yapmalı? Bir ara Habeşistan’daki dostlarını hatırladı. İki gün önce gelen son haberde, yola çıktıkları söyleniyordu. Zaman da ne çabuk geçiyor. Bir ay oldu bile demek! Hay Allah! Artık geri de çeviremez. Yoksa halkı kışkırtan bu şeytanları duymazdan mı gelmeli? Hayır, hayır! Hiç olur mu? Gerçek hakkında suskun kalınamaz. Büyük vebal olur. Bugünü kurtarsa bile, sonradan gelecek insanlara ihanet etmiş olur. Hay Allah! Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyor! Belki de o gece hiç uyumadı.

Ertesi sabah Kabe’ye doğru yürürken kararlıydı.

( Gördünüz mü Lât, Uzza ve üçüncüleri olarak Menat’ı? Erkek size, dişi Allah’a öyle mi? Bu paylaşım, ne kadar da haksız bir paylaşım! Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değil. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir bilgi indirmemiştir. Onlar sadece nefislerine hoş gelen bir zanna uyuyorlar. Necm 53/23)

Peygamber eve dönerken hem üzgün, hem de yorgun olduğunu hissediyordu. Belki de biraz tedirgin, onlara karşı sert davranmakla hata yapmadı değil mi?

“ Sana vahiy ettiğimizden uzaklaştırarak, söylediğimizden başkasını bize mal etmen için az kalsın seni şaşırtacaklardı. Öyle olsaydı seni dost edineceklerdi. Şayet seni sağlamlaştırmamış olsaydık, ant olsun onlara meylediverecektin. İşte o zaman sana hayatın ve ölümün katmerli acılarını tattırırdık da, bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. İsra 17/73”

Peygamberin o geceyi rahat geçirdiği söylenemez. Ertesi günü canı dışarı çıkmak istemedi. Mağrur şeytanların gizli tebessümünü ve Mekkelilerin küskün yüzlerini görmek istemiyordu.

Sonraki günlerde sıkıntısı giderek arttı. Arkadaşlarından gelen haberler iyi değildi. Baskılar artmış. O akşam küçük kızı Fatma’ya birkaç lokma bir şeyler yedirip yatırdı, kendisinin iştahı yoktu. Yazık, anlamadılar. Halbuki ne kadar da istemişti onları! Yoksa hata mı yaptı? Yoksa acele mi karar verdi? Yoksa, daha önce Ebu Bekir’e danışsa daha mı iyi olurdu?

Evet, şimdi daha iyi anlıyordu. Anlıyordu ki, insanlar farklı anlayışlarda yaratılmışlardır ve kendileri istemedikçe de aynı anlayışta olamazlar. Kim bilir belki de bu, gelişmeyi doğuran çelişkinin zorunlu bir gereğidir. Ve o gece, belki de dostlar henüz Mekke’ye ulaşmadan önce;

“ Senden önce gönderdiğimiz hiçbir peygamber yoktur ki, O bir şey dilesin de, şeytan o dileğin içine bir şey atmış olmasın. Ama Allah şeytanın telkin ettiğini bozar da, kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah Alîmdir, Hakîmdir. Şeytanın bu attığı, gönülleri katılaşanlar için bir fitnedir. Zalimler geri dönülmez bir ayrılık içindedir. Hac 22/53”

Son Peygamber, üzerinden ağır bir yük kalktığını hissediyordu. Demek ki gün gelecek, Allah ayetlerini sağlamlaştırıp kendisini haklı çıkaracaktı. Bir ara sevinecek gibi olduysa da uzun sürmedi,
Ya zalimler, onlar ne olacak..? 

Gönlünü derin bir kederin kapladığını, göz pınarlarının yine dolduğunu hissediyor.
Zalimler geri dönülmez bir ayrılık içindeler ve ne yazık ki yapabileceği bir şey yok!

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Kuran-ı Kerim’in Faziletleri Dr. İsmail Karaçam Marm.Üniv. İla.Fak / 1976 Tek kitap 38
2 Kuran-ı Kerim Tefsiri Prof.Dr. Süleyman Ateş Milliyet / 1995 4 1738
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 173
4 Tefhimu’l Kuran Ebu’l A’la Mevdudi İnsan / 1986 3 345
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 273
6 Sahih-i Müslim / Münafikun Mürşit CD Mürşit / 1996 69 2814
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 353

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder