40. İlahi aşk

Peygamber bir hadiste şöyle diyor,

“ Bir insan bir kardeşini bir şeyle ayıplarsa, ölmeden önce o ayıbı muhakkak kendisi de işler.” 1

Doğruymuş. Vazgeçtik Allah’ım diyen Ömer’in vazgeçemediğini söylemiştim ya, meğer vazgeçtim dediğim halde ben de vazgeçememişim. Meğer el fatiha demişim de henüz hiçbir şey bitmemiş. Meğer kimsenin şeytanı kolay Müslüman olmuyormuş. Cevapsız kalan bir soru hep varmış ya, şimdi yine var.


Fakat hayret? Ben bu sorunun varlığını yeni öğrenmiş değilim, çok zamandır bilirdim. Şimdiye kadar niye içimde saklamış, neden bilmiyor gibi davranmışım ki..?

Söz ettiğim, Peygamberin Zeynep bint-i Cahş ile yaptığı evliliğinin perde arkasıdır. Peygamberin halasının kızı olan Zeynep bint-i Cahş, dört muvahhitlerden Ubeydullah bin Cahş’ın kız kardeşidir ve anlatılanlara bakarsanız Haz. Davud’un işlediği söylenen bir suçu Son Peygamber de işlemiş görünüyor. Üstelik bu defa şahit çok, deliller kuvvetli. Adeta suçüstü!

Konu çok hassas olduğu için yorum yapmıyor, İslam tarihini anlatan kalın ve ciddi bir kitaptan olduğu gibi aktarıyorum. Kelimesi kelimesine,

“ Zeynep’in babası Huzeyme kabilesinden Cahş, annesi ise Peygamberin halası Umeyme’dir. Asıl ismi Berre idi. Peygamber Zeynep olarak değiştirdi. Bir ara Peygamber Zeynep’i kendi kölesi Zeyd bin Harise ile evlendirmek istedi. Zeynep güzel olduğu kadar da onurlu bir hanımdı. Bunu duyunca Peygambere sitem etti, 

- Halanızın kızını bir köleye mi münasip görüyorsunuz..? 

Ancak Peygamber ısrar edince düşünmek için mühlet istedi. Bu sırada şu ayet indi.

“Allah ve Resulü bir müminin işinde hüküm verdiklerinde, o kimse için seçme şansı yoktur. Ahzap 33/36”

Bunun üzerine Zeynep tövbe istiğfar etti ve razı oldu. Zeynep bir sene kadar Zeyd ile beraber hayatını devam ettirdikten sonra, bir gün Peygamber Zeyd’i görmek üzere evine gitti. 

Kapıyı açınca Zeyneb'i açık saçık bir halde gördü. Yüzünü çevirip Zeyd’in nerede olduğunu sordu. Zeynep dışarıda olduğunu söyledi. Hazreti Peygamber Zeyneb'i her vakit görürse de, o haldeki görünüşü pek makbul geldi. Tekrar bakmak istemişse de bakmayıp, 

- Ey kalpleri ve gözleri çeviren Allah’ım, senin şanın pek yücedir diyerek geri döndü.

Zeyd eve gelince Zeynep olanları anlattı. Zeyd, 

- Allah’ın resulü seni beğendi, dedi. 

Kalbinde Zeyneb'e karşı bir soğukluk düştü. Peygambere gelip Zeyneb'i boşamak istediğini söyledi. Peygamber sebebini sorduğunda ise, 

- Ya Resulallah bir fenalığını görmedim, lakin şerefli bir hanım olması itibariyle bana büyüklük taslıyor, dedi. 

Peygamberimiz, 
- Ey Zeyd, zevceni tut, boşama ve Allah’tan kork, diyerek engel olmaya çalıştı.

Peygamberimiz Zeyneb'in kendi zevcesi olacağını bilir ve Zeyd’in boşamasını isterdi. Lakin boşa diye emretmekten çekinirdi. Ayrıca, Peygamber evlatlığının boşadığı hanımı aldı, diye dil uzatılmasından çekinirdi. Çünkü cahiliyye zamanında evlatlığın hanımını almak haram sayılırdı. Boşanmalarına karşı çıkması da, kendi gönlünde Zeyneb'e karşı bir ilgi kalıp kalmadığını anlamak içindi. Nihayet bir gün Zeyd Peygamberin huzuruna gelip, 

- Ya Resulallah Zeyneb'i boşadım, dedi. 

Sonra ayet indi ve Kuran bu hadiseyi şöyle anlattı,

“ Hatırla o zamanı ki, Cenab-ı Hakk’ın İslam’la şereflendirdiği, seninde evlat edinerek ihsan ettiğin kimseye, hanımını boşama, Allah’tan kork diyordun. Halbuki kalbinde bir sır saklıyordun ve Allah onu açığa çıkaracaktı. Sen insanlardan çekiniyordun, oysa ki Allah çekinmeye daha layıktır. Ahzap 33/37”

Zeynep’ten şöyle rivayet edilir, 

- Resulallah’ın beni görüp beğenmesinden sonra Zeyd benimle evlilik münasebetinde bulunmadı.

Sahih-i Müslim’de Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre, Zeyneb'in beklemesi gereken temizlik müddeti tamam olduktan sonra Peygamber Zeyd’e, 

- Haydi Zeyneb'e gidip bana dünürlük et, diye emretti. 

Maksadı, Zeyd’in bu işe istemeyerek razı olduğu gibi bir dedikodunun önüne geçmekti. Zeyd Peygamberin emrine uyarak eve vardı, Zeynep hamur yoğurmaktaydı. Zeyd, 

- Ey Zeynep, gözün aydın! Resulallah seninle evlenmek istiyor, dedi. Zeynep cevap vermedi.

O günlerde Resulallah Haz. Ayşe’nin odasında onunla sohbet etmekte iken şu ayet indirildi,

“ Zeyd eşini boşayınca, onu sana zevce yapıp nikahladık. Ta ki, müminler için evlatlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmekte vebal olmasın. Ahzap 33/37”

Bu ayet Allah tarafından kıyılmış bir nikah olduğundan Peygamber efendimiz haber vermeye gerek duymaksızın kalkıp Zeyneb'in evine gitti. Zeynep,

- Ey Allah’ın resulü, nikahsız ve şahitsiz teşrif ettiniz, dedi. Bunun üzerine efendimiz, 

- Seni bana Allah nikah etti, Cebrail de şahidimdir, dedi. 

Sonra halkı çağırıp et ve ekmek ziyafeti verdi.” 2

*

Bu gün 26 Kasım 2000. Yarın oruç başlıyor. Bu günlerde Peygambere kırgın, daha doğrusu kızgınım. Eskiden hayal ederdim, artık adını dahi duymak istemiyorum. 

Gözüne dizine dursun emi! Ben geceler boyu senin kadınlara bakışını temize çıkarmaya çalışayım, sen kalk bu anlatılanları yap! Hayalimde Turan Dursun’un keskin bakışlı babacan yüzü,

- Evlat, ben sana dememiş miydim kutsal dedikleri şu kitabı, malum adamın keyfine göre yazdığını? Dememiş miydim dinin menfaate dayalı bir yutturmaca olduğunu..?

Haklı, demişti. O bir yana, ayetlerin hep onun keyfine göre indirildiğini ilk söyleyen bizzat Haz. Ayşe değil mi? 3 Hepsi bir yana şüphe şeytanında bir sevinç, bir sevinç, aşağılıyor.

- Hey sahte avukat! Davud’u doksan dokuz koyunla savunmuştun ya! Söyle şimdi, Muhammet’in de avukatı mısın?

Bende cevap yok. Kıstırdığını anladı, ramazan boyunca peşimde. Bütün oruçlarım berbat.

- Oruç tutarak kimi aldatıyorsun? Çok iyi biliyorsun ki, sen de atalarından gördüğü gibi yapan kafirlerdensin.

Doğru mu söylüyor, alay mı ediyor, bilmiyorum. Ramazan ayı geçti bayram geliyor, bende hâlâ cevap yok. İsmet amcaya sormaya utanıyorum ama, çevremde dindar bildiğim yaşı bana yakın birkaç kişiye yukarıdaki hatırayı okuyup soruyorum.

- Bu hadiseyi biliyorsunuz değil mi, ne düşünüyorsunuz?

Bu konuyu açtığım için canları sıkılıyor. Böyle şeytan işi şeyleri neden merak ediyor muşum ki? Allah şeriatın hükümlerini ortaya koymak istemiş ve emretmiş o kadar, Peygamber ne yapsın?

Boynunuz devrilmesin e mi! Hadi Peygamberden utanmıyorsunuz, bu kadar bilgisiz, bu kadar vurdum duymaz olurken inandığınız Allah’tan da mı korkmuyorsunuz?

Ramazanın sonlarına doğru hanım sordu,

- Bu bayram anneme gidelim mi? Evlendiğimizden beri hiç benim memleketimde bayram geçirmedik.

Doğru söylüyor, bu bayram gitmeliyiz. Olur dedikten sonra yine kendi içime döndüm.

Gerçekten bu kadar basit, gerçekten bu kadar bayağı mıydı? Ben de üzgünüm ama ne yazık ki öyle görünüyor. Evet ama olmamalıydı değil mi? Evet, bizi çok ucuza sattı. Neymiş, evlatlıklarımızın hanımlarıyla evlenmemiz günah olmasın diyeymiş. Turan Dursun’un dediği gibi, sanki gün aşırı evlat ediniyor, sanki gün aşırı evlatlıklarımızın hanımına göz koyuyoruz! Artık yakalandın. Kuran dediğin bu süslü kurgunla sen git de çöldeki bedevi cahilleri kandır. 

Hayalimde Turan Dursun, sanki tuttuğum notları bu akşam Muhammet hocaya vereceğimi biliyor,

- Evlat insanları aldatma. Geri dön ve bütün yazdıklarını yak! Sana anlattıkları o peygamber bir yalandı...

Geri dönmek mi..? 

Hayır! Çünkü ben artık bir Hanîfim ve Allah’ı görmek için nefsine düşkün bir peygambere ihtiyacım yok! Ne hâli varsa görsün, ben kendi peygamberliğimi kendim yaparım.

Çalışmanın disketlerini Muhammet hocaya bırakıp döndüm. Sessiz düşünürken hanım uyardı,

- Yarın yola çıkacağız, erken yat.

Ramazan bitti öyle mi, ne çabuk?

*

Bugün 26 Aralık 2000, Salı. Sabah geç kalkmış olmama rağmen kendimi çok yorgun hissediyorum. Ben tıraş olurken hanım akşamdan hazırladığı valizleri kapının yanına koydu. Evet yola çıkabiliriz. Sonra hatırladık, yola çıkmadan önce Dedeye uğrayıp Allahaısmarladık demeyecek miydik?

- Dede bayramlaşalım, biz bu bayram burada değiliz.

Dede mavi çizgili pijamaları içinde ve kanepenin üstünde iki büklüm. Çok halsiz görünüyor. Konuşmaya değil, sanki bakmaya bile mecali yok. Buna rağmen kendini topladı,

- Bayramdır, yollar kalabalık olur. Yavaş gidin.

Eve dönüp valizlerimizi aldık, çıkıyoruz. Ayakkabımı giyerken hanım dik bir sesle sordu,

- Sende bir tuhaflık var, sinirli misin? Yalan söylemek istemedim,

- Evet.

Keşke yalan söyleseymişim, tam çıkmak üzere olduğu kapıda durdu.

- Bu haldeyken seninle yola mı çıkılır? Yine fitil fitil burnumuzdan getirecek gibisin. Zaten her bayram böyle yaparsın. 

Merdivenden inmekte olan çocukları geri çağırdım,

- Vazgeçtik, gitmiyoruz.

Tahmin edeceğiniz gibi bundan sonrası eski defterlerin açıldığı, saçın süpürge olduğu bir aile klasiği. Biliyorum, ikimizde de konuşan kendi şeytanımız. Fakat ne de güzel konuşuyorlar, öfke baldan tatlı!

- Sen bir hastasın, hayattan zevk almayan bir ruh hastası! Yirmi yıldır bizi de hasta ettin. Ne hakkın var? Şu çocukların ne kabahati var?

Bir ara dayanamadım, son sözü benim şeytanım söylemeli.

- Farkında mısın, biz galiba geçinemiyoruz?

Saate baktım, öğleden sonra üç olmuş. Oruçluyum ve iftara iki saat var. Oruçlu muyum? Hayır, böyle oruç olmaz.

Haklısın, böyle oruç olmaz. Akşam için çantama sakladığım sigarayı çıkardım, aksi gibi canım da hiç istemiyor. Ama hayır, madem ki oruç yok bu sigara içilecek. Yaktım, Mevlana’nın dediği gibi bir gözüm Allah’a bakıyor,

- Nasıl, beğendin mi? Görüyorsun ya, aç kalınca çevresine saldıran bir hayvan olmamayı artık ben de öğreniyorum.

Oruç bozacağımı beklemiyor olmalı ki şeytanım birdenbire şaşırdı, henüz ona meydan okuduğumu bile anlamış değil. Herkes sessizce odasına çekilirken kendi şeytanım da sessizce uzaklaşıyor. Giderken hakkımda neler düşündüğünü biliyorum,

- Eskiden daha erkek gibi davranırdı, neler oluyor buna?

Gece yarısına doğru oğlum yanıma geldi, maksadı namaz kılmak değil ortamı yumuşatmak.

- Bayram namazı sabah kaçta?

Bayram mı, ne bayramı? Ortada sevinecek ne var ki bayram edeyim? Hanımla kavga ettiğim için mi, yoksa Bektaşi’nin dediği gibi oruç bitti diye mi? Hem benim orucum başlamamış ki bitsin.

- Ben gitmiyorum, dedim. Galiba o da aynı duyguları paylaşıyor,

- Ben de!

*

Işığı söndürüp kanepeye uzandım. Karanlık bir salon, yalnızlık ve bir dolu keder. Bir kadeh içki olsa mıydı? Hayır bir kadeh yetmez, belki bir şişe. Belki o bile yetmez. Olsa içerdim, ama yok. Ben bu gece sadece gerçeğin acısını içebilirim. Acı ama gerçek, bu bir yıkılışın öyküsü.

Uzun bir süre sonra kalkıp kanepede oturdum, hayır uykum yok. Bu gece Peygamber de yok, hanım da yok, hiçbir şey yok.

Ey Allah! İşte sen, ben ve yarattığın gerçek baş başa kaldık. Söyle, yaşamı niçin bu kadar karmaşık yarattın? Hemingway’in dediği gibi, gerçek olamayacak kadar gerçek. Gerçekten bir imtihansa bu yaşadığımız, kabul et çok zor bir imtihan.

Rahmetin mi? Evet haklısın, belki de tek tesellimiz o. Peki ama kıyamete saklamak zorunda mısın, niçin şimdi olmasın? Verirsen sana hesap soracak olan mı var?

Nasıl? Olabilir mi dedin, ne mi istiyorum? Ne istediğimi senden iyi kim bilebilir ki? Peygamberini kaybettik ve Peygamber olmayınca çok şey eksik kalıyor. Onu kaybettiğimize yanmam, O olmayınca senin hakkında da şüpheye düşüyoruz. Ben bir Muhammet değilim ki savunabileyim! Af edersin öyle demek istemedim, elbette senin savunulmaya ihtiyacın yok. Ben kendimi ve diğer insanları kast etmiştim.

Nasıl, Muhammet olup savunabilir miyim? Ancak Muhammet olursam anlarım öyle mi? Her soru hakkın içinde mi gizli? Ama hak gerçektir!

Aman Allah’ım, doğru ya! Ben bu hak denilen gerçeği neden bu kadar sık unutuyorum ki?

Sonra kalkıp ışıkları yaktım. Allah’ı hayal etmek peygamberleri hayal etmek kadar kolay değil. Ama artık ne yapacağımı biliyorum. Beni kahreden sır hakkın, yani gerçeğin içinde saklı.

Bilgisayarın karşısına oturdum. Bir ekran, biraz kitap ve sanki hiç bitmeyecek kelimelerin getirdiği bir bilgi. Çoğunu önceden biliyorum. Tek fark, Peygambere kırgınlığımı şimdilik sakladım ve onu hakkın içinde arayacağım.

*

Çalışma bitmek üzereyken sabah ezanı okunmaya başladı.
Durdum, bu bayram üç büyük dinin kutsal günü de aynı günlere rast geldi diyorlar. Şimdi Müslümanlar camilere, Yahudiler havralara, Hıristiyanlar kiliselere dolmaktadır. Önce dua ve ibadet edecekler, sonra bayram.


Ben mi? Hayır ben bu defa gitmeyeceğim, bayram da etmeyeceğim. Bugün benim ibadetim çalışmak, bayramım gerçektir.

Ezan biterken son tuşa dokundum, işte bitti. Oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım, nerede o şeytan?

Her zaman o kendisi istediğinde gelirdi, bu defa ben çağırdım.

- Hey Şüphe, yanıma gel! Bana Muhammedi soruyordun ya? Evet, artık Muhammet’in de avukatıyım. Hani Davud’u doksan dokuz koyunla savunmuştum ya, şimdi Muhammet’i yüz koyunla savunacağım. Dinlemek ister misin?

*

“ 625 yılının Aralık ayı, Medine. Oldukça serin bir akşam namazı sonrası mescit dağılmış, herkes evine dönmekte. Peygamber oturduğu mihraptan henüz kalkmamış, gidenlerin arkasından bakıyor.

İşte Ömer, Ali, Sad, Talha. İşte Ebu Zer, Ubeyde, Zübeyr. Ya şu? Şu giden de Zeyd değil mi? Evet Zeyd, yanındaki de oğlu Üsame. Sırtları da ne kadar çıplak, inşallah üşütmezler. Evde yiyecek bir şeyleri var mı acaba? Dostu Ebu Bekir yanında ve sanki onunla birlikte hissediyor,

- Daldın..!

- Evet. Zeyd’i ve Üsameyi düşünüyordum, çok yalnız kaldılar.

O akşam lokmalar boğazına diziliyor. Evet, onu evlendirmeli. Kim olabilir? Hayır o aklına gelen olmaz. Bu işlerde gelenekler de önemli. Zeyd kendi ailesinden sayılır ve kendi ailesine mensup biri, yine kendi ailesi ayarında bir kimseyle evlenmeli. Yoksa şerefsizlik sayarlar, kıymet verilmedi sayarlar. 

Ah, doğru ya! Berre niçin aklına gelmiyor ki? Hem halasının kızı, hem de onları çekip çevirecek akıllı, becerikli, olgun bir kadın. Çok münasip. Ertesi günü Berre’ye gidiyor. Berre otuz yedi yaşında dul bir hanım.

- Sana hayırlı bir işi konuşmak üzere uğramıştım.

Bir kadın elbisesi dikmekte olan Berre’nin yorgun gözleri garip bir heyecanla birdenbire parlıyor, yoksa bu hayırlı iş..? Peygamber sözüne devam edince gerçeği anlıyor. Ah hayır, zannettiği gibi değilmiş. Sesinde bir sitem;

- Halanızın kızını bir köleye mi münasip görüyorsunuz?

Ayrılırken fırlattığı manidar bakışı Peygamber görmezden geliyor. Neden istemiyor ki? Halbuki bir bilse ki Zeyd eşi bulunmaz siyah bir yıldızdır. Kötü olsa kendisi ister miydi? Neyse biraz oluruna bırakmalı, belki birkaç gün sonra fikri değişir. Belki de kadınlar kendi aralarında daha kolay hallederler. 

Birkaç gün sonra evlerin arasında dolaşan bir fısıltı,

- Berre’nin yaptığını duydunuz mu, Peygamberi geri çevirmiş.

- Ne, Peygamberi geri mi çevirmiş? Peygambere karşı çıkılır mı, ne biçim Müslümanlık bu?

Berre’nin üzerinde karşı çıkılması zor toplumsal bir baskı oluşuyor. Tüm düşünceler Peygamberin kutsallığı üzerine kurulu, Berre’yi düşünen yok. Ya Peygamber? O sırada Cendel oğullarıyla meşgul. O da unutmuş, hatırlamıyor. Berre çaresiz, nihayet pes ediyor. Tamam, razı.

Peygamber nikahlarını kıyarken düşünüyor. Berre, yüksek vasıfları olan cömert insan demek. İsmiyle müsemma derler ya, galiba bu nedenle olacak bu kadın da oldum olası kendini fazlaca beğenir. Ve gizli bir uyarı,

“- Sana bundan sonra Berre değil Zeynep diyelim, bu isim daha güzel.” 4

Berre’nin içinde bir şeyler kırıktı bir şey daha kırılıyor, her şeyi bilen Peygamber habersiz.

*

Bir yıl kadar sonra. Zeyd’in üzüm karası gözleri mutsuz, Peygamber hata yaptığını çoktan anlamış. Meğer bir şeyin ismini değiştirmek onun gerçeğini değiştirmiyormuş. Berre hep aynı Berre, gerçek kelimelerin ötesinde.

Yazık mı? Evet Zeyd’e yazık etti. Ya Berre, ona yazık değil mi? Ta başında açık açık söylememiş miydi mi istemediğini? Evet bu işte en büyük suçlu kendisi. Hadi çöz bakalım şimdi nasıl çözebilirsen!

Zeyd sözlerini bitirip mahzun ayrılırken ellerini tuttu,

- Zeyd, onu hemen boşama. Sen Allah’tan korkarsın, sabret.

Ve iki gün sonra evlerin arasında dolaşan bir fısıltı daha,

- Duydunuz mu, Zeyd karısını boşuyormuş.

- Sahi mi?

- Benden duymuş olma ama Zeynep aslında uzun zamandır Peygamberi seviyor, onunla evlenmek istiyormuş. Peygamber nedense anlamazdan gelmiş.

Peygamber suskun, sıkıntılı ve düşünceli. Bu durum ne kadar sürecek? Evet, ikisiyle birlikte oturup bir kez daha konuşması gerek. Birkaç gün sonra ani bir kararla kalkıp Zeyd’in evine yöneliyor. Kapıda durdu, kapı dediğin, kerpiç duvardaki kapı boşluğuna asılı bir kilim. Kenarına vuruyor, ev hâli ne olur ne olmaz. Ses yok, duyuramadı herhalde. Sesleniyor,

- Zeyd!

Yine ses yok. Yoksa evde mi değiller, iyi de nereye gidecekler? 
Durdu, içeriden hafif bir ses mi geliyor ne? Allah korusun, bir aksilik falan olmasın da. Yavaşça kilimin ucunu kaldırıyor. O da ne, odanın dip köşesinde oturan şu kadın Zeynep değil mi..?

- Neden ses vermiyorsun, Zeyd yok mu?

Zeynep üzerini zor örten günlük ince bir entari sessizce oturduğu köşeden kalkıyor. Peygamber zaten üzgündü, seyrettiği mutsuzluk ve çaresizliğin karşısında daha bir üzülüyor.

Peygamberlik, hicret, sonra Zeyd, bütün bunların sebebi kendisi değil mi? Zeynep kapıya doğru yaklaşıyor, sesi kırgın, sesi bir tuhaf mahzun.

- Yok, dışarıda...

Sesi neden böyle bir garip? Peygamber Zeyneb'in gözlerine bakmaya çalışıyor, yoksa bu kadın ağlamış mı..?

Keşke bakmasaydı, birdenbire simsiyah bir şimşek çakıyor sanki! Bir bakış, sadece simsiyah bir bakış getiriyor yılların sakladığı acıyı. Ve bu bakış Peygamberin en zayıf noktası, bu nokta Cebrail’in bile yanmaktan korkup kaçtığı bir nokta.

Peygamber Zeynebin gözlerine bakarken içinde sıcak bir şeylerin eridiğini hissediyor. Sarsıldığını hissedip hızla geri döndü ama, artık çok geç. O kendini biliyor, bu Muhammet az önceki Muhammet değil. Ya Zeynep, bu Zeynep tanıdığı Zeynep mi?

- Ey gönülleri döndüren Allah’ım, sen ne yücesin!

Bu kelimeler Zeynebe yabancı değil, neler olup bittiğini tahmin edebiliyor. Allah bilir, belki de biliyor...

Peygamber geri dönerken sarhoş gibi. Eve kendini zor atıyor, yalnız kalmak istiyor. Ayşe bir tuhaflık olduğunun farkında,

- Ya Resulallah iyi misiniz?

Peygamber başka bir âlemde, duymuyor.

- Ya Resulallah! İyi misiniz diyorum?

- Evet evet, iyiyim.

Gerçekte iyi değil, saklıyor. İçinde tuhaf bir sıcaklık var ve gözleri yanıyor.

*

Birkaç gün sonra diğer eşi Hafsa’nın evinde. Peygamberin durgun hâlini Ömer’in kızı da fark ediyor. Ne yapsa da açsa acaba?

- Ya Resulallah, bugün meydanda pazar kurulu. Biraz istirahat ettikten sonra benimle çıkar mıydınız? Birkaç öte beriye bakardık.

Peygamber ne zaman hayır demiş ki?

- Olur.

Pazar meydanı küçük ama cıvıl cıvıl. Arpa ve hurma çuvalları yan yana. Daha küçük çuvallarda kabak, üzüm, soğan. İşte bir süt tulumu, yanında peynir, çökelek, tereyağı, bal. Bir köşede yeni kesilmiş bir deve parçalanıyor, hemen yanında sırasını bekleyen iki keçi, başka bir köşede rengarenk elbiselik kumaş topları. Özellikle kumaşlar Hafsa’nın ilgisini çekiyor,

- Ne kadar güzel bunlar, ipek mi?

Birdenbire başka bir kadın sesi, bir selam.

- Nasılsın Hafsa?

Peygamber heyecanla titriyor, bu onun sesi değil mi?

- Ya Resulallah ya siz, siz nasılsınız?

Durup başını kaldırdı. Krem rengi uzun elbiselerini, ucunu omuzlarına attığı turuncu ipek eşarpla süslemiş bir kadın. Bu Zeynep mi? Ne kadar zarif, ne kadar şık görünüyor, muhakkak kendisi dikmiştir.

Zeynep ne soruyor, kendisi ne cevap verdi, etrafında kimler var, farkında değil. Tek görebildiği, baktığı yeri delip geçen simsiyah bir bakış. Zeynep hafif rüzgarda uçuşan elbiseleriyle asaletini sergileyen bir endam içinde uzaklaşırken, arkasında bıraktığı rüzgarın içinde hoş bir koku dalgalanıyor. Peygamber büyülenmiş gibi bir süre arkasından bakıyor, bu kadın dün ağlarken gördüğü kadın mı? Yoksa Zeynep bu davranışıyla çektiği acıları mı gizlemek istiyor?

Bu sırada Hafsa sinirli bir sessizlik içinde Peygamberden farklı düşünüyor. Bu kadar söylentiden sonra ne yapmak istiyor bu kadın? Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş. Sakın özellikle önlerine çıkmış olmasın? Geri dönerlerken Peygamber dalgın bir suskunluk içinde. Hafsa’nın öfkesi daha da artıyor. Artık bunu Ayşe’ye anlatmaz mı..?

Peygamber o gece yatsı namazını kıldırmadan önce her zaman yaptığı gibi dönüp bir süre saflara baktı. Ay ışığında pek iyi seçilmiyor ama şu arka saflarda duranlar kadınlar olmalı. Birden yüreği ağzına geldi,

- O da gelmiş midir acaba?

Kalbi heyecanla çarparken geriye dönüp fatihayı okumaya başladı. Bir süre sonra fark ediyor, o da ne? Bu fatiha tanıdığı fatiha değil, bir başka fatiha. Fatihanın ayetleri hayalinde bir insan çiziyor, bir kadın. Sürmeli kara gözlerinde acı saklayan zarif ve asil bir kadın.
Sureyi bitirip rükua eğildikten sonra Allahüekber deyip secdeye kapandı. Başı ellerinin arasında ve gözleri sımsıkı kapalı, sanki bir şeyleri görmek istemiyor. Ne mümkün? O içinde kazınmış bir hayal ve işte yine O!


Eve döndükten sonra sessizce bir köşeye çekildi. Bir Muhammet var dışarıdan görünen, sonra içinde başka bir Muhammet daha. Soruyor,

- Ya Muhammet sen ne yaptın?

- !

- Sen bir kadına baktın! Üstelik de evli bir kadına.

İçindeki Muhammet suskun. Derinlerdeydi, daha da derinlere kaçmak istiyor. Ve nihayet o derinliklerden titrek bir ses,

- Hayır hayır, o baktı.

- Hayır sen de baktın, ben gördüm.

Gizlideki Muhammet hayalinde ışıldayan bir çift ıslak kara gözü saklamaya çalışıyor.

- Yoksa güzel miydi?

- Evet ama..!

- Güzeldi demek? İyi ama eskiden hiç güzel bulmazdın. Hâttâ ben biliyorum çirkin bile bulurdun, kendini beğenmişin biri derdin. Şimdi ne değişti?

İçerdeki Muhammet suskun, diğeri bastırıyor.

- Sakın onu seviyor olmayasın?

- Yok canım! Evli barklı kadın, hiç olacak şey mi?

- Evet ama, farkında mısın namazda bile hep onu düşündün.

- Ben mi..? Fakirlik, geçimsizlik, onun için çok üzülmüştüm. Galiba etkilenmiş olmalıyım.

Ertesi gün öğle namazı yaklaşırken içinde bir garip heyecan, kalbi yine bir garip çarpıyor. İçindeki Muhammet sabırsız, soruyor.

- O da gelir mi dersin..?

Peygamber namaz için mihraba yürürken başı önde, onu görmeye korkuyor. Ya geldiyse, ya gerçekten güzelse? Halbuki biliyor güzel, çok güzel. Kadınların yanından hızla geçiyor.

Namaz bitti. Başı önüne eğik, diz çökmüş bir halde duruyor. Gelmiş midir? Hayır hayır, bakmayacak. Ama ya geldiyse..?
Bakışları kendiliğinden yükselip arka sıralara doğru uzanıyor, gelmemiş mi? Belki oturduğu yerden iyi göremiyor, ayağa kalktı. Hayır, gelmemiş. Başıyla birlikte bakışları da önüne düşüyor, içindeki Muhammet acılar içinde.


- Neden gelmiyor..?

*

Bari kendi acısıyla baş başa kalabilseydi, ama kalamıyor. Zaten patlamaya hazır olan Ayşe, Hafsa’nın anlattıklarını duyduktan sonra hepten deliye dönüyor. Bunu Zeyneb'in yanına bırakırlar mı? Artık biliyorlar, işin sırrı biraz giyinmek, biraz süslenip kendini satmak. Sonra bu kıskançlık oyununa diğerleri de katılıyor.

- Biz de güzel ipek kumaşlar, altın gümüş takılar, güzel kokular isteriz!

Allah bilir istemekle kalmayıp, yavaş yavaş davranışlarını da bu yönde değiştirmeye başlıyorlar. Peygamber bir ara bunalıyor, ne oluyor bu kadınlara, ne yapmak istiyorlar? En iyisi bir süre onlardan uzaklaşmak. Oda kapılarını dolaşıp haber veriyor,

- Ben bir süre mescitte kalacağım.

Dostları mescitteki minberin bir köşesini hasırla çevirip kapattılar. O akşam alçak hasır perdelerin arasında tek başına. Uzandığı yerden, çatıyı örten kuru hurma dallarının arasında gökyüzünde ışıldayan yıldızları seyrediyor. Bir tarafında aşk, bir tarafında buruk bir yalnızlık.

“ Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle, Eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
Ey Peygamber hanımları! Sizden kim kanıtlanmış bir edepsizlik yaparsa, kendisi için azap iki katına çıkarılır. Ve sizden kim Allah ve resulüne itaat eder iyilik yaparsa, ona da karşılığını iki kat olarak veririz.
Ey Peygamber hanımları! siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz. Takva sahibi iseniz kırıtarak konuşmayın ki, kalbinde hastalık olanlar yanlış bir zanna kapılmasın. Örfe uygun konuşun. Evinizle ve işinizle meşgul olun, sokağa çıkmanız kendinizi göstermek için olmasın. Ahzab 33/28-30”


*

Sonraki günlerde acısı artıyor. Hayalinde Zeyneb'in siyah gözleri, yedi ayetli fatiha artık hep onu anlatıyor. Nihayet bir ikindi namazında fatihayı okurken içindeki Muhammet itiraf ediyor. Evet, onu seviyorum...

Peygamber başka bir âleme dalmış, kaç rekat kıldırdığının bile farkında değil. Arkadakilerden biri namaz bittikten sonra soruyor,

- Ya Resulallah namaz mı kısaldı, yoksa vahiy mi geldi?

- Hayır! Ne namaz kısaldı ne de vahiy geldi. Neden sordunuz?

- Eksik kıldırdınız da!

Dönüp hata secdesi yapıyor,

- Ben de sizin gibi bir insanım, unutabilirim.” 5

Her namaz sonrası birileriyle biraz sohbet ederdi, artık kaçıyor. Biraz yemek mi? Hayır, bu akşam da canı istemiyor. Dostu Ebu Bekir uzaktan da olsa gelişmeleri takip ediyor, endişeli. Bir ara Cendel oğulları ile ilgili bir şey soracak oluyor. Peygamber dalgın, sanki duymuyor.

- Ey Allah’ın resulü çok durgunsunuz, sanki sarhoş gibi.

Peygamber yardım ister gibi Ebu Bekir’e bakıyor,

“ Sarhoşluk müminin kalbindedir.” 6

Ebu Bekir cevap vermeden sessizce ayrılıyor. Evet, bu çok özel bir durum. İyi de bu sarhoşluk ne kadar sürecek?

Peygamber o gece yalnız, Ebu Bekir’in taşıdığı endişeyi içindeki Muhammet’e soruyor.

- Bu sarhoşluk ne kadar sürecek?

İçindeki Muhammet suskun, kendi cevaplıyor.

- Hayır, bu işte bir yanlışlık var. Baksana işler aksıyor, diğerleriyle yeteri kadar ilgilenemiyorsun. Evet bu bir ayıp. Hani insanlara ahlak ve faziletten söz ediyordun, hani insanın içiyle dışı bir olmalı diyordun? Bak bakalım seninki bir mi?

Hayalinde Araf suresi ve gerçeği haykıran Haz. Musa,

“ Allah hakkında gerçeğin dışında bir şey söylememek, benim üzerimde bir var oluş borcudur. Araf 7/105”

Evet, bir peygamberin yalan söylemeye veya bir şey saklamaya hakkı olamaz. Peki ya kendisi? Bak işte saklıyor, yaşadığı bir gerçeği söyleyemiyor. Yoksa Musa’nın başardığını kendisi başaramayacak mı?

Evet ama bunu nasıl anlatabilir ki? Onların pek çoğu bu anlayışa yabancıdır. Ayıplayıp kınarlar, belki şüpheye düşüp dinden bile çıkarlar. Evet bu olacak iş değil, hemen kendini toplayıp vazgeçmeli.

Ne, vazgeçmek mi..? Hayalinde Zeyneb'in ıslak kara gözleri, içindeki Muhammet meydan okuyor.

- Asla! Hadi dene bakalım vazgeçebilir misin?

Vazgeçemez mi? Evet vazgeçemez, çünkü vazgeçmek istemiyor. Yazık, bir aşk uğruna işte her şey yıkılıyor. Peki inandığı ve söylediği şeyler bir yalan mıydı, gerçek bu kadar kolay yıkılabilir bir şey midir?

Canı sıkkın, çok sıkkın.

*

Sabah namazını kıldırdıktan sonra bir süre durup düşündü, karnı aç mı? Hayır, canı istemiyor. Yoksa yana geçip biraz uyusa mı? Hayır hayır, uyumak da istemiyor. Alaca karanlıkta kimseye görünmemeye çalışarak mescidin kapısından çıktı, şehrin dışındaki çıplak kara tepelere doğru yürüyor. Yürüyor ve hiç görmediği Allah ile birlikte.

Bu başıma gelen senden geldi. Söyle neden, söyle nedir bu birlikteliğin sırrı..?

Yanı başındaki çalıları yalayan hafif bir esintiden başka cevap yok, içinde ihlas suresi ve onun bir benzeri.

“ O kendi birliğinde eşsizdir. İhlas 112/4”

“ Onun eşi ve benzeri yok! Şura 42/11”

Eşsiz öyle mi, peki hani nerede? Durup ilerilere doğru baktı.
Yok işte! Lacivert gökyüzünün altında şekillenen kayalıklardan ve dikenli bodur çalıların arasında gezinen üç beş deve karaltısından başka hiç bir şey yok. 


Tepeye doğru yükselen dar keçi patikalarına girip yürüdü, yürüdü. Bir ara durup güneşin ilk ışıklarıyla birlikte beliren şehre doğru geri döndü, gözleri Kabe’yi arıyor. Kabe nerede, eyvah Kabe yok?
Sonra hatırlıyor. Öyle ya, Kabe Mekke’de kalmamış mıydı?


Yüzünü Mekke yönüne doğru çevirdi, bakışları sanki dağları delip geçiyor. Görmüyor ama hayal edebiliyor.
İşte Kabe! Görünmez uzaklarda olsa da, kara bir perdeyle örtülü olsa da, dört duvarı olduğunu biliyor. Beden, nefis, akıl ve ruh. Mikail, Azrail, Cebrail ve İsrafil. İşte geçmişin ve geleceğin sekiz büyük meleği! Peki ya aşk, aşk nerede? Bakışları yine Medine’ye doğru dönüyor. Peki bu şehrin niye bir Kabe’si yok?


Yok mu dersin? Uzaktan daha da fakir görünen evlerin arasındaki küçük bir kulübeye doğru bakıyor. Bu Zeyneb'in evi değil mi? Kalbi heyecanla çarpıyor, hangi ev bu kadar güzel olabilir? İşte Kabe gibi onun da dört duvarı, içinde gizli bir aşk var!

Evet, beden nefis akıl ve ruhla çevrili olan Kabe varlığın ve insanın sembolüdür ve aşk onun içinde gizli bir sırdır.

Önce Zeyneb'in ıslak kara gözleri, sonra da eskiler beliriyor hayalinde. İlahi aşk dedikleri bir Allah aşkından söz edip dururlar, kim görmediği bir şeye âşık olabilir? Hayır, yalan söylüyorlar! İnsan görmediği bir şeye âşık olamaz. Söz ettikleri aşk, herkesin bildiği işte bu aşktır. İlahi aşk yok, aşkın ilahi oluşu vardır.

Peki ama ya Kabe’de, Kudüs’te ve başka yerlerde dökülen gözyaşları..? Boş versene, herkes dönüp kendine itiraf etsin neden ağladığını. Gerçekte hepsi kendi nefsi için ağlıyor. Hepsinin amacı cennet dedikleri kendi kurtuluşlarıdır, başkasını düşündükleri yok!
Ya kendisi? Zeyneb'in gözleri beliriyor yine hayalinde, içi bir tuhaf. Halbuki ben onun için sonsuza kadar yanardım. Aşk işte bu, öyle değil mi..?


Cevap yok. Artık rüzgar bile esmiyor, tam bir sessizlik...

Neden cevap vermiyorsun, öyle değil mi? Yoksa yanmaz mıydım sanıyorsun?

Öğleye doğru güneş sıcaklığını artırırken aşağılarda hareketlenen insanları görüp telaşlandı. Eyvah namaz vakti geliyor, şimdi kendisini merak edip beklerler. Aslında bugünlerde onlara imamlık etmeyi hiç istemiyor, kendini suçlu hissediyor. Evli bir kadına âşık olan insandan imam olur mu?

*

Birkaç gün sonra bir akşam namazı sonrası, dağılan cemaatin arkasında kalan bir gölge kendisine doğru yaklaştı. Bu Zeyd değil mi? Eyvah, işte korktuğu başına geliyor.

- Ya Resulallah, Zeyneb'i boşadım. Ama üzülme, zaten o beni değil hep seni sevmişti.

Zeyd sessizce uzaklaşırken, kaldığı ağırlığın altında artık ezildiğini hissediyor. Başı ellerinin arasında mescit duvarının dibine çöktü. Allah’ım bana yardım et!

Neden sonra içeri girip bir köşeye büzüldü. Gecenin bir yarısı ve hayalinde Haz. Musa. Keskin bakışlarını Peygambere dikmiş haykırıyor; Bir Peygamber asla bir şey saklayamaz, asla yalan söyleyemez!

Son Peygamber şaşkın, çaresiz. Evet ama şimdi ben bunu onlara nasıl söylerim?

Hep başkaları için okuduğu Kuran bu defa kendi imdadına yetişiyor,

“ Onların sahip oldukları şu din anlayışı seni şaşırtmasın, üzmesin. Atalarının inandığı gibi inanıyorlar, hepsi bu! Ancak biz onların neyi, niçin, nasıl yaptıklarını biliyoruz ve yaptıklarının karşılığını tam olarak vereceğiz. Şu halde sen emredildiği gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte olanlar da! Hud 11/109”

Dosdoğru ha! Dosdoğru söylenecek ne var ki?

“ Hani sen Allah’ın İslam’la şereflendirdiği, senin de evlat edinerek iyilik ettiğin kimseye, hanımını boşama, Allah’tan kork diyordun. Halbuki kalbinde bir sır saklıyordun ve Allah onu açığa çıkaracaktı. Sen insanlardan çekiniyordun, oysa ki çekinmeye ancak Allah layıktır. Ahzap 33/37”

Evet, sakladığı gerçek işte açığa çıktı. Çıplak gerçek...

“ Zeyd o kadından ayrılınca onu sana nikahladık ki, evlatlıklar eşlerinden ayrıldıklarında müminler o kadınlarla evlenebilsin. Zaten Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Ahzap 33/37”

Biraz sakinleştikten sonra ayeti bir daha mırıldandı, sonra bir daha!
Ne biçim ayet bu? Koskoca Cebrail getire getire bunu mu getirdi?

Cebrail’i hatırlayınca dudaklarında acı bir tebessüm beliriyor. Doğru ya, bunda Cebrail’in ne suçu var? Bu ayetin aslı aşk ülkesindeki Refref’te saklı ve Cebrail’in haberi bile yok. Garibim sadece durumu kurtarmaya çalışıyor.

Bilal’ın sesi sabah namazına çağırırken uyanıktı. Namazı kıldırırken düşünüyor, bu akşam gelen ayetleri okusa mı? Hayır cesaret edemiyor, belki daha sonra. Namazdan sonra bitkin bir halde kuru otla doldurulmuş yatağa kendini attı. Belki hâlâ uyumak istemiyor ama, artık bedeni kendisini dinlemiyor.

Öğle namazından sonra mescitte kalmak istemedi. Gitmek, bir daha geri dönmemecesine gitmek istiyor. Nereye mi? Neresi olursa, ama uzaklardaki bu sessiz tepeleri seviyor. Zaten bir Ebu Bekir var kendini anlayan, bir de bu sessiz tepeler. Kaçar adımlarla mescitten uzaklaşmaya başladı.

Tepenin eteklerinde yorulduğunu hissedip küçük bir ağacın dibine çöküyor. Az ötesinde taze hayvan tezekleri ve üzerinde uçuşan sinekler. Sineklerin ikisi bir olmuş üst üste uçuyor, neden böyle üst üste uçuyorlar?

Düşünüyor. Evet aşk ilahidir, ama neden? Aşk işte bu sineklerde olduğu gibi bütün varlığa yayılmış bir sır değil mi? Kuşları, develeri ve hâttâ cansız nesneleri bile birbirine iten şey yaratılıştaki bu aşk duygusu değil mi? Onu insanda ilahi kılan nedir ki?
Birdenbire bir ses, omzuna dokunan bir el.


- Ya Resulallah, iyi misiniz?

Yavaşça omzuna dokunan elin sahibine doğru dönüyor, Zeyd!
Ne işi var burada?


- Kimseye görünmeden çıktığımı zannediyordum.

- Sanırım benden başka kimse görmedi.

- Beni izledin öyle mi?

- Evet, sizi yalnız bırakmak istemedim.

Peygamber Zeyd’in sevgi dolu gözlerine bakarken acılar içinde,

- Zeyd, galiba ben bu günlerde hastayım, çok hastayım.

Zeyd sırtındaki küçük su tulumunu indirirken cevaplıyor,

- Hayır hayır! Hasta değilsiniz, sadece âşık oldunuz.

- Aşk mı?

- Evet aşk! Onu bize siz öğretmiştiniz, unuttunuz mu?

Zeyd’in sadakat dolu kara gözlerine bakarken Peygamberin yüreği burkuluyor. Sonra Kudüs’ten Kabe’ye döndüğü günler geliyor aklına.

“ Ey Muhammet! Biz senin yücelerden bir haber beklediğini görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, kitap sahipleri onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. Bakara 2/144”

Evet, o zaman biliyordu, şimdi yaşıyor. Yüzünü çevirdiği Kabe varlığın kendisi, Allah’ın zahiri olan insandır. Sonra hayalindeki Zeyneb'e dönüyor;

Ey aşk! Seni tanımayan bir varlık ya cansız bir taştır, ya da duygusuz bir hayvan. Evet, aşktan ötede kimsenin görebileceği bir şey de yok! Ama beni sen mi tutsak ettin? Hayır, böylesine bir aşk seninle sınırlı kalamaz. Aşkı ilahi kılan şey, onu tüm insanlığa ve varlığa yayabilmektir.

Sonra içini bir endişe sarıyor. Evet ama, ya kendisi öldükten sonra şeytan insanları yine Allah ile aldatmaya, gerçeği yok etmeye kalkarsa? Uzaklardaki küçük fakir kulübelere bakıyor. İnsanlar! Önüne gelenin itip kaktığı, efendilik taslayıp aşağıladığı insancıklar. Kardeşi Süleyman’ı hatırlıyor;

“Rabbim beni bağışla. Bana verdiğin bu hükümranlığı benden sonra kimseye nasip etme. Sad 38/29”

Evet, insanın insana üstünlük taslaması iğrenç, çok iğrenç. Allah adına, din adına yapıldığı zaman daha da iğrenç. Bu yüzden şu peygamberlik, yol göstericilik kelimelerini bile sevmiyor. İçindeki Allah’a dönüyor;

- Artık bu peygamberlik işine bir son vermelisin, öyle değil mi? Biliyorsun ben onlara âşığım ve artık onları benden fazla kimse sevemez. Son ver ki bu aşk artık hiç kaybolmasın, şeytan yeni yalanlarla kullarını aldatmasın. Bundan böyle hiç kimse onları hor hakir görmesin, koyun gibi gütmesin. Olmaz mı, olamaz mı?
Ağacın altında, sıcak kumlu toprağa kapandı;


“ Muhammet sizden kimsenin gerçek babası değildir. O Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi pekala biliyor. Ahzap 33/40”

*

Ertesi gün öğle namazından sonra dağılan cemaatin arasında Ayşe ve Hafsa gözüne ilişiyor. Göz ucuyla kendisini mi süzüyorlar ne? Birden yüreğinin daraldığını hissediyor. Hayır, bugünlerde bu iki kaplanla uğraşacak takati yok.

Sonra aklına geliyor, kendisini anlayan bir kadınla iki çift laf etse yüreği genişlemez miydi? Adımları kendiliğinden Sevde’nin odasına doğru yöneliyor. Sevde olgun, anlayışlı bir kadın ve bugünlerde ona çok ihtiyacı var.

Sen misin Sevde’ye giden? Zaten gergin olan ortam büsbütün geriliyor. Kadınlar arasında, özellikle de Ayşe’nin başını çektiği bir uğultu bir isyan! Son Peygamber alınıyor, bu denli şikayete sebep olacak ne yaptı ki?

“ Onlardan dilediğinden bir süre uzaklaşır, dilediğine de yaklaşırsın. Uzaklaştığın hanımlarından arzu ettiğine tekrar yaklaşmanda senin üzerine bir günah yoktur. Gönülde saklı eğilimleri ise ancak Allah bilir. Çünkü Allah, gizli ve açık her gerçeği bilendir. Ahzap 33/51”

*

Birkaç gün sonra Bilal’e seslendi,

- Ya Bilal, bana Ebu Bekir’i çağırır mısın?

Ne olursa olsun işte birazdan gerçeği söyleyecek ve bu azaptan kurtulacak. Ebu Bekir biraz meraklanmış, gelip yanına diz çöktü.

- Hayırdır inşallah?

- Endişelenecek bir şey yok, sadece bir kaç ayet. Önce sana okumak istedim.

“Allah ve Resulü, kadın veya erkek bir müminin işinde hüküm verdiklerinde, eğer inanıyorlarsa o kimseler için seçme şansı yoktur. Allah’a ve Resulüne isyan eden, açık bir sapıklığa batmış demektir. Ahzap 33/36”

Ebu Bekir birden korkuyla sıçradı. Eyvah, yoksa farkında olmadan bir hata mı işledi? Peygamber büyük bir içtenlikle dostunun ellerini tuttu,

- Korkma ey tanrının halifesi! Korkması gereken biri varsa, o da benim. Gerçek resul, Allah’ın halifeleri olan sizlersiniz. Ben dünya evindeki kerpiçlerden bir kerpiç ve sadece bir kulum. Başıma bir iş geldi, Allah’tan geldi. Beni buralara toplum ve olaylar sürükledi. Biliyorsun, bunun böyle olmasını da ben istememiştim. Görmüyor musun bu ayet öncelikle bana sesleniyor ve benim de seçme şansım yok. İnsanlar ve olaylar karşısında bana düşen de ancak itaat etmektir.

Sonra okumaya devam etti, Ebu Bekir başı önde dinliyor.

“ Hani sen Allah’ın İslam’la şereflendirdiği, senin de evlat edinerek iyilik ettiğin kimseye, hanımını boşama, Allah’tan kork diyordun. Halbuki kalbinde bir sır saklıyordun ve Allah onu açığa çıkaracaktı. Sen insanlardan çekiniyordun, oysa ki çekinmeye ancak Allah layıktır. Zeyd o kadından ayrılınca onu sana nikahladık ki, evlatlıklar eşlerinden ayrıldıklarında müminler o kadınlarla evlenebilsin. Zaten Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Ahzap 33/37”

Peygamber ayeti okumayı bitirince dostuna bakıyor, başı hâlâ önde.

- Evet, ne diyorsun?

Ebu Bekir sanki utanmış gibi yavaşça başını kaldırdı. Peygamber onun bu mahcup hâlini görünce tebessüm ediyor, sevgili dostu bir ayetin tefsirinde ilk kez zorlanıyor. Şimdi ona biraz yardım etmeli,

- Haklısın, ilk okuduğumda ben de beğenmemiştim. Ne var ki herhangi bir şeyden aşk çıkarılırsa geriye kalan gerçek budur ve aşkın olmadığı bir gerçek de bu ayet gibi böyle tatsız ve anlamsızdır. Söyle, haksız mıyım?

Ebu Bekir’in yüzü sevinçle parladı,

- Evet haklısın ama, şu halde Rabbim bu aşkı niçin saklıyor?

- Allah ancak güzelliklerin açığa vurulmasını, çirkinliklerin saklanmasını emretmiştir. Görmüyor musun ki toprak bile ancak çiçek ve meyveleri açığa çıkarmakta, üzerine düşen leş ve pisliği yok etmektedir. Ayetin Zeyd’i ismen ve şahsen andığı halde, Zeynep’ten sadece “o kadın” diyerek söz ettiğini fark etmiyor musun? Dostum! Bireysel kalan her aşk gerçekte nefsîdir, bencilliktir. Bir aşkın ilahi olması, ancak tüm insanlığı içine almasıyla mümkündür. Oysa ki Zeynep nefsine uydu, ben de boş bulundum. Suçluyuz, bizim aşkımız hiç ilahi olmadı.

Ebu Bekir buruk, gözleri dolu dolu oldu.

- Biliyordum, sen bize hiç yalan söylemezsin.

*

Son Peygamber nikah yemeğinin gününü konuşmak üzere Zeyneb'e gittiğinde çok yorgundu. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde baktı, gözlerinin içi gülüyor. Ah Zeynep, bir de gülüyorsun öyle mi? Bunu bana nasıl yapabildin? Aşk mı? Evet haklısın. O anlatılmaz bir sır, önünde durulmaz bir güçtür.

- Ey Allah’ın elçisi, nikahsız ve şahitsiz teşrif ettiniz?

Zeynep’in mutlulukla ışıldayan gözlerine baktı. Allah ve Cebrail hakkındaki bilgisi, vereceği cevabı anlamaya yeter mi acaba?

- Bu nikahı Allah kıydı, Cebrail de şahidimdir!

Geri dönerken garip duygular içinde. Dalgın ve yavaş adımlarla yürürken içindeki Muhammet’e dönüyor,

- İki aydır beni bu gün için yiyip bitirdin. Nasıl, şimdi mutlu musun?

- !

- Neredesin, neden sesin çıkmıyor?

- !

- Yoksa hayal ettiğin kadar güzel değil miymiş? Yoksa yakınlaşınca hayal kırıklığına mı uğradın?

- !

- İstediğin kadar derinlere saklan, istediğin kadar sus, ne düşündüğünü biliyorum. Biliyor musun, aslında çok iğrençsin.

Sonra kendine dönüp soruyor, Yoksa haklı mı, yoksa sahiden aşk başlamadan bitmek üzere mi?
Yüreği korkuyla titriyor. Hayır, asla! Zeynep artık ilahi aşkın zahirdeki bir sembolü değil mi? Zeynep’ten vazgeçecek olsa ilahi aşktan da vazgeçmiş olmaz mı? Hayır hayır, bunu akla getirmek bile çok tehlikeli. Kayıp gitmesinden korkarmış gibi içindeki Zeyneb'in hayaline daha bir sıkı sarılıyor, sımsıkı.


Şeytanın işi yok, peygamber dinler mi? Ertesi gün bir kadın, mescitte oturmakta olan Peygamberin arkasında durup omuzlarına dokunuyor;

- Ben rüzgarlarla yarışan Hutaym’ın kızı Leyla’yım. Beni kendine eş olarak ister misin? 7

Peygamber yavaşça bakışlarını kaldırıp kadına bakıyor. Yazık, yoksa o da mı âşık?

- Peki, olur.

Sonra kendine geliyor. Hayır hayır, Zeyneb'in kara gözleri bakıp dururken bu nasıl mümkün olabilir? Tüm bedeni büyük bir ihanet korkusuyla sarsılırken bakışları önüne düşüyor.

“ Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, güzellikleri hoşuna gitse bile başka hanımlar alman sana helâl değildir. Allah her şeyi gören ve bilendir. Ahzap 33/52”

Öyle ya! Önemli olan aşkı bulmak ve ilahi aşka taşımaksa, bulduktan sonra kaybedip şehvete esir düşmek olur mu?

*

Bu noktada sayın Süleyman Ateş’i kutlamak ve bir açıklamasını vermek isterim. Ahzab suresinin 37. ayeti ile olmasa da, Hud suresindeki dikkati ile gerçeğe oldukça yaklaştığını hissediyorum. Şöyle diyor;

“Abdullah bin Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste Peygamberin şöyle dediği rivayet olunur; Hud ve benzeri sureler beni ihtiyarlattı.
Bu surelerde kendisini ihtiyarlatan şeyin ne olduğu sorulunca da şöyle cevap verdi; Beni ihtiyarlatan şey, emredildiğin gibi dosdoğru ol, ayetidir.
Bu hadisi İbn-i Merdeveyh İmran bin Husayn’dan, Tirmizi ise İbn-i Abbas’tan rivayet ederler. Tirmizi, hadisin az bilinen hadislerden olmakla birlikte gerçek olduğunu söylemektedir. Sonuç olarak, sahabenin verdiği önem nedeniyle bu hadis mühimdir ve göz ardı edilmemelidir.” 8


Teşekkürler sayın Ateş! Hadis hem gerçek, hem de söylediğin gibi gerçekten önemli. Ve bana kalırsa, gizli bir aşk hikayesinin derin acılarını taşıyor.

Ve bir iki şey daha var;

Haz. Ayşe ve Enes bin Malik’in, Ahzap suresinin 37. ayetiyle ilgili olarak şöyle dedikleri bildiriliyor;

“ - Resulallah için Kuran’dan bir şey gizlemek imkanı olsaydı, muhakkak öncelikle bu ayeti gizlerdi.” 9

Bu garip sözler, gerçeği onların da bildiğini göstermiyor mu? Evet, kırk gün süren bu aşk hikayesini onlar da biliyorlardı.

Sevgili hocalarım! Şimdi size benden daha iyi bildiğiniz bir şey anlatacak, arkasından da Allah rızası için bir şey soracağım.

Vahiy katiplerinden Zeyd bin Sabit anlatıyor;

“ İsyan edenlere karşı yapılan Yemame savaşı sırasında Ebu Bekir beni çağırttı, gittim. Yanında Ömer de vardı. Ebu Bekir bana;
- Ömer, savaşlar nedeniyle Kuran’ı ezbere bilenlerin sürekli azaldığını, Kuran’ın unutulmasından endişe ettiğini, bu nedenle bir an önce toplanması için tedbir almam gerektiğini söylüyor. Sen ne dersin?
Ben, Peygamberin yapmadığı bir şeyi biz nasıl yaparız diye tereddüt etti isem de, Ömer ısrar etti ve bu meselenin peşini bırakmadı. Sonunda Allah, Ömer’in aklını yatırdığı şeye benim de aklımı yatırdı ve Ebu Bekir bana;
- Sen genç ve akıllı bir insansın. Peygambere vahiy katipliği yaptın, vahiyleri yazdın. Bu konuda sana güveniyoruz. Şimdi Kuran’ın peşine düş ve git onu topla, diye emretti.
Deri ve kumaş parçalarından, hurma yapraklarından, düz taşlardan ve ezberlemiş olanlardan Kuran’ı toplamaya başladım. Ancak varlığından emin olduğum halde, bir ayete ait yazılı bir belge bulamıyordum. Sonunda onu sadece bir kişide, Peygamberin; Onun şahitliği iki kişinin şahitliğine denktir, dediği Huzeyme’nin yanında buldum. Sonra o ayeti, heyet kararıyla Kuran’daki yerine koyduk. Güçlükle bulduğum o ayet;
( Müminlerden öyle erler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri ahde bağlı kaldılar. Ahzab 33/23 ) ayeti idi.” 10


Şimdi soruyorum;

“ Yine o müminler ki, emanetlerine ve ahidlerine bağlı kalırlar. Müminun 23/8” diyen bir benzeri olduğu halde bulunmasında güçlük çekilen, Kuran’a konmasında kurul kararı gerekecek kadar tereddüt edilen o ayet, gerçekten Ahzab 23 ayeti miydi?

Ben demiyorum ama, yine aynı olayı anlatan ve yine Zeyd bin Sabit’in anlattığı başka bir hadis hayır diyor ve şöyle anlatıyor;

“Aradığım o ayet Tövbe suresinin son ayetleri idi ve onu yalnızca bir kişide, Huzeyme’de bulabilmiştim.” 11

Bir gariplik mi var, yoksa bana mı öyle geliyor?

İçimde iki ses var;

Toplumun Peygambere saygısı nedeniyle sanki unutmak istediği bu ayet, Ahzab 23 değil, gerçekte Ahzab 37 idi ve vahiy katibi Zeyd bin Sabit bile açıkça söyleyemedi.

Ve eğer söyledikleri doğruysa; Ahdine bağlı kalan o sâdık müminlerin en önde geleni, Peygamberin evlatlığı ve kölesi Zeyd bin Harise’den başkası olmamalıdır.

Ne dersiniz, haksız mıyım?

*

Hayalimde büyük usta Muhiddin-i Arabi. İlahi aşk isimli kitabını okurken hayatında Zeynep isminin çok özel bir yeri olduğunu, kızına bile Zeynep adını verip Zeynep üzerine şiirler yazdığını öğrenmiştim. 12

O zamanlar anlamamışım, artık nedenini biliyorum. Sitem ediyorum,

- Usta, biliyordun da neden açıkça söylemedin? Bak neredeyse biz de Peygamberimizi evli bir kadını kocasından ayırıp almakla suçlayacaktık.

Yatmadan önce hayalimde başka bir usta, Turan Dursun.

- Usta, imanın inkar ile ikrar arasında gidip geldiğini söylerler. Ve bana kalırsa senin inkarın da benim ikrarım kadar güzeldi. Artık bana hakkını helal ettin mi?

Gülümsedi,

- Sen şahitsin, maksadım asla yanıltmak değildi. Senin gibi sadece gerçeği aramıştım. Beni yeşil ve kızıl yalancılar aldattı. Allah’tan dem vururlardı da, Allah adına yapmadıkları kalmazdı. Birileri aşktan söz ederdi de, kitaptaki yerini onlar da bilmezdi. Bizim kitapta aşkın adı var, yeri yoktur. Nereden aklıma gelirdi aşkın insanlık aşkı karşısında ayıp bir bencillik sayıldığı ve en çok nefret ettiğim ayetin içinde saklandığı. Diğerlerine de söyle, siz de bana helal edin.

Mürit Kefer


Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Seçme Hadisler Kurul Diyanet İşleri / Sayı :125 Tek kitap 252
2 İslam Tarihi Mahmud Esad Marifet / 1995 Tek kitap 603
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 152
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 160
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 342
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 158
7 Taberi Tarihi Z.Kadir Ugan-AhmetTemir Milli Eğitim Bakanlığı / 1992 5 847
8 Kuran-ı Kerim Tefsiri Prof.Dr. Süleyman Ateş Milliyet / 1995 3 1308
9 Sünen-i Tirmizi / Tefsir Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Ahzab 3206
10 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 273
11 Sünen-i Tirmizi / Tefsir Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Tövbe 3102
12 M. Arabi İlahi Aşk Mahmut Kanık İnsan / 1992 Tek kitap 10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder