Vahdettin amcayı tanımazsınız. Dedenin aksine ne sakalı ne bıyığı olmayan, gençliğinde uzun boylu ve iri yapılı bir insan olduğu hâlâ anlaşılan yaşlı bir beyefendi. Fevkalade düzgün bir Türkçe ile ve son derece kibar konuşan, artık hatıralarda kalan eski İstanbul efendilerinden biri, belki de en sonuncusu. Dedeyle yaşıt olmasına rağmen Dedeye dede, kendisine amca dememizin nedeni de bu olsa gerek.
Dizlerindeki ağır bir romatizmadan şikayetçiydi, duyduk ki bayramdan on gün kadar önce evde düşmüş, kalça kemiği kırılmış. İki gün sonra da ameliyat olduğu haberi geldi. Kendisini hastanede ziyaret ettiğimizde iyi görünüyordu. Bayrama doğru taburcu edeceklermiş.
Bayramın üçüncü günü elimizde bir demet çiçek, hanımla birlikte tekrar ziyaretine gittik. Hem bayram tebriki, hem geçmiş olsun ziyareti. Eşi bizi salona aldı. Vahdettin amca yatak odasında yatıyormuş ve az sonra geçecekmişiz. Biliyorum, bize iyi görünmek istiyor olmalı. Az sonra odaya girip elini öptük. Özür dileyerek bize gecikmesinin nedenini anlattı,
- Kızıma çiçeklerinizi vazoya koymasını rica etmiştim. Sağ olsun koymuş ama her halde yanlış anladı, benim arzu ettiğim vazoya koymamış. Halbuki ben onların, benim için çok kıymetli olan ve en çok sevdiğim şu kristal vazoda olmalarını istemiştim. Zahmet etmişsiniz ve sizin çiçekleriniz benim için çok değerli.
Çiçekler eski vazolarından çıkıp yeni vazolarında masaya konurken, gözlerim tül perdenin arkasından görünen balkona takıldı. Kimi sararmış kimi henüz canlı, en az on demet çiçek görünüyor. Anladım, en sonuncusu az önce bu kristal vazodan bizim çiçeklerimize yer vermek için ayrılmış olmalı. Ne kadar nazik bir davranış!
Söz sağlığından ve zahmetinden açılınca eşine işaretle,
- Ah! dedi. Asıl zahmeti o çekiyor, çok yoruluyor.
Hanımların hakkı konusundaki kısa bir sohbetten sonra da, nasıl olduysa birden eski hatıralarına uzandı, gençlik yıllarına!
- Çok gençtim. Ankara’da Hacı Bayram Veli dergahında derviş oldum. Bir kardeşim vardı, çok severdim. Neden bilmem, ben onu ne kadar çok seviyorsam, annem ve babam da aksine beni ondan daha az severlerdi. Dahası bunu o kadar belli de ederlerdi ki, kimilerinin üvey olduğumu zannedip sordukları bile olurdu. Buna rağmen hayatım boyunca kardeşimi hiç kıskanmadım. Nasıl kıskanırım ki, Allah Felak ve Nas sureleri ile hasedi yasak etmiştir. Ben o duaları çok sık okurum, dedi.
Bu surelerin anlattıklarıyla nasıl bir ilgisi olabilir? Aklımda her iki surenin ayetleri uçuşuyor.
“ De ki; yarattıklarının şerrinden, çöktüğü zaman karanlıkların şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, kıskandığı zaman hasetçinin şerrinden, karanlıkları yarıp çıkan sabahın Rabbine sığınırım. Felak 113”
“ De ki; gerek insan olsun gerek cin, insanların kalbine kuşku veren o sinsi düşmanın şerrinden, insanların Rabbine sığınırım. Nas 114”
Önce anlamamışım, sonra yavaştan bir ateş basmaya başladı yüzüme. Birden Vahdettin amcayı dinleyemediğimi fark ettim.
Allah’ım, ben bu sureleri yıllardır nasıl okumuşum, nasıl anlamışım? Ayet ne söylüyormuş, ben ne anlamışım! Öyle ya, benden büyük kıskanç, benden büyük fesatçı, benden büyük şerir var mı ki? Dua ederken bile fesat işliyormuşum da haberim yokmuş.
Düşünsenize, yıllardır dua ediyorum ve şöyle diyorum,
- Allah’ım beni kıskançlardan koru. Malımı, paramı ve başarımı çekemeyenlerin kötülüğünden beni muhafaza et. Beni cinlerden uzak tut, bana büyü yapanları kahret.
Kimin ne yaptığını sorsalar ne cevap vereceğim? Üfürükçü cahillerin ve görmediğin cinlerin ispatlanmamış iddiaları ile tanımadığın günahsız insanlardan şüphe etmek günah değil mi deseler, ne derim?
Aman Allah’ım! Deccalı, şeytanı ve nefsimi bildiğimi sandığım halde, nasıl oldu da ayetleri doğru anlayamadım. En azından nedensiz bir şüpheyle kendi kendini zayıf düşürmek akıllı bir insanın yapacağı iş midir? Anlamadığım ne çok şey daha var kim bilir?
Vahdettin amcanın sonraki söylediklerini hiç hatırlamıyorum. Biraz kendime geldikten sonra halimi itiraf ettim. Hiçbir şey bilmiyormuşum ve kendisine nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Suskun ama memnun, gülümsedi.
Eve dönerken eşime şöyle dedim,
- İlk fırsatta tekrar teşekküre gelmeliyiz. Ben bu hakkı nasıl öderim?
*
Tekrar görüşmek kısmet olmadı. Bir hafta kadar sonra, cuma günü akşam saatlerinde bir haber geldi. Vahdettin amca üç saat önce ölmüş. Yarın ikindide kaldıracaklarmış.
Cenazesine Dedeyle birlikte gittik. Kış olmasına rağmen güneşli ve sakin bir gündü. Cenaze törenine güçlükle gelebilen Dede, Vahdettin amca indirilirken halsiz bir halde mezarın ayak ucuna çöktü. Önündeki toprak yığınından parmak uçlarıyla bir tutam toprak aldığını gördüm, sonra okumaya başladı. Defin başlarken işaret etti, mezarcıya seslendik. Hâlâ parmak uçlarında tuttuğu toprağı mezarcının çamurlu avuçlarına bırakırken tembihledi,
- Başına doğru yavaşça serpiver! Ama yavaşça...
O bir tutam toprak, zannettim ki sevgiliden sevgiliye gönderilen bir demet çiçektir.
*
Üç gün sonra Dede çağırdı, gittim. Doğrudan konuya girdi,
- Ölmeden önce Vahdettin bey ile bir konuyu görüşmüşsünüz!
- Evet. Bana Felak ve Nas surelerini anlatmıştı. Nasıl haberiniz oldu?
- Senden sonra beni aradı. Senin hakkında, kısa görüştük ve çok konuşamadık, aman sohbetin eksiği fazlası olmasın dedi.
Sonra Kuran’ı istedi, getirdim. Oku ve anlat, dedi. Okuyup anlattım. Bir süre sessiz kaldı ve sonra sordu,
- Karanlıkları yarıp çıkan sabah vaktini de anladın mı? Ve sabahın Rabbini?
- Evet, dedim. Allah sizden ve Vahdettin amcadan razı olsun, yoksa hep karanlıklarda kalırdım.
*
O hafta sonu Mısır seminerinin ikinci haftası ve Yüksek Tepeli genç öğretmenimiz antik Mısırdaki cenaze törenlerini anlatıyor,
“ Mısırlılar ölüm korkusu çekmezlerdi. Çünkü her şey Evrensel yasa Maat (Hak) çerçevesinde olup bitmekteydi ve paniğe gerek yoktu. Buna inanmayan ve dünyada sadece yaşayıp öldüğünü düşünen bir kimseye deli gözüyle bakarlardı.
Bir Mısırlı, mezarını sağlığında kendi yaptırmaya başlar ve yapımı kendi denetlerdi. Mezar bitmeden ölecek olursa, oğulları mezarı bitirmek acele ederlerdi.
Ölenleri için sessizce onlar da ağlarlardı ama, bu üzüntüleri uzun bir yolculuğa çıkan ve bir gün dönecek olan bir sevgilinin ardından duyulan acıdan daha büyük değildi.
Törenleri rahipler idare ederdi. Tören ve bunu izleyen ziyafet için bir boğa, bir ceylan ve bir kaz kurban edilir ve kurbanın en iyi yerlerinden birkaç parça ölenin ruhu için yakılırdı. Daha sonra tören şarkı ve danslarla devam ederdi. Hayatın geçici bir rüya olduğunu bilince neden üzülelim!
Ziyafet bittiğinde, cenaze bir kayığa konularak Nil’in batı yakasındaki ölüler şehrine doğru yola çıkarılırdı. Defnetmeden önce biri erkek biri dişi iki dana daha kurban ederler ve sonra ölüyü mezarına terk ederlerdi.” 1
Genç öğretmenimiz konuşurken dikkat ettim, içimde beni rahatsız eden bir kıpırtı var. Sanki bir şeyi unutmuşum, sanki bir yerlerde bir şeyler eksik...
Hafta sonu duyguyla geçti. Pazartesi akşamı Kuran’ı açıp Felak ve Nas’ı bir daha okudum. Evet böyle çok güzel!
Nas suresi Kuran’ın son suresidir. Peki bu güzel tefsirle bitti mi?
Hayır! Biliyorum denizler mürekkep olsa O bitmez. Şu halde başa dönmeliyim ve ilk sure Bakara. Önceleri bilmezdim, Bakara inek demekmiş. Son Kutsal Kitap ve inek! Kuran’ı bizzat Peygamberin kendisinin düzenlediğini bilmesem soracağım, başka isim bulamadınız mı?
Az sonra 67. ayeti okurken durakladım, işte bir inek daha! İyi de ne var bunda?
Daha ne olsun, bu inek benim mucizeler bahsinde anlamayıp es geçtiğim inek değil mi? Evet, bu inek o inek ve işte ayetleri!
“ Ve Musa kavmine dedi ki, - Allah size bir inek kesmenizi emrediyor. Dediler ki, - Sen bizimle alay mı ediyorsun? Dedi ki, - Cahillerden biri olmaktan Allah’a sığınırım.
Şöyle dediler, - Sor Rabbine bizim için, açıklasın bize neymiş o? Cevap verdi, - O diyor ki, söz ettiğim ne yaşlıdır ne körpe, ikisi arası bir inektir. Hadi size emredileni yapın.
Şöyle dediler, - Sor Rabbine bizim için, neymiş onun rengi açıklasın bize. Cevap verdi, - O diyor ki, söz ettiğim sarı, rengi parlak bir inektir. Seyredenlere mutluluk verir.
Şöyle dediler, - Dua et Rabb’ine, açıklasın bize neymiş o? Çünkü bu inek bizim gözümüzde başkalarıyla karıştı. Ve biz Allah dilerse, elbette doğruya ve güzele ulaştırılacağız.
Cevap verdi Musa, - Allah diyor ki, söz ettiğim boyunduruk yememiş bir inektir, toprağı sürmez, ekini sulamaz. Salma hayvandır, alaca yoktur onda. Dediler ki, - İşte şimdi gerçeği getirdin! Ve ardından onu boğazladılar. Az kalsın yapmayacaklardı.
Siz bir adam öldürmüştünüz de, onunla ilgili olarak çekişip duruyordunuz. Oysa ki Allah sizin sakladıklarınızı ortaya çıkaracaktı.
Şöyle dedik, - Kesilen ineğin bir parçasıyla öldürülen adama vurun. İşte böyle diriltir Allah ölüleri. Size ayetlerini gösteriyor ki, aklınızı işletebilesiniz. Bakara 2/ 67”
Aklım mucizelerde, Haz. Cabir’de, hurma dallarında geziniyor. Yoksa mucizeler hakkındaki düşüncelerim yanlış mıydı? İyi ama İsmet amca ve daha birçok kimse de benim gibi düşünmüyor mu! Daha doğrusu ben de onlar gibi düşünmüyor muyum..?
Fakat baksana, işte bir mucize ve inanmaktan başka çare yok! Hayır hayır, olamaz! Yine aynı Kuran,
“Allah’ın yaratışında değişiklik bulamazsın. Ahzab 62, Fatır43, Feth23” der ve yaratılışın tabii kanunlarında böyle bir olaya yer yoktur. Şu halde benim bilmediğim başka bir açıklaması olmalı.
Yoksa birkaç gündür beni rahatsız eden duygu bu muydu? İyi de antik Mısırın inekle ne ilgisi var?
Ne ilgisi mi var? İnek, boğa, öküz hep aynı şey değil mi? Kurban kesmek dirilişi bilmek, kendi nefsimizin önüne geçmek değil mi?
Birden kitap elimden düşer gibi oldu. Anladım! Tabii ya, zaten başka ne olabilirdi ki! Bir hafta önce rahmetli Vahdettin amcanın yanında düştüğüm gibi bir şaşkınlık daha yaşıyorum.
Evet, Haz. Musa’nın kesmemizi emrettiği o inek, kendi nefsimizdir ve şimdi ayetleri açıyoruz;
Kavmin yaşlıları Allah’ın istediği bu kurbanın nasıl bir kurban olduğunu bilmektedirler, ancak bir kere de Musa’nın ağzından duymak isterler. Musa hakkında şüpheleri vardır. Acaba gerçekten peygamber mi, gerçeği biliyor mu? Haz. Musa ise ne söylediğinin farkındadır ve açıklar.
Ne yaşlıdır ne körpe, ikisi arası bir inektir. Nefis dediğimiz şey de öyle değil midir? Yaşlısı genci hep aynı değil mi?
Parlak sarı renkli, seyredenleri mutlu eden bir inek. Renklerin dilinde sarı kıskançlık ve bencillik değil mi? Her istediğimizin yerine gelmesi bizi mutlu etmiyor mu?
Ayetin sonraki açıklamaları daha da açık. Boyunduruk yememiş, toprak sürmemiş, ekin sulamamış. Kısacası o bir inek değil, başka bir şey! Ya ne? Dilediğince davranan bir benlik, adeta salma hayvan!
Ya dirilen ölü? Ölüye vurulan inek parçası?
Artık bunda şaşıracak bir taraf kalmamıştır. Nefis olarak diri, anlayış olarak ölü kardeşlerimizi diriltmenin tek çaresi onları eğitmektir. Ve bu eğitim, kendi ölü nefislerimizle kızmadan ve övünmeden yapacağımız bir eğitim olmalıdır.Ölüleri dirilten Haz. İsa’nın bunu nasıl başardığını şimdi anladım.
Milyonlarca Hintli bu ineği niye kutsallaştırıyor diye yıllardır merak ederdim. Yine anladım ki, o inek bizim benliğimizdir ve insanın dört temel esasından biridir.
Matadorların boğalarla niye güreştiğini de anladım. Anladım ki insan aklın, boğa nefsin timsalidir ve aklın nefse galebesinin oyunu oynanıyor. Bari boğanın ölümüne değseydi, öyle değil mi?
*
Şimdi sizinle birlikte beş bin yıl önceye gidecek ve antik Mısırdaki Mürit Kefer’i biraz daha yakından tanımaya çalışacağız. Öyle sanırım ki şu anda anlamaya çalıştığımız inekle çok yakın bir ilgisi var.
Ancak antik Mısırı anlamaya çalışırken, şu gerçeği gözden uzak tutmamanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Yazı, beş bin yıl önceki Mısırda bulunmuştu ve henüz yeni kullanılmaktaydı. Okuma yazmayı sadece firavunlar, Amon rahipleri, yazıcılar ve üst düzey devlet görevlileri bilirlerdi. Ya halk? Sahip olunan bilgi onlara nasıl aktarılacak, nasıl yaygınlaştırılacak? Bu nedenledir ki, halkın çok eskilerden beri bildiği semboller anlatımı antik Mısır kültüründe çok önemli bir yer tutar.
Mürit Kefer bildiğimiz bokböceğidir ve Mısırda sık kullanılan en önemli dini sembollerden biridir. Görmüşseniz bilirsiniz, hayvan pisliklerden kendi kadar toplar yaparak yuvarlayan küçük kara bir böcek. Küçükken köylerde görmüştüm. Ben onları uçarken gördüğümü hiç hatırlamıyorum ama, meğer çok seyrek kullandığı iki kanadı varmış. Mısırlılar onu önemli bir dini sembol sayarlarmış ve taştan bir Kefer kabartmasının altına şöyle yazmışlar,
“ Ben Kefer, mürit. Kanatlarımı açınca uçacağım.”
Peygamberlerin dünyayı pis bir çöplüğe benzettiklerini hatırlayacak olursanız, Mısırlıların ne demek istediklerini hemen anlarsınız. Kefer’in topladığı yuvarlak pislik topu dünyadan başka bir şey değildir ve bokböceği Kefer, gerçekte dünya ile uğraşan bir insandır. Kefer’in hiçbir işe yaramayan o pis topu bırakıp gittiği gibi, bir gün insan da dünyayı bırakıp gitmiyor mu?
Osiris, yani kamil insan olmak isteyen Kefer uçmak için kanatlarını açmak zorundadır. Ama o kadar da zor ki! Hem kanatları zayıf, hem de hiçbir işe yaramayan o pis topa delicesine âşık. İşte kutsal Amon rahiplerinin Kefer’e ilk öğretisi;
Önce kanatlarını aç, sonra dünyayı terk et!
Kim ölmeden dünyayı terk edebilir? Öğreti semboliktir. Amon rahiplerinin istediği boğayı kesmemiz, yani nefsimizin önüne geçmemizdir.
Kanatları açıp uçmak mı? Hayır, atıp tutanlara, uçan evliya hikayelerine aldırmayın. Uçmak gerçeğe ulaşmak demektir. Ra gerçeğiyse daima iki haldedir. Amon ve Aton, Rahman ve Rahim, Bâtın ve Zahir, geçmiş ve gelecek, sıcak ve soğuk, iyi ve kötü, erkek ve dişi, sonu yoktur!
Kefer, ancak yaratılıştaki bu anlaşılmaz dengeyi anladığı zaman gerçeğe ulaşabilecektir. Sadece bilim veya sadece din ile gerçeğe ulaşabileceğini zanneden tüm Kefer’ler hayal âlemindedir. Gerçekte hâlâ o pis topun üstündedirler. Kah bir tarafında, kah öbür tarafında, yuvarlanır dururlar.
Sahi, yeri gelmişken sorayım. Söz ettiğimiz bu küçük bokböceğini Son Peygamberin de tanıdığını ve ondan söz ettiğini hiç duymuş muydunuz?
“ Allah bencilliği ve büyüklenmeyi yasaklamıştır. İyi insanlar mütevazı ve yardımsever, kötü insanlar da bencil ve zalimdir. Sizler hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Ademse topraktandır. Şimdi birileri ya cehennemlik ataları ile övünmekten vazgeçer, ya da burnuyla hayvan pisliği itip duran bokböceğinden daha aşağı olurlar.” 2
*
Tutankhamon’un hazineleri ve Miraçta bir imam arasında gidip gelirken, farkında değilim iki ay geçmiş. Bu çalışmayı topladığım sırada kurban bayramı gelip çattı. Salih ağabey tanıdığı bir kasabın bahçesinde inek kesecekmiş ve bana da kurbana katılmamı teklif ediyor. Bugüne kadar hiç inek kesmemiştim, memnuniyetle kabul ettim. Ama ben hayvandan anlamam, kendisi seçecek ve bu gün Arife. Allah kabul etsin, yarın birlikte keseceğimiz bu inek inşallah parlak ve sarı renkli olur.
Kurban bayramı namazını küçük bir mescitte kıldık. Hayır, bu kez takke almadım ve en öne de durmadım. İyi ki de öyle yapmışım, çünkü yine şaşırdık. Biraz ben yanımdaki genç delikanlıdan kopya çektim biraz o benden, namazı bitirdik.
Kapıda toplanıp bayramlaştıktan sonra da yürüyerek kasap dostunun evine gittik. Bahçedeki çam ağaçlarına bağlı üç boğa. Her biri altı yüz kiloymuş. Biri tam kara, biri alacalı, biri düz kirli sarı. Hava soğuk, soludukça burunlarından duman çıkıyor. Sordum, bizimki kirli sarı olanmış. Çok parlak değil ama olsun, sarı ya..!
Önce ev sahibinin alacalı boğası kesilecek. İki kasap hazırlığa başladı. Bıçaklar ve urganlar hazırlanırken biz boğaları dolaşıp seviyoruz. Gözleri ne kadar güzel ve bizim gözlerimize ne kadar benziyor. Ve gözlerinde bizim gibi cinlik yok, düşmanlık yok. Bizim gibi yiyip içiyor, bizim gibi ürüyor ve bizim gibi ölüyorlar. Onlar da bizim gibi topraktan gelip toprağa gidiyorlar.
Ellerim bizim boğanın sırtında gezinirken, birden bir pat sesi! Boğayla birlikte korkuyla sıçradık. Çocuklardan biri sokakta maytap patlatmış. Allah’ım, görüyor musunuz olanca cüssesine rağmen o da benim gibi korkuyor.
Kara olan öfkeyle böğürmeye başladı, sanki halatları koparacak! Patlama kendisini rahatsız etmiş olmalı. Alacalı sakin yatıyor, biraz sonra başına gelecekleri düşünemiyor bile. Dikkatle bakınca fark ediliyor, fiziksel benzerliklerimiz bir yana, onlar da bizim gibi farklı huylara sahip. Kim ne derse desin, Darwin’in çok eskiden beri bilindiği halde sonradan unutulan bir gerçeği dile getirdiğine inanıyorum.
Bu arada kar başladı, acele etmemiz lazımmış. Az sonra alacalıyı iteleyip kaldırdılar. Ayak tırnaklarına kementler atılıp düğümlendi. Başında ayrı bir kement. Çağırdılar biz de yardıma gittik. Arka ayaklarındaki urgan benim elimde. Çekin sesiyle asıldık, çam kütüğü gibi yan düştü. Ayak bağları birbirine çekilip yeni düğümler atıldı, çaresiz yatıyor. Yapabileceği bir şey yok!
Kurbanları kesecek gençten biri elindeki bıçakları tırnaklıyor. Sordum, kasabın kalfasıymış. Az sonra elindeki enli ve uzun bıçakla bismillah deyip başa eğildi, sonra bir haykırış! Kalfa bir yanda, bıçak bir yanda. Hayvan boğaz derisi kesilmiş, kalkmak istiyor. Eyvah kaçacak! Daha doğrusu hepimiz tehlikedeyiz. Kalkarsa topumuzu perişan eder.
İpi bırakmayı düşünürken bir küfür, sert bir komut. Sakın bırakmayın, asılın! Birden ev sahibi kasabın tek başına boğanın başına kapandığını gördük, bağırıyor;
- Küçük bir bıçak, çabuk!
Biri küçük bir bıçak yetiştirdi. Sonrasını görmedim. Kalktığında savaştan çıkmış gibi gözlerinin içine kadar her yeri kan içindeydi,
- Bırakmayın, dedi. Biraz sonra işi biter!
Ona bakarken, Uhud savaşındaki Ebu Talha’yı hatırladım. Demek ki Allah herkesi ayrı bir sebeple yaratmış ve herkesin ayrı bir işi var. Kimimiz kartal gibi yükseklere çıkan bir akıl, kimimiz de aslanı andıran bir korkusuzluk ile birbirimizi tamamlıyoruz. Kasabın bu yaptığını Darwin yapabilir miydi dersiniz?
Evet, bu bakış açısı doğrudur. Hayvanlar âleminden süzülerek geldiğimiz doğrudur, hayvanlarla ve kendi hayvanlığımızla boğuşarak! Bu açıkça görünüyor ve benim için kurbanın anlamı bu bayram iyice belirmiştir. Kurbanımızın hedefi günahsız ve çaresiz hayvanlar değil, bizim kendi kötülüklerimizdir. Kurbandan nefret eden hayvan severlerin acıma duygularına bütün kalbimle katılıyorum ama, kabul edilmeli ki insan hayvandan değerlidir ve kolay yetişmiyor.
O karışıklıkta öğle namazı geçmiş. Sürekli kılamasam da namaz kılanları yalnız bırakamam. Salih ağabey namaz için ara verdiğinde ben de arkasında durdum. Fatihadan sonra sıra Kevser’de ve artık sonsuz olduğumuzu biliyorum. Devam ettim,
( Şu halde Rabbin için namaz kıl, kurban kes! Kevser 108/2)
Yıllar önce anlayamamıştım. Artık namaz kılarken ve kurban keserken ne düşünmem gerektiğini biliyorum. Kendi nefsimizin önünü kesmedikçe kurban kesmemizin tek anlamı var, et!
Secdeye varırken fark ettim, kolum ağrıyor. Uzun zamandır bel fıtığından rahatsızdım, son birkaç yıldır da boynum başladı. Bu gün soğuk dokunmuş olmalı.
Biliyor musunuz, hayvanlar bel fıtığı olmazlarmış. Doktorların söylediğine göre bel ve boyun fıtığının asıl nedeni, hayvandan gelişen insanın ayağa kalkışıymış ve omurgamız buna hâlâ alışamamış. Birden aklıma geldi, secdedeyken az önce kestiğimiz boğaya benziyor muyum acaba? Kürek kemiklerimi çekip boynumu iyice uzattım. Evet doktorlar haklı olabilir, böyle durunca ağrım azalıyor.
Sonra Livraga ve Sfenks geliyor aklıma. Hayır, eminim Livraga Sfenksin ne olduğunu da anlamamıştı. Anlasaydı, sadece toprak, su, hava ve ateş olarak bilinen dört temel esası değil, çok daha önemli başka şeyler de anlattığını bilirdi.
Boğa, aslan, kartal ve insan, işte Sfenks! Yani nefsimiz, bedenimiz, aklımız ve ruhumuz. Sfenks, insanın hayvanlar âleminden gelen ve geleceğe yürüyen büyük macerasını anlatmaktadır. Sfenks de piramitler gibi insanlık gerçeğinin başka bir ifadesidir. Allahüekber deyip ayağa kalktım. Kolum yine ağrıyor ama olsun, insanlık güzel şey.
Son Peygamberin bir hadiste ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Şeytandan bahsederken şöyle diyordu,
“ Şeytan kafirdir ve kötülüğü emreder. Sana da mı ya Resulallah? dediler. Evet dedi, bana da! Ne var ki şimdi Müslüman oldu ve bana kötülüğü emretmiyor.” 3
Dedenin ve Vahdettin amcanın bu yardımları ile, umarım ben de kendi şeytanımı tanımışımdır. Umarım artık benim şeytanım da Müslüman olmuştur da, umarım artık bana da kötü şeyler emretmez.
Mürit Kefer
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Teb Giorgio A. Livraga Yeni yüksektepe / 1996 Tek kitap 119
2 Seçme Hadisler Kurul Diyanet İşleri / Sayı :125 Tek kitap 90
3 Sahih-i Müslim / Münafikun Mürşit 2.0 CD Turan Yazılım / 1996 69 2814
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder