Bugün 25 Ocak 2001, Çarşamba. Gece saat on bir gibi telefon çaldı, uzaklardan bir haber daha. Yaşar amca ölmüş. İkindide ölmüş, yarın öğleye kaldıracaklarmış.
- Hanım yetişebilir miyim..?
On saat şehir merkezi, sonra iki saat kasaba, evet yetişebilirim. Ben otobüs için telefon ederken hanım elbiselerimi hazırladı. Bütün gece süren sakin bir yolculuktan sonra gündüz saat on bir gibi yetiştim.
Evin arka bahçesinde akrabalardan üç beş kişi toplanmış, konuşuyorlar. Biri küçük oğlu, selam verip başsağlığı diledim. Çok ıstırap çekiyordu, kurtuldu dedi. Ona yurt dışındaki ağabeyini sordum,
- Haber verdin mi, yetişebildi mi?
- Artık yetişemez. Dün geç vakte kadar aradım ulaşamadım, evde değil. Bu sabah tekrar birkaç arkadaşını aradım, bulup haber verecekler.
Az ötede su dolu kocaman siyah bir kazanın altında odunlar yanıyor. Hemen yanında sabun lekeli tahta bir teneşir, birkaç kişi perde için ip germeye çalışıyor. Eve girdim, kireç badanalı küçük bir odanın içinde beyaz çarşaflara sarınmış yapayalnız yatıyor. Yazık, dev bir Promete daha öldü öyle mi? Yüzüne bakamadım, belki ağlarım...
Tıpkı Vahdettin amcanın öldüğü güne benzeyen güneşli ama kuru soğuk bir gündü. Cenaze namazını evin iki sokak ötesindeki beton camide kıldık. Sonra onu ovanın ortasına, kaledeki Zeus tapınağını seyreden yeni belediye mezarlığına gömdük. Ne işe yarar bilmiyorum ama, toprağın arasında gözden kaybolurken Dedenin yaptığı gibi fatiha okuduğum bir tutam toprak serptim. Bir tutam toprak, bence bir demet çiçektir.
Dönerken altmış yaşlarında biri koluma girdi,
- Ben Tevfik, babanın eski dostlarından, hatırladın mı?
Evet hatırladım. Belki de baba dostlarından geri kalan son Melami. Eve dönen cenaze otobüsüne birlikte bindik.
- Sizler çalışırken ben çocuktum. Sonra da gençlik heyecanları girdi araya, babamı dinleyemedim. Ama yanlış hatırlamıyorsam, sizler bugün söylenenlerden farklı şeyler söylüyordunuz.
- Çok farklı değil. Onların orası dediği yere, biz burası diyoruz hepsi o kadar. Bizim orası hakkında bilgimiz yoktur.
Son Melami’ye şeriatı sordum,
- Bu çok zor bir soru, o hem geniş hem zor bir şeydir. Bir toplumun içinde bulunduğu doğal koşullardan geleneklerine, kendi koyduğu kanunlardan temel dini hükümlere kadar her şey şeriat, yani insanı çevreleyen şartlardır.
- Peki ya namaz, oruç, hac ve şeriatın içindeki yerleri?
- Kuran açıkça sayı vermez ama, toplum okuyup dinlediklerinden İslam’ın beş, imanın altı şartı olduğunu çıkarıp kabullendiği için bizim de saygıyla karşılayıp kabullenmemiz gerekir. İslam, teslim olup itaat etmek demek değil mi? Ancak şu var ki, kişinin sadece namazı değil bütün ibadetleri kendi içindir, şahsidir. Allah’ın eşsiz varlığını kendi şeriat anlayışımızla sınırlamak doğru değildir.
Otobüs evin önünde durunca inip bahçeye girdik. Teyze acısını içine gömmüş, cenazeden dönenleri karşılıyor.
- Yolum uzak, ben içeri girmeden izin istesem olur mu?
- Olmaz, dedi. Sofra hazır, yemeğini ye de öyle git.
Doğru ya, unutmuşum. Ölenle ölünür mü, yemek yemeden olur mu? Evet, yiyelim ki yaşayalım. Yaşayalım ki, Allah’ın bizlerde yarattığı sureti de yaşasın. Amon rahipleri geliyor aklıma,
(Hayata doğru ayağa kalk ve yeniden doğ! Görüyorsun sen ölmedin ve hep genç olarak yeniden buradasın.)
Eminim ki ölüye değil, ölünün yanında duran biz dirilere işittirmeye çalışıyorlardı.
Yemekten sonra kalktım. Uğurlayanların arasında Tevfik ağabey de var. Ayrılırken Son Melami’ye bir şeyler söylemek istedim, söyleyemedim. Söyleyebilseydim şöyle diyecektim;
- İzin ver, Son Melami ben olayım da bu arayış artık bitsin. Çünkü sadece arayanı değil, yanında yaşayanları da mutsuz ediyor. Allah’ın gerçeği hemen yanı başımızda durup dururken, bu kadar uzaklara gidip yorulmaya değiyor mu?
*
İstanbul’a geri dönmek üzere yola çıktığımda akşam karanlığı çökmek üzereydi. Otobüsün arka taraflarındaki boş bir koltuğa geçtim. Otobüs evlerin ışıklarını hızla arkada bırakırken Yaşar amca geliyor aklıma. Şimdi sorgu melekleri gelmiş midir acaba? Ellerinde tokmaklar, soruyorlar mıdır Rabbin kimdir peygamberin kim, mezhebin nedir imamın neci?
Yine böyle bir cenaze dönüşü konuştuğum İsmet amcayı hatırlayıp karanlıkta gülümsüyorum. Birlikte bulunduğumuz bir cenaze töreninde imamın sorgulardan söz eden konuşmasını anlamayıp sormuştum,
- Amca ne diyor bu imam, ciddi mi?
- Boş ver, dedi. Bildiğini değil duyduğunu söylüyor. ( Biz onlardan önce de nicelerini yok ettik. Dinle, ne bir ses, ne bir nefes duyuyor musun? Meryem 19/98) ayetinden haberi yok.
Kendi kitabından haberi olmayanın Tevrat’tan haberi olur mu?
“ Nasıl ki gölden sular çekilir gider de kuruyup çöl olur, insan da öylece yatar da kalkmaz. Gökler yok oluncaya kadar uyanmaz ve uykularından uyandırılmazlar. Eyub 14/11 ”
Evet, Yaşar amca da babam gibi bilmediğim derin uykularda uyuyor. Sorguya daha zaman var.
İyi de kabirleri aydınlatan bir nurdan söz eden Dede ne demek istiyordu acaba, sakın aklıma gelen olmasın?
“Ve İsa onlara dedi ki; Ben dünyaya, bana inananlar karanlıkta kalmasın diye bir nur olarak geldim. Biraz zaman daha bu nur sizin aranızdadır. Nurunuz varken yürüyün ki, sizi karanlık basmasın. Zira karanlıkta yürüyen nereye gittiğini bilmez. Yuhanna 12/35 ”
Sonra Nur suresi geliyor aklıma. Şimdi surenin içinden bir nur göndersem Yaşar amcaya, Allah ruhuna eriştirir mi acaba?
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Kristal bir fanusun içinde korunmuş, ışık saçan bir kandil gibidir. Adeta inci gibi parlayan bir yıldız. Bu kandil, hiçbir ülke ve topluma mal edilemeyen bereketli bir ağacın, zeytin gibi bereketli bir ağacın yağından yakılır. Öyle bir yağ ki, neredeyse ateş olmadan tutuşacak. Nur üstüne nurdur o. Allah nurunu dilediği kimseye eriştirir. Allah her şeyi bilir. Nur 24/35 ”
Bu ayet, ağaçların, yıldızların ve zeytinyağına bulanmış kandillerin arasında darmadağın olduğumuz en zor çevirilerden biridir. Artık nurun gerçeği gösteren bir bilgi demek olduğunu tartışmadığımıza göre diğer tanımlar hakkında düşünebilir miyiz?
Işıl ışıl parlayan kristal fanus sonsuz evren, fanusun içindeki kandil insan ve anlayışı, ışıksa çevremize yaydığımız doğru bilgidir. Çevremize bilgi veren bu anlayış kandilinin yağı, gerçeğin kendisidir. Öyle bir gerçek ki ne doğusu vardır ne batısı, ne ülkesi vardır ne toplumu. Gerçek her yerde gerçektir. Kandildeki bu yağı veren en büyük gerçekse, bereketli bir zeytin ağacına benzeyen büyük insanlık ağacıdır.
Aslında bu güzel tefsiri yapan Kuran kendisidir ve şöyle açıklıyor,
“ Ey Peygamber! Şüphe yok ki biz seni uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle bir davetçi, ışık saçan bir kandil olarak. Ahzab 33/46”
Evet Allah nur üstüne nurdur ve her bilginin üstünde muhakkak başka bir bilgi var.
Otobüs gece yarısı mola verdiği tesisten ayrılırken Dede geliyor aklıma. Babam hakkında, oldum Melami buldum belamı diyen Dede...
İyi ki neden diye sormamışım o gün, anlatamazmış. Hoş, o anlatsa bile ben anlamazmışım. Meğer Melâmilik her şeyden vazgeçmek pahasına gerçeği aramak demekmiş. Babamı aşağılıyor sanmıştım, meğer babamın yürüdüğü yolun güçlüğünden söz ediyormuş.
Farkında değilmişim ama, meğer babam gibi ben de gerçeği arayan bir Melami imişim de gerçeğe ulaşmak kolay değilmiş.
“ Orada apaçık işaretler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse bilsin ki, Allah’ın âlemlere ihtiyacı yoktur. Al-i İmran 3/97”
Hiç inkar eder miyim? Ama düşünün..
Nedir o işaretler, neresidir o güvende olunan yer? Yoluna gücü yetenler ne demek, nedir Allah’ın hakkı?
Meğer hac demek bulunduğu yerden kalkıp ileriye gitmek demekmiş de, (1) kimsenin aklına düşünce ve davranışlarında ileri gitmek gelmezmiş.
Meğer Mekke’ye gitmeye güç yetermiş de, Allah’ın oturduğu bu kutsal evi ziyaret etmeye herkesin gücü yetmezmiş. Aklı meczup olmakla korkutanların anlatmak istediği meğer buymuş.
Meğer Allah’ın huzuruna giden miracın yolu bir geceden değil, gece gibi kararan bir ömrün içinden geçmekteymiş de, evli ve benim gibi sıradan bir insanın yapabileceği bir şey değilmiş. Meğer Yaşar amcanın toplum ve ailesi tarafından sevilmeyişinin nedeni de buymuş.
Anladım, yaşamın gerçeği bu halkın kaldıramayacağı kadar ağır. Belki de bu yüzden Kuran’a mucize, dünyaya hayal deyip geçiyorlar.
Kuran mucizedir derlerdi de inanmazdım, artık inandım. Nasıl mucize olmasın ki, benim okuduğum şu Kuran baştan sona Müslümanları tehdit ettiği halde Müslümanlar okurken onlara aynı şeyleri söylemiyor. Artık sebebini biliyorum. Çünkü onlar Kuran’ı değil, kendi bildiklerini okuyorlar. Çünkü onların Müslümanlıkları İslam’a değil, kendi nefislerinedir.
Namaz, oruç, hac ve zekat! Artık yirmi yıldır sorduğum ve hiç kimseden anlaşılır bir cevap alamadığım şeriatı da anladım. Ancak yine anladım ki şeriat Allah’a ortak koşacağım başka bir kutsallık değil, anlayış kapılarını açmaya çalışan kutsal anahtarlardır.
Evet ama bu kutsal semboller her toplumda var değil mi? Her dinin, iklime ve geleneklere göre değişen bir şeriatı yok mu? Bu şeriatların özünde sakladıkları şey hep aynı değil mi?
Doğru. Kim bilir belki de Allah’ı anın, ibadet edin, oruç tutun, kutsal evi ziyaret edin, insanlara yardım edin diyen Kuran’ın bunu nasıl yapacağımızı söylemeyişi de hepsi aynı olduğu içindir. Tüm dinleri ve kulları sadece insanlık açısından değerlendirip, hepsini kabul ettiği içindir.
Ben bu hiç değişmeyen özün en kısa ve en güzel ifadesini yıllar önce yine İsmet amcadan duymuştum.
- İslamlık, insanlıktır.
*
Sevgili eşim, sevgili çocuklarım! Benden şikayet etmekte hep haklıydınız, yine haklısınız. Ömürden geriye ne kaldı, size kendimi affettirebilir miyim, bilmiyorum. Niyetleri bilen görünmez Allah affeder mi, onu da bilmiyorum. Umarım affeder.
Ama hatırlayın, toplumun ve başkalarının çıkarını kendi çıkarlarımızın üstünde tutardım da, kıskanıp kızardınız. Haklıymışım değil mi? Allah kuru kuruya anılmazmış. Hiçbir şeye benzemeyen ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ın, insanlıktan başka verdiği bir ölçü yokmuş. Allah, sadece kendi malını ve çocuklarını sevip de kendi suretinde yarattığı insanlığı unutanları sevmiyormuş. Ayete baksanıza;
“ Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. Münafikun 63/9”
İlgisiz ve sert miydim? Evet, babalarımız ve dedelerimiz gibi ben de şu ayetin anlamını bilmiyormuşum, hata yaptım.
“ Ey iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınız sizin yolunuzda olmayabilirler, onlara bunu bilerek davranın. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz ve örterseniz, bilin ki Allah da çok koruyan ve bağışlayandır. Tegabün 64/14”
Nereden bilirdim beden, nefis, akıl ve ruh isimli dört temel esası? Nasıl bilebilirdim nefsin de çok önemli vazgeçilemez bir esas olduğunu? Yıllardır Allah’ı aradığımı, nefsimi bir yana koyup karanlıklara karşı kutsal bir savaş verdiğimi sanıyordum. Meğer bana Allah’ı aratan o merak duygusu bile benim kendi nefsimmiş ve yıllarca ben de nefsime uymuşum da haberim olmamış. Sizin de bir nefis sahibi olduğunuzu bilememiş, bazı küçük kusurlarınızı hoş görmeyi becerememişim.
Ancak bir şey var. Belki henüz farkında değilsiniz ama, zor günler geçirdiğiniz bu savaşın sonunda kazandığınız bir şey var. İster Rahmana bakın ister Rahime, artık bundan sonra hiçbir şeytan sizi Allah ile aldatamaz. Yeter ki siz kendi kendinizi aldatmayın.
*
Eve döndükten iki gün sonra bir akşam kapı çalındı, gelen kardeşim. Yaşar amcanın vefatını öğrenmiş.
- Başımız sağ olsun, Yaşar amca vefat etmiş.
- Evet, benim üzerimde çok hakkı vardı. Allah rahmet etsin.
Salona geçip oturduk. Babamızı ve Yaşar amcayı andığımız birkaç cümleden sonra konuyu değiştirdi,
- Bana verdiğin yazıları okudum.
- Peki nasıl buldun?
- Sevimli değil. Bu yazılar halkın inandığı bir Allah’ı yok ediyor!
- Evet, dedim. Şeytanın anlattığı yalandan bir Allah’ı yok ediyor ve gerçekten var olan Allah’ı anlatıyor.
- Ama melekleri de yok ediyorsun. Sanki Peygamber Hira mağarasında Cebrail diye bir melek görmemiş?
- Evet, tam anladığın gibi! Peygamber mağarada hep yalnızdı. Çünkü melekler görünmezdir ve onları ancak akıl görür, öyle değil mi?
Birden dikkatimi çekti. Allah Allah, bu çocuk neden böyle kırk yıllık Müslümanmış gibi konuşuyor ki? Yoksa inanmıyor görünse bile, onun da içinde var olmasını hayal ettiği başka bir Allah mı vardı? Yoksa uzaklarda var olan bir Allah fikri insanlara hoş geliyor da, Allah’ı yakına çekmeye çalışmakla hata mı yapıyorum? Çünkü yakına çektikçe hepten görünmez oluyor ve bu durum galiba insanın ümitlerini kırıyor. Bende de öyle olmamış mıydı? Evet haksızlık etmemeliyim, buna hakkım yok.
Kardeşim için üzüldüğümü hissediyorum. Keşke hiç çalışmasaydım, keşke hiç yazmasaydım.
Çay içiyorduk. Ben büyük bir pişmanlık içinde susarken, sıkıntıyla oturduğu koltukta geriye doğru yaslandı.
- Evet, bu anlatım biçimi materyalizmin bilimsel ruhuna aykırı değil ve inkar edilmesi gerekmiyor. Ancak sen de iyi bilirsin ki bu tartışmanın temeli tanrının bilincine uzanır. İdealizm, Allah’ın varlıktan bağımsız ayrı bir bilinci olduğunu ve âlemi de bu bilinçle bilerek yarattığını iddia eder. Böyle olması için de, onların inandığı gibi varlıktan ayrı bir Allah olması gerekir. Eğer iş öyle değilse ve senin söylediğin gibiyse, o zaman da çok iyi bildiğin materyalist gerçek önümüzü kesiyor. Maddi âlemden başka bir varlık yoktur ve madde bilinçsizdir. Bu düğümü çözebilir misin?
Bu çocuğun yaşı benden küçük ama benden akıllı. Doğru ya, bu soru bilim ve din tartışmasındaki en temel sorumuz, bu soru Feurbach’ın en başta sorduğu soru değil mi?
Ruh denilen şeyle dünya arasında nasıl bir ilgi var?
Bu defa benim başım öne düştü. Buna cevap vermek zor, çok zor. Cevap vermekte zorlanacağımdan emin olmalı, hemen arkasından konuyu değiştirdi. Şimdi o da benim için üzülüyor olmalı.
Oldukça yaklaştığım Allah’ın maddeden bağımsız bir bilinci var mı?
O gece kardeşim ayrıldıktan sonra ilk işim Allah ile ilgili bilgilerimi toplamak oldu. Garip ama, en zor soru cevabı en kolay olanıymış.
Hayır, Allah’ın maddeden bağımsız bir bilinci yok!
Neden yok?
Yok çünkü, Allah kelimesinin analizi bizden ayrı bir varlığı değil, ezeli ve ebedi olan maddi âlem ile insanın şah damarımız kadar yakın olan birlikteliğini anlatıyor. Evren Allah’ın vücududur, yüzü de biz insanlık.
Yok çünkü, bilinç aklın bir fonksiyonudur ve Allah’ın ne beyni, ne aklı olduğundan asla söz edilemez. Kuran ve diğer kutsal kitaplar da dahil olmak üzere bu güne kadar hiç kimseden böyle bir şey duyulmamıştır.
Yok çünkü, Allah’ın bilincinden değil ancak ilminden söz edilebilir. Allah’ın ilmiyse, varlıktaki en küçük zerrenin bile kendi varlığında sakladığı kendi özüdür. Zaten olmamış olayların bilgisi de olmadığı içindir ki Kuran şöyle der,
“ İşleyin, ta ki bilelim. Al-i İmran 3/166”
Allah’ın gaybı bilişi geleceği bilen ayrı bir bilinç sahibi oluşundan değil, gaybın Allah içinde oluşundandır.
Sonuncusu Haz. Muhammet olmak üzere, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin düzeltmeye çalıştıkları bu ezeli aldanışımızın nedenini artık biliyorum. Bu neden, eksik anlayışlarımız ve eksik aktarışlarımızdır.
Şimdi beş bin yıl önceki antik Mısır’ın yedi temel yasasını hatırlayın.
1- Evren zihinseldir.
2- Gök nasılsa yer öyledir.
3- Her şey hareket halindedir.
4- Her şeyin iki kutbu vardır.
5- Her hareket tersine döner.
6- Her etki bir tepki doğurur.
7- Her şeyin erkeği ve dişisi olur.
Son beş yasa kolayca anlaşılabilir. Şimdi ilk iki yasayı açıklayacak ve bin yıllardır nerede hata yaptığımızı göreceğiz.
1- Evren zihinseldir.
Bizi bilinç sahibi ayrı bir Allah anlayışına götüren ilk hatamızı bu yasada yaptık. Gerçekte yasa insan aklının önemini anlatıyor, evreni ancak aklın kavrayıp elde edebileceğini söylemek istiyordu.
2- Gök nasılsa yer öyledir.
Bu yasa, iki ayrı âlem var olduğunu zannettiğimiz ikinci hatamızdı. Oysa ki yasa tam aksini anlatıyordu. Çünkü yer ölümlü dünya yaşamını, gök ise gelecek sonsuz yaşamı temsil etmekteydi ve yasa herkesin ettiğini bulacağı maddi tek bir evreni anlatmaktaydı.
Bu yasayı doğru anlamadığımız içindir ki, aşağıdaki Kuran ayetini de anlamamışızdır.
“ İnkâr edenler görmüyorlar mı ki gökler ve yer bitişik bir halde idi. Onları birbirinden biz ayırdık. Her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı? Enbiya 21/30”
Dinimizin temel kaynağı antik Mısır’ı tanımayan, ayeti Peygamberin asla bilmediği bilimsel teorilerle tefsir etmeye çalışan din adamlarımız, “ Ben onları ne göklerin, ne yerin, hâttâ ne de kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım. Kehf 18/51” ayetini unutmuş görünüyorlar. Allah, şahit olmadığımız bir olayı görmemizi niçin istesin ki?
İşin doğrusu şudur; Birbirine bitişik olan yer ve gök, ezeli geçmişle ebedi gelecektir. Ezeli ve ebedi olan Allah, kendi suretinde yarattığı insanla onları birbirinden ayırmıştır, tıpkı birleşen iki denizi insanla ayırdığı gibi.
Yanlış bu kadarla kalsaydı ya! Ama hayır, kalmadı. Bilmediği şeyler için bilmiyorum demeyi küçüklük, Allah hakkında bilmediği şeyler söylemeyi marifet sayan birileri ölüme de bir şeyler yakıştırmaktan geri durmadılar. Antik Mısırlının hiç korkmadığı ölümü, kabir azabı ve zebaniler gibi masallarla doldurup güzelim yaşamı zindan, bir çoğumuzu hasta ettiler.
Şimdi sorun onlara,
“Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır. Kaf 50/4” ayetindeki kitap hangi kitaptır? Nedir öldüğümüz zaman toprağın bizden alıp götürdüğü?
Bilmiyorlarsa söyleyin,
Gerçek kabir insanın kendisi, insansa dört duvarlı bir Kabe’dir. Biri beden, biri nefis, biri akıl ve biri ruh. Beden; etimiz kemiğimiz, nefis; arzu ve ihtiyaçlarımız, akılsa idrak ve düşüncemizdir. Öldüğümüz zaman üçü de paramparça olur, dağılır gider. Oysa ki her üçünün de ruh dediğimiz kendine ait bir ilmi vardır ve hiç ölmez, hiç yok olmaz. Hiç ölmeyen ruhumuz, beden nefis ve aklımızın âlemde bıraktığı bir sedadır. Ne kadar hoştu, ne kadar değil, yeniden dirildiğimizde belli olacak.
Öyle sanıyorum ki çok basit yerlerde çok büyük hatalar yapıyoruz. Neyse ki bilim bizim anlayışımıza göre değil de, varlığın kendi gerçeğine uygun olarak çalışıyor.
*
Evet, artık varlıktan ayrı bir Allah olmadığını biliyorum. Var olan Allah’ın şahdamarım kadar yakın olduğunu da biliyorum. Artık felsefenin en zor sorusunun cevaplandığını da biliyorum.
Ne var ki şimdi onun yerinde daha zor bir soru var. Şimdi felsefenin en zor sorusu, benim bunu başkalarına nasıl söyleyeceğimdir. Ve ben bu soruya cevap vermek istemiyorum.
Neden mi?
Ya sözlerim kardeşimi olduğu gibi başkalarını da incitir, hayallerini yıkarsa? İnsanın incindiği bir yerde gerçeğin ne güzelliği kalır ki?
Ama hayır! Ben bu çalışmayı insanlara ahkam kesmek için değil, görünmez Allah’ı bulmak için yapmamış mıydım? Eğer bulduğum Allah herkesin inandığı gerçek Allah ise kimsenin hayali yıkılmayacaktır. Yok değilse, zaten bırak yıkılsın. “Hak geldi, batıl zail oldu. İsra 17/81”
Ertesi gün ilk işim kardeşimi arayıp bilgi vermek oldu,
- Materyalizm haklıymış, Allah’ın maddeden ayrı bir bilinci yokmuş.
Büyük bir hayal kırıklığı içinde;
- Yazık, dedi.
- Ne o, yoksa haklı çıktığına sevinmedin mi?
- Hayır, mesele o değil. Desene gizli veya açık her şeyi bildiği sadece bir yalanmış. Desene kıyamet dediğin diriliş de, hesap günü de bir yalan.
- Hayır, yanlış anladın. Onun maddeden ayrı bir bilinci yoktur ama, ilmi vardır, bilgisi vardır. Onun ilmi varlığın ilmi, bilgisi biz insanların bilgisidir. Düşünsene, öldürülenin dahi göremediği en profesyonelce bir cinayetin bile şahidi vardır ve o şahit katilin kendi gözleridir. Ölenlerin yeniden diriltildiği kıyamet gününde onu kendi hatıraları ele verir. Kuran’ın şu ayetlerini hiç okumadın mı?
“ İnsan, sürekli kendine bakan keskin ve gizli bir bakış, kendi kendinin şahididir. Kıyamet 75/14”
“ O gün elleri ve gözleri kendi aleyhlerine şahitlik eder. Yasin 36/65”
“ Her insan, yaptıklarına karşılık bir rehindir. Müdessir 74/38, Tur 52/21”
- Anladım, bu haber diğerinden daha iyi.
- Biliyor musun Haz. İsa haklıymış. Gözünün önündeki kardeşini sevmeyen kimse görmediği Allah’ı sevemezmiş. Galiba aradığım Allah’ı senin için üzülürken buldum. Sanırım ruh ile dünya arasında bir ilgi var. Hem de yakın, şahdamarımız kadar yakın bir ilgi.
- Yoksa sen de Mansur gibi Ene’l Hak mı diyeceksin?
- Hayır, dedim. Artık akıllandım. Ene’l Hak mı, bir daha asla! Bundan sonra sadece şöyle derim, Sen el Hak!
- Sahi sana sormak istediğim bir şey daha vardı. Hep merak etmişimdir, bu sonsuz evrenin sonu neresi, Allah ile ne ilgisi var? Düşündükçe aklım uzağa gidiyor, uzağa gittikçe beynim çatlayacak gibi oluyor, sonunu getiremiyorum.
- Haklısın, bunu ben de yaşamıştım. Ama sonra anladım ki, bizi bu şaşkınlığa düşüren şey, Allah’ı sürekli maddi bir varlık olarak görmek istememizdir. Oysa ki Allah âlemden ayrı maddi bir varlık değil, varlık ve yokluğun, zaman ve mekan içindeki sonsuz hareketinin ta kendisidir. Zaten varlıkla yokluk arka arkaya gelmeseydi sonsuzluk olur muydu? Evren ve ötesi, ister maddi varlıklarla dolu olsun ister yoklukla bomboş, bundan bize ne? Böyle bakınca, Allah kelimesinin yanında sonsuz bile nasıl küçülüp yok oluverdi gördün mü! Yunus’u hatırlasana;
“ Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.”
*
Ah Kardeşim! Senin benim gibi okuyan insanların bile anlamakta zorlandığı şu gerçeği, okuyamayan garip halk nasıl anlar? Ebu Hüreyre’nin ne sakladığını ve niçin sakladığını artık anladım. Anladım ki marifet cansız bedenleri diriltmek değil, yaşayan ölüleri diriltmektir. Çünkü onlar kendi içlerindeki İsa dirilmedikçe asla dirilemezler.
“ Sen çıldırasıya istesen de onların çoğu inanmayacaktır. Yusuf 12/103 ”
“ Biz onların kalplerini ve kulaklarını mühürledik, gözlerinde de perde vardır, artık onlara işittiremezsin. Bakara 2/7” diyen Kuran’ın ne anlatmak istediğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Haklısın Kardeşim, galiba bu hatıralar hiç sevilmeyecek ve hiç kimse okumayacak.
Hem neden okusunlar ki? Onlar Allah’ın görünen vekilleridir. Allah’ın bilgiye ihtiyacı olmadığı gibi onların da yok. Her şeyi herkesten iyi biliyor ve hiç kimseden hiçbir şey öğrenmek istemiyorlar. Onların istediği yaşamak ve en yukarıya çıkmaktır. Allah’ın arşı kaplayıp oturduğu gibi, onlar da arşa çıkıp oturmak istiyorlar.
Feurbach haklıymış. Din onlar için kendi nefislerini örtüp sakladıkları bir perde, arşa çıkıp tanrılaşmak için güç aldıkları bir teselliymiş.
Oysa ki yanılıyorlar. İçlerinde taşıdıkları bu tanrılık duygusunun kendi benlik şeytanlarının bir aldatması olduğunu bilmiyorlar.
Binlerce yıldır şeytanı, Adem’i ve Havva’yı suçluyor, Adem’in, Havva’nın ve aldatan şeytanın hep kendileri olduğu hiç akıllarına gelmiyor. Kendi kendilerini aldatıyorlar da, asla farkında olmuyorlar.
Evet yanılıyorlar, çünkü gerçek vekil insan değil insanlıktır. Allah’ın vekil ettiği insanlığa kul olmadıkça, Allah’a nasıl kul olabilirler?
Allah yarattığı âlemlerden müstağnidir diyorlar da, eminim ne söylediklerini kendileri de bilmiyorlar.
Allah kelimesini biliyorlar da içinde iki âlem olduğunu bilmiyorlar. Âlemin Lâm olduğunu biliyorlar da Lâm’ın ucundaki eğriliğin Nun, yani akıl olduğunu bilmiyorlar. Mim’in insan olduğunu biliyorlar da, Allah kelimesinin içinde Mim neden yok diye merak etmiyorlar. İnsanın secde etmesi gerektiğini söylüyorlar da, Mim insanın, ancak Nun aklın secdesinden sonra insan olduğunu bilmiyorlar.
*
İki insan; Biri doksan yaşında, biri kırk sekiz.
İki insan; Biri Dede, biri ben.
Ve yirmi üç yıldır süren bir dostluk.
Yıllar sonra hayretle fark ettim, biz bu kadar yıl nasıl dostluk edebilmişiz?
Çünkü gerçekte biz aynı iki şey değil, birbirine zıt iki şeymişiz. Tıpkı bir besmele gibi. Dede besmelenin Rahman sıfatıymış, bense Rahim. Dede Rahmandan başka bir şey tanımazmış, bense Rahimden.
Antik Mısır’ın İslam, İslamınsa insanlık tarihi kadar eski tek din olduğundan artık şüphem kalmadı. Varlık gerçeği, sanki Allah’ın birliğini ispatlamak istermişçesine birbirine zıt sonsuz ikilikler sergiliyor.
Neden ve nasıl olduğunu hâlâ anlamış değilim ama, hayretle görüyorum ki birileri sanki tanrı Zeus olarak doğmuş, sanki bir görünmeze inanmak için yaratılmışlar. Birçoğu din hakkında hiç bir şey bilmiyor, bilmek de istemiyorlar. Kutsal kitap deyip durduklarına bakmayın, aslında Kuran’ı da okumuyorlar. Secde onlar için felsefenin en kısa ve en güvenilir özetidir.
Ancak her şey zıddıyla var. Ben ve arkadaşlarım bir Prometeydik ve onlar gibi değildik. Biz bilinmezi değil bilineni, bâtını değil zâhiri sevdik. Hiç bilmediğimiz karanlıklara değil, sadece gerçeğe secde etmeyi sevdik ve gerçeği aradık.
Rahmanın karanlığına secde edenler bizi dinsizlikle itham ediyor ve Allahsız olmakla suçluyorlar. Hangi hakla?
Onlar secde etmekle övündükleri bu ilmi çalışarak mı elde etmişlerdir? Yoksa hepimizi yaratan yüce Allah onları cennete, bizi cehenneme atmak üzere onları kayırmış mıdır?
Elbette hayır! Cebrail hadisini, Dihye bin Halife ile konuşan Son Peygamberi hatırlayın göreceksiniz. Peygamber bu konuşmasında imanı bilgi olarak tanımlayıp ayırmakta, görülmeyen bir Allah’a inanmaya ise karşılıksız ihsan demektedir. Peki ama kullarından bazısına karşılıksız ihsan edip de bazısını mahrum bırakmak Allah’a yakışıyor mu?
Hayır. Gerçek şu ki, Allah katında kulları eşittir ve hepimize ihsan etmiştir. Zeusların görür gibi oldukları şey Rahman’ın görünmezliği, Prometelerin görür gibi olduğu şey ise Rahimin görünürlüğüdür. Ancak hem onlara hem bize verilen bu farklı sezgiler sadece karşılıksız birer ihsandır, iman değil. Bu karşılıksız ihsanın gereği ise, Rahmandakilerin Rahime, Rahimdekilerin de Rahmana boyun eğmeleridir. Allah’a iman dediğimiz bilgi, işte bu gayretlerimizin ardında saklanmaktadır.
Tanrı Zeus’ların din anlayışlarını hiç sevmemiştim ama, sonuçta onlar bir insandılar ve bu farklılık onları sevmeme engel olmamıştı. İyi ki de öyle yapmışım, şimdi görüyorum ki aradığım Allah bu ikiliğin ardındaki birlikte saklanmaktadır. Eskiden olsaydı, benim anlayışım doğru derdim. Artık öğrendim ki ikisi de doğrudur ve Hak denilen ilahi gerçek bu ikiliği kabul etmemi gerektiriyor.
Dedeyle yirmi üç yıl süren bu derin suskunluğumuzun nedenini şimdi anlıyorum. Eğer konuşsaymışız onun Rahmandan söyleyeceği her söze ben, benim Rahimden söyleyeceğim her söze o karşı çıkacakmış ve belki de Allah’ın birleştirilmesini emrettiği bir şeyi ayırıp koparacakmışız. Ben Rahmana saygı göstermişim, Dede Rahime. Ben Rahmana doğru yürümeye çalışmışım, Dede Rahime.
*
Dede! Kuran ve hadisler hakkındaki anlayışımı neden duymak istemediğini şimdi anladım. Hiç dile getirmedin ama, Rahmanı senin anladığın gibi anlamadığımı galiba biliyordun. Haklıydın, ben senden farklıydım ve ancak tanıdığım Rahimi anlatabilirdim.
Namaz kılmadıkça olmaz derken de haklıydın. Çünkü halkın değerlendirme ölçüsü bilgi ve ahlakla değil, hiç bilmediği halde itaat ettiği ve başkalarını da itaat etmeye zorladığı şeriat iledir. Ama Allah için söyleyin, bu hak mıdır?
Bize namazın rükünleri dörttür derdiniz de, sonra ezberletirdiniz; Kıyam, kıraat, rüku ve sücud. Şimdi kıraatsiz namaz olur mu diye sorsalar olmaz dersiniz de, kıraatin okuyup bilgilenmek demek olduğunu söylemezsiniz.
Tekbir alırken başparmaklar kulak memesine değecek dersiniz de, bu hareketin firavunlara kadar uzanan bir ikilik bilgisini anlattığını bilmezsiniz.
Kıraat Kuran okumaktır dersiniz de, birisi kendi dilinde okumak istediğini söyleyince şaşırıp sakıncalarını anlatamazsınız.
Secde kulun Allah’a en yakın olduğu andır dersiniz de, secde daha kıymetli olduğu halde namaz neden ayakta başlar diye sorsalar susup kızarsınız.
Hayır Dede! Bu insanlar bizim insanlarımız, bu çocuklar bizim çocuklarımızdır ve bu kadar bilgisiz bırakılmalarına Allah razı olmaz. Nitekim olmadı da! Zira Allah’ın her iki eli de sağdı ve bana Kuran’ı sol görünen sağ eliyle okuttu. Ve ben onlara, sizin anlatmadıklarınızı işte böyle anlattım.
Söyleyin Dede, Peygamberin gösterdiği yoldan siz de miraca çıktınız mı? Çıktıysanız söyleyin, Rabbimiz bizim için hâlâ namaz kılıyor muydu? Bizim için böyle kılıyorduysa, sordunuz mu Yahudi, Hıristiyan, Budist veya materyalist kulları için nasıl kılıyormuş? Yoksa onları unutmuş mudur?
Dede, firavunlardan beridir süregelen şu namazın Kuran’da salât olarak geçtiğini, Kuran’ın söz ettiği bu salât kelimesinin diğer anlamının Allah’ı anmak demek olduğunu, Allah’ı anmaktan maksadınsa düşünüp gerçeği görmek demek olduğunu niçin söylemiyorsunuz?
Namaz dinin direği, müminin miracıdır diyorsunuz da, namazdaki bu miracın Kuran’ı okuyup anladığımız derin bir tefekkür demek olduğunu niçin anlatmıyorsunuz?
Dede ben miraca çıkmadım. Ancak çıkan biri, Allah’ın bizim için hâlâ namaz kılmakta olduğunu, hâttâ namaz kılmakla kalmayıp hacca gittiğini, dahası oruç tutup zekat verdiğini söyleseydi inanın hiç şaşırmazdım.
Allah namaz kılar mı?
Önceleri ben de bilmezdim ama kılarmış. Kıyam, kıraat, rüku ve sücud! Yani ayakta durmak, kuran okumak, eğilmek ve secde etmek.
Kıyam ayağa kalkış, isyan ediş ve karşı duruştur. Kıraat okumak, bilgilenmek demektir. Rüku bu bilgiyle gerçeğe yakınlaşmak, secde de tam olarak anlayıp inanmak demektir. İster inansın ister inanmasın, ister kılsın ister kılmasın, namaz olgunlaşan bir insanın yaşam hikayesidir.
Evet ama bunun Allah ile ne ilgisi var?
Doğru, bu sadece insan ile ilgili bir ifadesi. Halbuki kulları ister kılsın ister kılmasın, Allah’ın kıldığı bir namaz daha varmış, hâlâ kıldığı bir namaz daha.
O namazın kıyamı yeryüzünde nefis dediğimiz canlı varlığın belirişi, kıraatı insanla ilerleyen bilimsel gelişmedir. Bu tek rekatlı varlık namazının rükuu insanların artık bilime inanıyor olmaları, secdesi kıyamet, yani bizim tüm gerçeği görüp inandığımız dirilişimizdir.
İnsanlığın Kabe gerçeğine ilerleyen kıyamet yolculuğu Allah’ın haccıdır. Zekatı kendi varlığından bize verdiği varlığımız, orucuysa hak ve adalet konusunda kıyameti bekleyen suskunluğudur.
Şahadet mi?
Önce Kuran, sonra da bu hatıralar, işte bu gerçeğin şahididir.
Biliyorum Dede, ben gerçeğe ne kadar âşıksam Allah’ın bazı kulları da secdeye öylesine âşık. Biliyorum Allah onları bilgili oldukları için değil, sadece iyi oldukları için seviyor.
“ Sen ancak yaratılıştaki ahenge hayran olan ve görmediği halde Rahmandan korkan kimseyi uyarabilirsin. Böyle kimseyi, bağışlanma ve seçkin bir ödülle müjdele. Yasin 36/11”
Biliyor musun Dede, aslında onları ben de çok seviyorum.
Zaten benim savaşım namaz kılanlarla değil, namaz kılıyormuş gibi görünen şeytanla idi. O şeytan ki, iyi bir insan olmamızı değil, sadece zorla namaz kılmamızı emrederek Allah’ı şeriatla örtmeye çalışmaktadır.
Ben mi? Ben sadece ben bir Prometeydim ve Allah için değil halk için savaşıyordum.
Nereden bilirdim halkın hak olduğunu? Allah’ın yürüyerek gelene koşarak geldiğini söyleyen Peygamber, her zaman olduğu gibi meğer yine doğru söylüyormuş.
*
Sonsuz ikiliklerin üstünde iki temel sıfat, Rahman ve Rahim.
Yani, Dede ve ben.
Biz Antik Mısır’daki iki dev heykeliz.
Dede o heykellerden susan Maamon kolosodur, bense çıkardığı yedi sesle sonsuzluk şarkıları besteleyen Memnon kolosu.
Ama ikisi de tehiyyatta, ikisi de denge hâlinde. Ben güneşin doğuşuyum, Dede batışı, Amon ortamızda yükselen gerçektir.
Ya siz, siz hangi sıfata yakınsınız? Henüz kararsızsanız size bir tavsiyede bulunabilirim.
Ne Dedeye benzeyin, ne de bana. Eğer gücünüz yeterse Son Peygamber Haz. Muhammet’e benzeyip besmeleyi eksiksiz söyleyin ve varlığın şu sırrına yakın durun.
“ İster Allah deyin ister Rahman, hangisiyle yakarırsanız yakarın, en güzel isimler Onundur. İsra 17/110”
Bu sırrın gerçeği, kıyam ve kıraatle başlayan sonra da rüku ve sücut ile devam eden bir namazın tehiyyatta karar kılıp bittiği yerdir.
Namaz,oruç,hac ve zekat, sonra da tüm bunların gerçekliğini görüp şahitlik etmek. İslamın bu beş temel esası, tıpkı piramitler, sfenks ve Kabe gibi yaşadığımız gerçeğin bedenle anlatılan hikayesidir.
*
Allah’ım!
“ Zaman benim bir yüzümdür.” (2) buyurmuştun ve ben sana bakmak, seni görmek istedim. Görmek istemekle kalmadım, çok sevdiğim kardeşlerime de göstermek istedim.
Ben isteseydim görünemez miydim deme sakın! Çünkü biliyorum Rahman isminle gizlenir, Rahim isminle görünürsün. Rahman isminle bilinmez ve görünmez iken kim ne görebilmiş ki ben bir şey görebileyim ve gösterebileyim! Ama Rahim isminle göründüğün ve görülmek istediğin şu varlıkta sana bakmamak ve baktırmamak olur muydu..?
(İşleyin, ta ki bilelim. Al-i İmran 3/166) buyurmuştun ya, ben bu işlediğimle, senin Rahman isminde gizlediğini benimle görünen Rahim ismine bildirdim. İkimiz de biliyoruz ki, sen istemeseydin ben isteyemezdim.
(Sen atmadın, Allah attı! Enfal 8/17) buyurmuştun ya! Evet, aslında bunu ben yapmadım sen yaptın! Çünkü sen varken, ben yoktur.
“ Ben kulumun zannettiği gibiyim.” (3) diyordun ya, doğruymuş. Biz materyalist kulların Allah yok diyorduk da sana inananlar bize inanmıyor, bizim zannettiğimiz gibi yok da olabileceğini akılları almıyordu. Kendi anlayışlarımızın yarattığı yalandan bir Allah’ı yok ederek bizi de haklı çıkardığın için hamt olsun. Zaten bunu senden başka kim yapabilirdi ki?
Biliyorum, geçmiş ve gelecek ne kadar insan varsa bir o kadar gerçek var ama, her zaman ve mekanda mevcut olan eşsiz varlığın, uçmaya çalışan bir garip Kefer müridine 2002 yılında işte böyle görünüyor.
Mürit Kefer
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Yol Kültürü Dergisi İsmail Taşpınar İst.Bş.Bld. İsfalt / 2001 9 6
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 180
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 421
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder