34. Tutankhamon'un hazineleri

Bu çalışmayı Tutankhamon’un hazinelerini arayarak tamamlayacağımı önceden söyleseler inanamazdım. Nereden, nereye!

Artık kendi anlayışımın sonuna geldiğimi ve bu yolculuğun bittiğini düşünüyordum. Öyle ya, Allah kelimesinden daha ötede ne var ki? Ancak gerçek kelimelerin ötesindeymiş ve olaylar çoğu kere insanın beklediği gibi gelişmiyormuş.

Galiba yılbaşına iki üç gün vardı, havanın erken karardığı bir akşamüzeri Beyoğlu’ndan dönüyorum. Tepebaşındaki otoparka yürürken bayram için hazırlanan hediye fuarının parlak neon ışıklarında durakladım. Biraz bakınsam nasıl olur?

İçeri girdim, ışıl ışıl süslü küçük reyonlarda yok, yok. Önce hanıma saatli bir anahtarlık, oğluma minik bir cep radyosu, kızıma bir manikür takımı. Fakat o da ne? Bir Kleopatra kabartması ve hemen yanında renkli kapağında altından bir Firavun maskı parlayan bir kitap! Bu kadar incik boncuğun arasında bir kitabın ne işi var? İsmi de bir garip, Teb!

Teb ne demek acaba? Başımı kaldırdım, serginin arkasında ince uzun bir tanıtım tabelası, Yeni Yüksek Tepe Kültür Derneği. Tezgahın arkasındaki genç kız ilgilendiğimi görünce firavunu tanıttı,

- Bu Tutankhamon’dur! 

Mısır, firavunlar ve Tutankhamon hakkında az çok bilgim vardı, ancak genç kız on sekiz yaşında öldüğünü söyleyince üzüldüm, bilmiyordum. Acaba değişik bir şeyler okumak beni dinlendirmez mi? Eski Mısır kültürünü severim, üstelik de bu günlerde moda. Piramitler, firavunlar ve sırlar! Cüzdanımı yeniden çıkarırken genç kız devam ediyor,

- Konferans ve seminerlerimiz de var! Telefonunuzu bırakırsanız sizi arayıp haber verebiliriz.

Olur, deyip telefon numaramı bıraktım ve çıktım.

İtiraf etmeliyim ki Teb sıradan bir kitap değildi. Şimdi size bu kitaptan ve başka kaynaklardan not aldığım birkaç alıntıyı aktarmak isterim. Umuyorum siz de seveceksiniz.

*

“Antik Mısır, eski kültürlerin arasında en göz kamaştırıcı olanıdır. Mısırlılar kendi ülkelerine sıcak topraklar anlamına gelen Kem (kum) derlerdi ama, Mısırı tanıdıklarında hayran kalan Grekler şaşırtıcı acayip ülke anlamına gelen Agyptos (ecipos) ismini verdiler. Bugün kullanılan İngilizce Egypt (Ecip) ismi, Agyptos kelimesinin deforme olmuş şeklidir.

Nil nehrinin iki tarafındaki ovalarda yaşayıp ölen bu kavruk insanlar geride bıraktıklarıyla insanlık tarihi üzerinde öylesine derin bir iz bıraktılar ki, bugün bile birçok kimse onların uzaydan geldiğini, ya da en azından uzaylılardan yardım gördüğünü düşünmektedir.

Mısır tarihinin taş devrine kadar uzandığı biliniyorsa da, bilinen tarihi İsa’dan 3100 yıl önce Memfis şehrini kuran firavun Menes’le başlar ve İsa’nın doğumuna 30 yıl kala firavun Kleopatra ile son bulur.
Mısır, firavun Menes’le son firavun kraliçe Kleopatra arasındaki bu üç bin yıl boyunca, zaman zaman değişen ve hanedan denilen otuz kadar aile tarafından yönetilmiştir. Her firavunun ortalama on yıl iktidarda kaldığı varsayılırsa, üç bin yıl içinde üç yüz kadar firavun gelip geçtiği söylenebilir.


Mısır’ın Firavun Menes’le başlayan yükselişi, 4. hanedana mensup Snefru, Keops, Kefren ve Mikerinos’la, İ.Ö. 2181 yılına kadar devam eder.

İ.Ö. 2181-2133 yılları arasındaki 7. ve 10. hanedanlar dönemi, Mısır’ın ihtilaller, istilalar ve afetlerle sarsıldığı bir dönemdir.

İ.Ö. 2133-1786 arasındaki 11 ve 12. hanedanlar döneminde başkent Memfis harabe haline gelmekte, imparatorluğun merkezi olarak Teb önem kazanmaktadır.

İ.Ö. 1786-1650 arasında, Hiksoslar denilen bir tür avam tabakanın hakim olduğu 13 ve 16. hanedanlar dönemi belirsizdir. Ancak halkın bu dönemden nefret ettiği, öylesine ki sonradan üstünde yürüdükleri için sarayların döşeme taşlarını bile söküp attıkları söyleniyor.

İ.Ö. 1650-1085 arasındaki 17 ve 20. hanedanlar dönemi, çok önemli firavunların hüküm sürdüğü bir dönemdir. Hiksos istilasını sona erdiren Ahmosis, yeni imparatorluğu kuran Amenofis, kaybedilmiş toprakları geri kazanan Tutmosis’ler, Haçepsut, Akhenaton, Tutankhamon, Hüremheb ve Kadeş savaşı ile tanınan 2. Ramses bu dönemin en tanınmış isimleridir.

20. hanedanın sonlarına doğru imparatorluk adeta bir ortaçağ karanlığına gömülmektedir. Amon’un rahipleri eski öğretileri saklamanın ve mumyaları yağmadan kurtarmanın telaşı içindedir. Mısır’ın kaderi sona yaklaşmaktadır.

21 ve 30. hanedanların iktidarda bulunduğu İ.Ö 1085-322 arasında Mısır yıkıntı halindedir. Libyalı ve Habeş ailelerin hüküm sürdüğü bu dönemde Babil ile girişilen büyük bir savaş kaybedilmiş, Pers imparatoru Darius’un vesayeti altına girilmiştir. Tapınaklar kütüphaneler tahrip edilmiş, Amon müritlerinin sayısı azalmış, dinsel hiyerogliflerin doğru okunuşu unutulur olmuştur.

Otuzuncu hanedan döneminde, Makedonya kralı Büyük İskender’in dehşetinden Mısır da nasibini alır. İskender Amon’un oğlu olarak Mısır’da yeniden hayat bulduğunu söylese de artık Mısır çökmekte, Yunan egemenliği altındaki İskenderiye’de yeni bir şehir, yeni bir kültür doğmaktadır.

İ.Ö 30 yılında nihayet beklenen an gelir. Mısır’ın son firavunu kraliçe Kleopatra ve düşman güçlü Roma İmparatorluğudur. Ne var ki tüm çabalarına ve hâttâ fedakarlığına rağmen, Mısır’ı artık kraliçe Kleopatra da kurtaramayacaktır. Aktium savaşında Octavianus’a yenilen son kadın firavun, zehirli bir yılana kendini sokturarak intihar eder.

Roma, Bizans ve Arap egemenliğinin hakim olduğu sonraki yıllarda ise, Menes’le başlayan büyük rüya süratle kumlara gömülmekte, Teb tapınakları kiliseler ve camiler için taş ocağı gibi kullanılmaktadır.

Ya Mısır halkı? Roma egemenliği altında önce yüzlerce dinsel ve siyasal mezhebe ayrıldılar. Bizans döneminde Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlandılar. Etmeyenler ya taşa tutuldular ya da ülke dışına sürüldüler. Halife Ömer zamanında ise büyük bir çoğunlukla İslam oldular.

*

Bugün bizler, bir zamanlar yaşayan bir toplumun cansız kalıntılarını seyretmekteyiz. Oysa 90.000 kadar nüfusa sahip olduğu sanılan Teb’deki yaşam o günlerde oldukça hareketliydi.
Ancak büyük bir kent olmasına rağmen, halk arasında önemli sayılacak çatışma ve düşmanlıklar yaşanmazdı. Hem doğal, hem de kolay uygulanabilir bir disiplin sayesinde öyle ahenkli bir düzen sağlanıyordu ki, hırsızlık veya cinayet gibi hadiseler istisna olmaktan öteye geçemiyordu.


Teb’liler yetenekli, neşeli ve karmaşık olmayan insanlardı. Acı ve kederlerini bile büyük bir açık yüreklilikle ifade ederler, birbirleri hakkında kötü niyet taşımazlardı. Bilgiçlik taslamak veya bir başkasını eleştirmek gibi davranışlar olağan dışı, hâttâ gülünç bir cehalet olarak addedilirdi.

Onlar için yaşam ve ölüm de bugün anladığımız manada değildi. Ölen bir yakınları için duydukları üzüntü, çok uzun bir yolculuğa çıkan sevgilinin ardından duyulan acıdan daha büyük değildi. Tanrıların dünyayı en güzel biçimde yaratmış ve koruyor olduklarından hiç şüphe etmezlerdi.

Çoğu kimse, tapınak ve piramitlerin acımasızca çalıştırılan köleler tarafından yapıldığını zanneder. Gerçi şehir dışındaki ocaklarda çalışmaya mahkum edilmiş az sayıda köle yok değildi ama, onlar da çoğu kere affedilip ülkelerine geri gönderilirlerdi. Bir tapınağın ya da piramidin yapımında asıl çalışan Teb’lilerdi. Bu işi bir Hıristiyan’ın katedral, yada bir Müslüman’ın cami yapımında çalışması gibi kutsal bir iş olarak yaparlardı.

Tapınaklarla piramitler Mısırın en sağlam ve heybetli yapılarıydı. Halkın oturduğu kulübeler ise kerpiçten, ya da çamur ve sazdan yapılırdı. Bu kulübelerin pek çoğu her yıl taşan Nil nehrinin su baskını ile yıkılır, sonrasında düzenlenen bereket şenliklerinde büyük bir neşe içinde tekrar yapılırdı.

Otuz yaşını biraz geçince çeşitli hastalıklarla ölüveren bu mutlu halk zamanlarının birazını kendileri için ayırır, çokça görkemli sarayların içindeki firavun için çalışırlardı.

Firavun kelimesi tanrının görünen temsilcisi anlamına gelirdi ve bir firavuna adıyla hitap edilmezdi.

Görünen tanrı firavun neredeyse tamamen ahşaptan yapılmış bir sarayda yaşar, sarayın yapımında kullanılan sedir ağacı ve kızıl kum taşı gibi bazı malzemeler Lübnan ve Suriye gibi uzak ülkelerden gelirdi.

Firavun yılın büyük bir kısmını imparatorluğu dolaşmakla ve resmi törenlere katılmakla geçirir, bazen evcil şebekleriyle birlikte şifalı adam otu topladığı, tazılarıyla kaz avlamaya gittiği de olurdu. Tabii gerektiğinde aslanlarıyla birlikte ordunun başına geçip düşmanla savaşması da gerekiyordu.

Firavunun hazır bulunmak zorunda olduğu törenlerden biri de kutsal ekmek bayramı idi. Üzerinde ölümsüz yaşam sembolünün kabartmaları bulunan kocaman yuvarlak ekmekler pişirilir ve firavuna sunulurdu. Firavun yirmi dört saat durmaksızın bu ekmekleri böler, görevliler de bu ekmekleri uzman rahiplerin son nüfus sayımına göre bildirdikleri sayıda daha küçük parçalara ayırırlardı. Sonra, firavunun dokunduğu bu ekmek parçaları atlı arabalar veya gemilerle yola çıkar, tüm ülkeye dağıtılırdı. Ülkenin en ücra bir köşesinde yaşıyor olsa bile herkesin bu ekmekten almaya hakkı vardı ve ekmek alamayan herhangi bir kimsenin şikayeti, en yüksek mevkideki görevlilerin bile hayatına mal olabilirdi.

Firavunun haremi, rahibeler gibi bir yaşam süren resmi kraliçe ile soylu prenseslerden oluşurdu. Ancak firavunun kraliçe veya prenseslerle birleşmesi Amon rahiplerinin uygun gördüğü özel koşullara bağlıydı. Bu kutsal birleşmenin gerçekleşmesi için, Amon’un sırrının ananın ruhuyla tek vücut olması gerekiyordu. Krallığın ve genetik sürekliliğin devamı için bu gerekliydi.

Tapınaklarda olduğu gibi sarayın yapısı da özel olarak tasarlanmıştı. Kapıların, duvarların, tavanların, havuzların, mobilyaların, kısacası her şeyin bir anlamı vardı ve firavunun bu gizli anlamı bilmesi gerekiyordu.

Gerçekte binlerce yıldır süregelen bu kurallara bağımlılığı nedeniyle, aslında köle olan halk değil firavun kendisiydi.
Firavun tanrı sıfatıyla her şeyin üzerinde gibi görünse de, bunun gerçekte böyle olmadığını hem halk, hem de firavun kendisi çok iyi bilirlerdi. Firavunun huzuruna çıktıklarında secde etmeleri zorunluydu ama, Mısırlılar bunu firavun tanrı olduğu için değil, tanrıyı temsil ettiği için yaparlardı. Bu secde bugün artık unutulmaya yüz tutmuş duyguların, sevgi, sadakat, tevazu ve güvenin gizli bir ifadesiydi.


Büründükleri gizlilik nedeniyle haklarında çok şey bilinmez ama, Mısır’ın gerçek yöneticileri firavunlar değil rahiplerdir. Söz ettiğim bu rahipler ölen veya hastalananlarla ilgilenen sıradan rahipler değil, ölümün arkasındaki bir yaşamın sırrını saklayan Amon rahipleridir.

Yüksek düzeyde bir Amon rahibi diğer görevlilerle birlikte yılda bir kez Teb’den yola çıkar, Amon’un flamalarını taşıyan gemilerle Nil boyunca tüm köyleri dolaşırlardı. Kahinlerin uygun gördüğü köylerde gemi kıyıya yanaşır, rahip köyde o yıl doğmuş olan çocuklardan en az birini Teb’deki rahipler okuluna götürmek üzere seçip alırdı. Seçilen çocuğun ailesi köyde büyük saygınlık kazanır, onurlanan köy halkı şenlikler düzenleyerek bu olayı kutlardı.

Teb’de ikinci bir seçme sınavına tabi tutulan bu çocuklardan en yeteneklileri mürit olmak üzere Amon okuluna ayrılır, diğerleri hekim, arşiv memuru veya asker yetiştirilmek üzere muhtelif eğitim merkezlerine gönderilirlerdi. 

Bildiğimiz kadarıyla müritlik eğitimi son derece zordu ve Amon uğruna dünyevi yaşamın tamamen feda edilmesi gerekiyordu. Buna karşılık eğitimi tamamladıklarında özel bir ayrıcalık kazanır, tüm ülke içindeki kesin dokunulmazlıklarının bir işareti olarak sol omuz başlarına törenle yılan dövmesi vurulurdu.

Söylediklerine göre, gerileme döneminden itibaren ölümün sırlarını saklamaya koyulmuşlar, gelecek daha uygun bir zamanda ortaya çıkmak üzere ilahi kaynağına geri göndermişlerdir.

Buraya kadar Nil’in doğu yakasındaki yaşayanların şehrinden söz ettik. İsterseniz biraz da batı yakasındaki ölüler şehrinden söz edelim. Çünkü batı yakası doğu yakasının aksi ve tamamlayıcısıdır.

Ölüler şehri hepten sessiz değildi. Piramitlerin yanında ibadet ve adakları organize eden rahiplerin yanı sıra, eğitilmiş hayvanlarıyla birlikte piramitlerdeki hazineleri koruyan silahlı muhafız birlikleri yaşardı.

Mısırlılar güneşin doğuşuna Memnon, parlaklığına Amon, batışına ise Maamon derlerdi. Onlar için ölüm, yaşamın öbür kıyısında yeniden doğmak demekti ve on sekiz metre yüksekliğindeki Memnon kolosları bunu anlatmak için inşa edilmişlerdi.

Bu heykeller eski çağlarda öylesine büyük bir üne kavuşmuşlardı ki, bunlardan birinin güneş doğarken çıkardığı yedi temel sesi duyabilmek için Yunanistan’dan gelen müzisyenler olduğu söyleniyor. İnsanların cehaleti ve ihmalkarlığı ile büyük hasar görmüş olan ve artık ses vermeyen bu iki dev heykel gibi, bu seslerin gizemi de hâlâ çözülebilmiş değildir.”

*

Beş bin yıllık Mısır tarihini özetlemeye çalışmıştım. Ancak üç bin üç yüz yıl öncesine, İ.Ö. 1361 yılına özellikle gideceğim. Çünkü o yıl, tarihte iz bırakan önemli sayılabilecek bir şey olmuş.

“ Olağanüstü firavun 3. Tutmosis öldükten sonra, yerine 4. Amenofis firavun oldu. O yıllar Amon-Ra inancının oldukça bozulduğu yıllar olmalıdır ki, 4. Amenofis rahiplerin anlattıklarından hiçbir şey anlamadığını fark etti. Rahiplere sorduğunda aldığı tek cevap bunun eskiden beri böyle bilindiği, Amon’un görünmez olduğuydu.

Firavun Amenofis sinirlendi. Güneş ve güneşin ışıklarıyla görünen gerçeğin dışında başka bir görünmeze inanmak olur mu? En doğru din gerçeğin kendisidir ve bu gerçeğin kendisinde Amon gibi hayali bir inanca yer olmamalıdır. Halkının ve insanlığın geleceğini düşünen iyi bir firavun, bilgili ve ne yaptığını bilen bir insan olmalı değil mi!

Ne yaptıklarını kendileri bile bilmeyen bu Amon rahipleri ile nereye varılabilir? Zaten hazineden para aşırmaktan ve firavunlarla gizli bir iktidar savaşı sürdürmekten başka yaptıkları doğru dürüst bir şey de yok.

Hayır, dedi. Saray bürokrasisi ve askerler kendi yanındaydı.
Halk mı? Onların zaten dünyadan haberi yok. Bir köleden bile daha çok uysallar. Zaten her şeyi onlar için ve bu nedenle yapıyor değil mi?


Bir sabah, tören için kendisini giydirmeye gelen rahipler karşılarında saray muhafızlarını bulunca çok şaşırmadılar. Bunu bekliyorlardı. Amon denilen görünmez Tanrı inanışı bitmiş, yerine materyalizm olarak tarif edebileceğimiz güneş Tanrısı Aton devri başlamıştı.

Amenofis’in ilk işi, mutlu Amon anlamına gelen ismini değiştirmek oldu. Yeni ismi Akhenaton’du, yani güneşin ruhu! Sonra bu büyük değişimin şerefine Tel el Amarna’da yeni bir başkent inşa etmeye başladı. Ancak yeni başkent inşa edilirken, Teb’deki Amon tapınakları ve o güne kadar yapılan yetmiş piramidin pek çoğu yağmalanmaya başlamıştı.

Akhenaton, hiç anlamadığı ve anlayanı da görmediği Amon’la birlikte Teb’i de tarihe gömmek istiyor gibiydi. Piramitlerde gizlenen ve yaşamın şifresi oldukları söylenen tüm yazılar ve işaretler kazınıyor, eskiye ait ne varsa yok ediliyordu. Artık sanatta da estetik bir dönüşüm yaşanmakta, tapınak yapılarının inşasında Amon’un gizemli kuralları terk edilmekteydi. Güneşin ruhu, tüm bilinmezleri ve tüm sırları yok etmekte kararlıydı.

Akhenaton’un eşcinsel veziri Smenhkare ile birlikte on yedi yıl hüküm sürdükten sonra intihar ettiği, ya da bir kadeh şarapla zehirlenerek öldürüldüğü söylenir.

*

Akhenaton’un ölümünde Amon rahiplerinin rolü var mıydı bilmem ama, dokuz yaşındaki üvey oğlu Tutankhaton tahta çıkarken Amon rahipleri de tahtın yanında durmaktadırlar. Amon rahiplerinin vesayeti altında ilk yapılan iş, firavunun adını değiştirmek olur. Küçük firavunun adı artık Tutankhamon’dur. Yani, Amon’un gölgesi!

Genç firavun yayınladığı bir buyrukla Tanrı Amon’u yeniden ön plana çıkarırken, Amon rahiplerinin sahip olduğu ayrıcalıkları da geri verdi. Bununla birlikte Akhenaton’un tanrısı Aton’a tapınmayı yasaklamadı.

Hükümdarlığının dokuzuncu yılında ve henüz on sekiz yaşındayken, Hitit’lerle savaşan müttefiklerine yardım birlikleri gönderdiği bir sırada çok genç öldü. Esrarengiz güçlerini onun sayesinde yeniden elde eden Amon’un kutsal rahipleri yeni bir dini karışıklığa meydan vermemek üzere onu süratle başkası için hazırlanmış küçük bir anıt mezara gömerken, çok değerli ve tılsımlı bir çok eşya hediye etmeyi de unutmadılar.

Ne var ki 19. sülale döneminde, Amarna kralları olarak bilinen Akhenaton, Smenhkare, Tutankhamon ve Ay’ın isimleri firavunlar listesinden silindiğinden, bir süre sonra Tutankhamon’un mezarının yeri bile unutulur olmuştu.

20. sülale döneminde ise hemen yanına 6. Ramses’in mezarı yapıldı ve vadinin kenarına boşaltılan taş parçaları Tutankhamon’un mezarının üstünü örttü. Esasen mezar öylesine küçüktü ki, yüz yıl kadar sonra taş ve kumların arasında çoktan görünmez olmuştu. Bu nedenle, krallar vadisinde sistemli bir araştırma yapılana kadar mezara kimse ulaşamadı.

Tutankhamon’un anıt mezarına ilk kez 1922’de İngiliz araştırmacı Lord Carnarvon ve arkeolog Carter girdiler. Giriş holünde mobilyalar, heykeller, giysiler, silahlar, asalar, süs eşyaları vardı.
Tutankhamon’un mumyasını hole bitişik küçük bir odanın içinde iç içe geçmiş üç tabutun içinde buldular. En içteki tabut, 2 cm. kalınlığında ve 200 kg. ağırlığında som altından yapılmıştı. Genç firavunu örten sargıların arasında çok sayıda mücevher ve tılsım vardı. Çürümüştü. Yüzü, yine altından yapılmış bir maskla örtülüydü. Taş lahdin hemen yanında firavunun iç organlarının konulduğu kapaklı dört toprak kavanoz vardı. Birinin kapağı öküz, birinin kapağı aslan, birinin kapağı kartal, birinin kapağı ise insan şeklindeydi.


Lord Carnarvon mezarın bulunuşundan sonra ateşli bir hastalık sonucu öldü. Daha sonra arkeolog Carter’in de aynı ateşli hastalık sebebiyle ölümü, sır dolu bir uğursuzluk efsanesinin başlamasına neden olmuştur.

Bugün bilim, esrarengiz ölümlerin çürüyen cesetten yayılan bakteriler nedeniyle meydana geldiğini açıklıyor olsa da, bu dedikodular halen bitmiş değildir. Öyle ki bu yüzden genç firavunun mumyası bile diğer mumyalar gibi kahire müzesine götürülmemiş, bulunduğu mezar odasında yalnızlığa terk edilmiştir.”

İşte antik Mısıra toplu bir bakış! Umarım beğenmişsinizdir.

*

Nil’in iki yakasında iki şehir. Biri doğu yakasında yaşayanların şehri, biri batı yakasında ölüler şehri!

Yaşayan şehirdeki muhteşem sarayları ve tapınakları anlamak mümkün. Ama ya ölüler şehrindeki piramitler! Yüz binlerce insan hayatı, milyonlarca ton taş blok ve binlerce yıl bitip tükenmeyen bir çaba. Sonuç, sadece çılgın güneşin altında eskiyen bir piramit! Neden, niçin?

Bir mühendis ya da mimar, böylesine devasa bir yapının ancak iki nedenle inşa edildiğini bilir. Ya çok büyük yaşamsal bir fayda, ya da büyük bir inanç! Piramitler hangi nedenle inşa edildiler acaba?
Savunma, üretim, ulaşım, ticaret gibi hiçbir hayati fonksiyon taşımadıkları açıkça görünüyor. Şu halde büyük bir inancı dile getiriyor olmalılar. Nedir o inanç?


Teb isimli kitabı değişik bir şeyler okuyarak dinlenmek üzere almıştım ve buraya kadar her şey çok güzeldi. Ancak şimdi iş değişti.

Şimdi beş bin yıl önceki Mısır’a gidecek ve firavun Tutankhamon’un hazinelerini arayacağım. Gerçi 1922’de İngiliz Carnarvon ve Carter’ın buldukları söyleniyor ama, bana sorarsanız asıl büyük hazineyi bulamamış görünüyorlar.

*

Gökte ararken yerde bulmak diye buna derler. Birkaç gün sonra telefon çaldı, açtım. Yeni Yüksek tepe kültür derneğinden arıyorlar. Antik Mısırla ilgili bir seminer düzenlemişler ve cuma akşamı başlıyormuş, katılmak isteyip istemediğimi soruyorlar. Adresi aldım, istemez miyim?

O akşam kapıyı genç bir delikanlı açıp, hoş geldiniz dedi.Oldukça büyük, tertemiz bir daire. Açık renkli, sade bir zevkle döşenmiş. İçeride kızlı erkekli genç insanlar dolaşıyor. Çok çok yirmi, otuz yaşlarında görünüyorlar. En yaşlıları ben olmalıyım. Bakınırken, gülümseyen genç bir kız elini uzatıp hoş geldiniz dedi. Her halde birine benzetmiş olmalı, belli etmeden hoş bulduk dedim. Az sonra başka bir genç kız, gülümseyen bir yüzle biraz uzakta başıyla selam veriyor. Bana mı? Gayri ihtiyari arkama baktım, evet bana! Ben de onu selamladım. Anladım, burada alışık olmadığım bir şey var. Holde şaşkın dururken genç bir delikanlı elini uzattı,

- Hoş geldiniz, Mısır semineri için mi gelmiştiniz?

- Evet!

- On dakika sonra başlarız. Bu arada isterseniz mutfakta çay var.

- Olur, dedim.

Mutfakta beş altı genç küçük kanepelere oturmuş çay içiyorlar. Tezgahta hizmet eden genç kızdan çayımı alıp bir köşeye iliştim. Rahatsız etmemeye çalışarak göz ucuyla gençlere bakıyorum, çok sakin bir yüzleri var. Yüzü bana dönük olan bir kaçı kendilerine baktığımı görünce bana tebessüm ettiler. Terlemeye başladığımı hissedince anladım, galiba biraz tedirgin olmuşum. Bu genç insanların arasında kendimi çok ilkel hissediyorum.

Çayımı bitirip koridora çıktım. Duvarlarda eski Mısırla ilgili birkaç tablo var, onlara bakıyorum. Yanımdan geçen bir delikanlı iyi akşamlar diledi. Sonra biri daha, dikkat ettim az önce bana hoş geldiniz diyen genç kız. Yanımdan geçerken, nasılsınız dedi. Sağ olun, dedim. Az sonra aynı genç kız koridorun sonundaki odadan çıktı dönüyor, geçerken yüzüme bakıp yine gülümsedi. Genç olsaydım herhalde bana ilgi duyduğunu zannederdim. Ama öyle olmadığını biliyorum, bu başka bir şey olmalı!

Az sonra toplantı başladı. Sekiz on kişiyiz. Girerken dikkat ettim, kapının üzerinde Eflatun yazıyor. Karşı odanın adı, İbn-i Arabi. Sordum bizim Arabi, Muhiddin-i Arabi.

Karşımızda otuz yaşlarında bir genç, hepimize hoş geldiniz dedikten sonra kendini tanıttı. Dört hafta sürecek seminerde bize o bilgi verecekmiş. İki saat boyunca bir yandan sohbeti, bir yandan onu izliyorum. Sanki sinirleri alınmış, ben duygusu yok edilmiş. Öylesine sakin, öylesine saygılı, öylesine sevgi dolu. Çok bilgili olmasına rağmen bir o kadar da alçak gönüllü.

Geç vakit eve dönerken hâlâ şaşkınım. Ben mi bir masal ülkesine gittim, yoksa bu insanlar mı uzaydan geldiler? İster istemez aklımdan şöyle geçiyor, tüm insanlık inkar edecek olsa bile, Allah şu bir avuç genç insanla yeni bir din yaratacak gibi görünüyor.

*

Birkaç gün sonra Dedeye uğradım,

- Epeydir yoktun, dedi.

Ona Mısır merakımı ve Yüksek tepeli gençleri anlattım. Sıcak yüzlerini, içten selamlaşmalarını. Dede,

- Evet, dedi. Bu Peygamberimizin de ahlakıdır.

Güzel olanı sahiplenmek ne kadar kolay değil mi! Sustum, Dedeye cevap vermedim. Veremedim, veremem! Ama itiraf etmeliyim ki içimde fırtınalar kopuyor.

Hangi peygamber Dede, hangi ahlak? Komşuluk, arkadaşlıktan ne kaldı? Nerede hak hukuk, hani sevgi hoşgörü?

İnsanlarla konuşuyorum. Görüyorum, pek çoğu pek çok şeyi bilmiyor, ya da yanlış biliyor. İşin kötü tarafı bilmediklerini de bilmiyorlar. Anlatmak istiyorum dinlemiyorlar, dinliyor anlamıyorlar.

Aman Allah’ım, demek ki Dede de beni böyle görüyor olmalı! Ben de dahil olmak üzere hepimiz kendi bilgimizi din, kendi zannımızı tanrı edinmiş çatışıyoruz.

Evet Allah, “ Ben kulumun zannı gibiyim.” der ama, bu sözle ne anlatmak istiyor olabilir? Kendi Tanrımızı galip getirmek üzere birbirimize saldırmamızı mı, yoksa birbirimizi hoş görmemiz gerektiğini mi?

Bu kadar eksik ve yanlış bilginin içinde, vaktiyle bilimsel materyalist görüşü benimsediğim için şimdi kendimi şanslı sayıyorum. Hayır, kimse kusura bakmasın ama Peygamberin anlatmaya çalıştığı gibi bir din anlayışına sahip olduğumuza hâlâ inanmıyorum. Ve bana öyle geliyor ki Allah şu anda hepimizi defterden silmekte ve yerimize başka nesiller getirmektedir. Tıpkı Kuran’da uyardığı gibi,

“ Eğer yüz çevirirseniz, Allah sizin yerinize başka bir toplum getirir. Ve onlar sizin benzerleriniz olmazlar. Muhammet 47/38”

“ Hayır, iş onların sandığı gibi değil. Doğuların ve batıların Rabbine ant olsun ki, biz onları kendilerinden daha üstün olanlarla değiştirmeye gücü yetenleriz. Ve biz, önüne geçilebilecekler değiliz. Mearic 70/41”

Araf’a yükselen gençlerin ayak seslerini duyuyor musunuz?

*

Buraya kadar hep İslam’ı anlamaya çalışmıştım. Şimdi de yüksek tepeli genç öğretmenlerimizin yardımıyla 5000 yıl önceki eski Mısır dinini çalışacağım. Bakalım nasıl bulacaksınız?

Mısırlılar için yaratılışın başlangıcında Atum dedikleri hareketsiz tek bir şey vardı. Her şey, tek olan bu şeyden oluşmuştu ve bu oluşumun kendine özgü bir ahengi vardı.

Atum’dan yaratıcı tanrı Ra doğdu. Ra güneş tanrısı olarak bilinirse de gökyüzünde gördüğümüz güneşi değil, gerçeği ifade eder. Gerçekse, gündüz güneşi ve gece güneşi olmak üzere iki halde görünürdü.

Ra’dan Şu (su) ve Tefnut (toprak) oluştu. Şu erkil varlığı, Tefnut dişil varlığı temsil eder.

İnanışlarına göre o zamanlar gökyüzü ve yeryüzü birleşikti. Şu’nun etkisiyle Tefnut da ikiye ayrıldı. Geb dedikleri yeryüzü ve Nut dedikleri yıldızlı gök kubbe oluştu.

Ve en sonra da Geb’den, insan tanrı Osiris doğdu.

Tanrı Ra, İ.Ö 2686 ile İ.Ö 1786 yılları arasındaki bin yıl boyunca Mısır’ın tek resmi tanrısıydı. Firavunlar onun oğlu olduklarını, insan bedenine bürünmüş biçimi olduklarını söylüyorlardı.

Sonra ne olduysa, İ.Ö. 2181-2133 yılları arasında Mısır bir tür ortaçağ karanlığına gömülmüş. İhtilaller, istilalar ve afetlerle geçen 50 yıl içinde tam dört hanedan gelip geçmiştir.

İ.Ö. 2133-1786 arasında başkent Memfis harabe haline gelirken Teb adıyla yeni bir başkent kurulmaya ve Amon isminde yeni bir tanrı öne çıkmaya başlar. Sembolü devekuşu tüyüdür.

Aslında yeni bir tanrı değil, tanrı Ra’nın Amon ve Aton olarak bilinen iki halinden biridir ama, artık Ra’yı bilen ve hatırlayan kalmamıştır.

Amon sır ve sessizliğin tanrısı, yaratılışa ruh veren görünmeyen nefes olarak Teb’e yerleşir ve haksız bir biçimde kendisini yaratan tanrı Ra’ya ortak olur. Artık Mısır’ın yeni tanrısı Amon-Ra’dır.

*

Efsaneler sözlü tarihin en eski bilgi kaynaklarıdır ve Osiris efsanesi Mısırın en ünlü mitolojisidir. Mısırın coğrafi bölgelerine ve hanedanlıklara göre küçük farklılıklar gösterse de genel anlatımı şöyledir,

Doğduğunda, yaratıcılığın efendisinin doğduğunu ilan eden bir ses duyulur ve zamanla Mısır firavunu olur. Önce Mısırı, sonra da diğer komşu ülkeleri eğitmek ve uygarlaştırmak için çalışır.

Osirisin karısı, dünyayı doğuran ve kırmızı kan renginin kraliçesi olan İsis’tir. İsis kocası Osiris diğer işlerle meşgulken devleti o kadar iyi yönetir ki, kötülük tanrısı Seth Osiris’in ülkesine hiçbir zarar veremez. Seth Osirisin erkek kardeşi, Neftis ise İsis’in kız kardeşidirler. Seth savaş ve şiddeti, Neftis bakireliği ve verimliliği temsil eder.

Osiris döndükten sonra, kardeşi Seth onu içine kapatıp hapsetmek için taş bir lahit yaptırır. Bunu gizlice onun gölgesini ölçerek yapar. Osirise bu lahdi denemesini, uyarsa kendisine hediye edeceğini söyler. Osiris lahde girince de kapağını kapatır ve Nil nehrine atar.
Bütün bunlar, Hathor ayının on yedinci günü olur. 


Kocasının kaybolduğunu fark eden İsis acılar içinde onu aramaya başlar. Aramaları sırasında, Osirisin kız kardeşi Neftis ile birleştiğini ve bu birleşmeden Anubis’in doğduğunu öğrenir. Köpeklerle iz süren İsis Anubisi bulur ve onu koruması olarak büyütür. Bir yandan hâlâ kocası Osirisi aramaktadır.

Oysa lahit Biblos limanında bir ağacın kökleri arasında durmuş ve ağaç onu kökleriyle sararak gövdesi içinde saklamıştır. Ağaç kısa zamanda büyür. Bir gün Biblos imparatoru ağacı görüp beğenir ve evinin çatısına destek yapmak üzere onu kestirip götürür.

İsis bunu öğrenince saraya gider ve imparatorun çocuklarından birine bakıcı olur. Ancak bakıcılık yaptığı çocuğa meme yerine parmağını emdirmekte ve her gece ölümsüz yapmak üzere çocuğu ateşe tutmaktadır. Bir gün kraliçe çocuğunu bu halde görünce çığlık atar ve çocuğu ölümsüzlükten mahrum bırakır. O zaman İsis gerçek maksadını anlatır ve ağaç direği ister. Lahdin içinden çıkardığı kocasını ağlayarak Mısıra götürüp saklar. Bir yandan da genç oğlu Horusa haber gönderip yardım etmesini ister. Ne var ki Osirisin dirilmesinden korkan Seth tekrar gelir ve bu defa onu yedi parçaya ayırarak her parçasını ayrı bir yere atar.

İsis timsahların hiç sevmediği papirüsten bir tekneye binerek yine kocasını aramaya çıkar. Sihirli aynası sayesinde cinsel organı hariç bütün parçaları bulur. Sonra Anubis ve Neftisin de yardımları ile parçaları birleştirip mumyalar ve insan şeklinde bir sonsuzluk anıtı yaparlar. Daha sonra bir balık ya da şahin, kayıp cinsel organı getirir.

Daha sonra Osirisin oğlu Horus Seth ile çarpışır ve onu esir alıp İsise teslim eder. Ne var ki bu defa İsis Sethi serbest bırakır. Horus çok öfkelenir ve kraliyet tacını atmak ister. Ancak daha sonra Seth ile bir daha savaşır ve onu parçalayıp babasının intikamını alır. Ancak savaşırken bir gözünü kaybettiği için, tanrı Thot ona bilgeliği gösteren üçüncü bir göz verir.

*

Osiris, maddi evrenin sözle anlatılamayan kralı demektir. Mavi ışığın efendisidir, saflıkla giyinmiştir. Bir elindeki asa ödül, diğer elindeki kırbaç cezadır. Tek bacaklıdır. Amenti’ye giderken bir nehirden geçmesi gerekmiş ve yolunu kesen bir yılan veya timsahtan kurtulabilmek için bir bacağını bırakmak zorunda kalmıştır. Gerçi bu onun için iyi de olmuştur. Çünkü tek bacakla öne veya arkaya adım atamamakta, sürekli göğe doğru, Amenti’ye doğru yükselmektedir. Osirisin 42 sıfatı vardır. Seth tarafından yedi parçaya ayrıldıktan sonra sıfatlarının sayısı 49’a yükselir.

Her insan bir Osiristir ve her insan timsah tarafından tehdit edilir. Yoluna devam edebilmek için, tıpkı Osiris efsanesinde olduğu gibi en sevdiği şeylerden birini veya vücudunun bir parçasını bırakmak zorunda kalacaktır. Herkes Osiris adayıdır ve herkes Osirise dönüşmelidir. Bu dönüşümün tek çaresi ölümdür. Ancak bu bildiğimiz bir ölüm değil, aksine sonsuz hayata dirilişi getiren bir ölüm olmalıdır.

Osirisin eşi İsis, kırmızının, hayatın ve saflığın hanımefendisidir. Gece gizemlerinin tanrıçasıdır. Başında kendisini ifade eden bir ibis kuşu sembolü, ayaklarında ise hayat anahtarı taşımaktadır.

Osiris’in oğlu şahin başlı Horus ışığın efendisidir. Kuş kafası, insanların kuş gibi düşünmeleri gerektiğini anlatmaktadır. Yükseklere uçmak arzusundaki insan ruhunu temsil eder. Bazen karanlıklarda yolunu bulabilmek için elinde Anubisin asasını taşır. Diğer elinde hayat anahtarı Ankh vardır.

Horus’un dört oğlu vardır ve insanın dört yönünü korurlar. İnsan başlı amset karaciğeri, Maymun başlı Hapi akciğeri, Çakal başlı Duamutef mideyi ve şahin başlı Kupsenuf bağırsakları korur.

Horus’un karısı İnek başlı Hathor ölümün sırlarına sahiptir. Tapınağı nehrin batı yakasındadır, çünkü o batının hanımefendisidir.

Osirisin Neftis’ten olan oğlu çakal başlı Anubis ölülerin tanrısıdır. Dünyanın fethi için yola çıkan Osiris’in yol arkadaşıdır. Anubis’in elinde, karanlıkta yol bulmaya yarayan bir asa bulunur. Bu asanın üstü Anubis’in çakal kafasıyla başlar, altı Amon’un yarı açık eliyle biter. Bu şu anlama gelir. ( Aşk, tanrının yoluna çıkan taşları bile eritir ve kutsar!)

Bok böceği Kefer yeniden yapılanmanın, değişmenin ve müritliğin sembolüdür. Bu simge iki haldedir. Kefer, kanatları kapalıyken henüz eğitimde olan bir müridi, açtığı zaman gerçeğe ulaşmış bir hocayı sembolize eder. Bir kefer anıtının altındaki taş kaidede şunlar okunmuştur, (Ben Kefer, mürit. Kanatlarımı açınca uçacağım.)

Mısırlı için ölüm, gerçek hayata ulaştıran geçici bir durumdur. Bu nedenle mumyalama yaptıkları yerlere hayat evi derler ve ayinin sonunda ölüye şöyle seslenirlerdi,
(Hayata doğru ayağa kalk ve yeniden doğ! Görüyorsun sen ölmedin ve hep genç olarak yeniden buradasın.)


Mumyalama işlemi yetmiş gün sürerdi. Önce burun deliklerinden beyin, daha sonra kalçada açılan bir delikten iç organları çıkarılıp dört ayrı kavanoza konurdu. Karın içi hurma şarabı ile yıkanır, ezilmiş mür doldurulur ve yetmiş gün kuru tuz içine yatırılırdı. En sonra yüz metre ince keten bant ile vücut uçlardan itibaren sarılır ve boyna asılan bir muska ile işlem tamamlanmış olurdu. O şimdi bir ölü değil, bir tanrıdır ve kaderi bir yıldıza dönüşmektir.

Amon rahipleri piramitlerin duvarlarına kazılı yazıtlarda önce sorarlar, ölünün ruhu nereye gider? Sonra da cevaplarlar,

Tanrı Ra, birbiri ardınca önce gündüz güneşi, sonra da gece güneşi olmaktadır. Gündüz kayığı doğudan batıya, gece kayığı ise batıdan doğuya yol alır. Ra geceden gündüze geçerken büyük Nun uçurumuna dalmakta ve burada yeniden doğmaktadır.

Mumyalanan kral, artık yeniden doğmak üzere Ra’nın gece kayığında seyahat etmektedir. Duat denilen gece on iki bölgedir ve tehlikeli tuzaklarla doludur. Gecenin başlangıcından itibaren karşısına çıkan tehlikeleri atlatan ölü sabaha karşı saflaşır ve güneşi bok böceği Kefer şeklinde yeniden doğarken görür.

Osiris tam o noktada Ölümsüz ruhunun (Ankh) ve ölümsüz bedeninin (Sahu) gelmiş olduğu ışıklı dünyaya geri gitmiş ve gökyüzü tanrıçası Nut ile birleşmiştir. Hayat, dünyayı saran bu sonsuz uçurumun içinde sürekli yenilenmektedir.” 1

*

Çok garip, bütün bu okuduklarım yıllardır çalıştığım İslam’a o kadar benziyor ki! Yoksa sizce benzemiyor mu?

Haklısınız, kelimeler ve kavramlar oldukça karışık. Kitapları ve notları sizin için aylar boyu sadeleştirmeme rağmen ancak bu kadar olabildi. Allah’ın 99 ismini anlayıp anlatmak kolay mı?

Livraga Teb’i anlatırken şöyle diyordu,
“ Bu büyük kültür sadece harabeye dönen anıtları ile değil, ruh ve dünya hakkındaki derin bilgileri ile de dünyayı şaşkına çevirmiş, Grekler ve Hıristiyanlıktan İslam’a kadar tüm yeni manevi girişimlerin uyarıcısı olmuştur.”


Pek çok Musevi, Hıristiyan ya da Müslüman, Allah’ın kendi peygamberleriyle birlikte eski dinleri yıktığını, gökyüzünden hiç bilinmeyen yepyeni bir din indirdiğini zanneder. Halbuki Livraga haklıdır. Materyalist bilim de haklıdır. Çünkü hiçbir din insandan bağımsız olarak gökyüzünden inmemiştir. Kültürler birbirini beslemekte, biriken tecrübe teknolojik gelişmeyi hızlandırmaktadır. Biliyordum, şimdi emin oldum. Dini insan kendisi değiştirmektedir.

*

Hazine mi? Af edersiniz, doğru ya! Aslında Tutankhamon’un hazinelerini aramak üzere yola çıkmıştım değil mi? Hayır, vazgeçmedim ve şimdi piramitlere geri dönüyorum.

“Arapların (Ahramatu’l Gizeh) olarak isimlendirdikleri Piramitler, dörtgen tabanlı prizmatik yapılardır. Dünyanın bilinen yedi harikasından biridirler. En tanınmışları Mısır ile orta ve güney Amerika’da olanlardır.

Mısır tarihi boyunca inşa edilmiş olmalarına rağmen, en çok İ.Ö 2345 - 2686 yılları arasında görülürler. Firavun Coser’in hüküm sürdüğü 3. sülale döneminde yapılan ilk piramitler sekiz basamaklı kademeli bir yapıda idiler ve mastaba piramitleri olarak bilinirler. Bu basamaklı yapı tarzı daha sonra terk edilmiş, basamaklar doldurulmuştur.

Bugün bildiğimiz düz piramitlerin en tanınmışları Keops, Kefren ve Mikerinos’a ait olanlardır. Keops piramidi 230,4 metre kenar uzunluğu ve 147 metre yüksekliği ile en büyük olanıdır. Yapımında, her biri 2,5 ton olan 2.300.000 adet blok taş kullanılmıştır.” 2

Ahramatu’l Gizeh öyle mi..?

Arapça sözlüğe baktım; Ahram, herkesin girmesine izin verilmeyen gizli yer demekmiş.

Yasak bölge, yani Gizeh yaylasının sırrı! Evet, galiba doğru iz üzerindeyim. Hâlâ bulamamış olsam da, piramitlerde büyük bir hazine saklı olduğu belli. Acaba kim bilir piramitlerin sırrını?

En yakınımda Livraga var ve piramidi şöyle yorumluyor,

“ Bir piramit asla bir mezar olmayıp, ölçüleri ve bu ölçülerin kendi aralarındaki ilişkileri aracılığıyla ifade edilen yapay bir bilgiler kompleksidir.”

O bu cümlesiyle piramitlerin astronomik ve matematik özelliklerini kastediyor olabilir, ancak sözleri bana başka bir şey düşündürüyor.
İnanç ta bir bilgidir ve tapınaklar gibi piramitler de dini bir kompleks olabilirler. Kimi küçük kimi büyük, kimi düz kimi basamaklı olduğuna göre de, bu bilgi piramidin ölçülerinde değil şeklinde aranmalıdır. Ne olabilir bu şeklin içinde?


Hayalimde bir piramit çizip bakıyorum, görünen dört yüzü var. Ve dördü altta, dördü üstte sekiz kenarı!

Birdenbire, henüz düşüncenin başlangıcında, Son Peygamberin yıllar önce okuduğum halde anlamayıp geçtiğim bir sözü hatırıma geliyor,

“ Kıyamet günü, Allah’ın arşını sekiz büyük melek taşır. Onlar bugün için dörttür.” 3

Sadece hadis olsa neyse, bir de ayet!

“ O kıyamet günü gökler lime lime sarkmış, melekler de onun kenarlarındadırlar. Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz melek taşır. Hakka 69/16”

Altta sabit dört kenar ve bilinen dört büyük melek, yükselmekte olan dört kenar ve gelecekteki dört büyük melek. Sekiz kenar ve sekiz büyük melek! Apaçık görünen dört yüze karşılık, görünmeyen incecik bir çizgi halinde sekiz kenar. Sakın aklıma gelen olmasın?

Evet olabilir, neden olmasın! Tarihte hiçbir şey iz bırakmadan yok olamaz ve antik Mısır’dan geri kalan her şeyin yakılıp yıkıldığı, büyük bir kültürün sır olarak tarihe gömüldüğü şeklindeki yorumlara katılmam mümkün değildir. Çok geniş bir kütüphanem yok ama, büyük bir heyecanla neyim var neyim yok masanın üzerine yığdım.

Bugün için mevcut olan dört büyük meleği ve hangi gücü temsil ettikleri hakkında artık fikrim var. Mikail, Cebrail, İsrafil ve Azrail.
Yani Madde, Akıl, Bilim ve Değişim! Haz. Mikail maddesel varlığı, Haz Cebrail aklı, Haz. İsrafil bilimi, ve Haz. Azrail değişimi anlatıyorlar.


Ya kıyamet günü belirecek olan diğer dört büyük melek? Geceler boyunca süren aramalarım sonuç vermiyor. Kime sorayım dersiniz?

Galiba yine büyük ustayı yardıma çağırmaktan başka çare yok! Buraya kadar kendisinden pek çok şey öğrendiğim, doğunun ve batının büyük ustası Muhiddin-i Arabi!

Önce şunu fısıldıyor;

“Evrende bir şeyden başka bir şeye geçiş hiçbir zaman keskin olmamıştır. Her şeyin başka bir şeyle mutlaka ilgisi vardır.”

Şu halde, gelecekteki bu meleklerin mevcut olan dört büyük melekle bir ilgisi olmalı! Acaba nasıl bir ilgi? Ustanın Türkçe’ye çevrilen bütün kitaplarını toplayıp geceler boyu yine karıştırıyorum. Yok, yok!

Sonra aklıma geldi, sayıları dört değil mi? Şu halde dörtlü anlatımların içinde aramalıyım. Ve bir hafta kadar sonra, bir gece sabaha karşı, işte buldum!

İşte ustanın dilinden mahşerin dört atlısı!

“ Şunu bil ki, Kuran ve şeriatta söz edilen her sayının ilahi bir gizliliği vardır. Bu ifade biçiminde, bir rakamı Allah’ın varlığını ifade ettiği için sayı olarak kabul edilmez. Çünkü bütün sayılar ondan çıkmakta ve onun yok olmasıyla birlikte diğer sayılar da yok olmaktadır. Örneğin, bire bir eklersek iki, ikiye bir eklersek üç, üçe bir eklersek dört çıkar ve bu durum sürer gider. Aynı şekilde birin çekilmesiyle de sayılar küçülmeye başlar ve bire kadar iner. 

Bir, yarattığı varlıkla birlikte olan Allah’ın sıfatı olduğu ve ondan başka varlık olmadığı için de, bu son birden çıkarılacak başka bir bir bulunamaz ve bu nedenle bir birden çıkarılamaz. Yani mutlak sıfır yoktur. Mutlak sıfırın olmayışı, yokluğun olmadığı anlamına gelir.

Bir sayı olmadığı içindir ki çift sayıların başlangıcı iki, tek sayıların başlangıcı üçtür. Allah varlığı iki sayıdan on iki sayıya kadar yaratmıştır.

Sayıların genişlemesi ise birden ona kadardır ve dört sayısı bu genişlemenin esasını oluşturur. Şunu demek istiyorum ki, birden ona kadar olan bu sayıların içinde, on sayısını elde edebileceğimiz yegane sayı dörttür. Dört sayısı, on sayısının gerçeğidir. 

Örneklersek,
4 sayısının içinde 3 bulunur ki, 4+3 = 7
Yine 4 sayısının içinde 2 bulunur ki, 7+2 = 9
Geriye ise 1 kalır ki, 9+1 = 10 eder.


Özetlersek, (4+3+2+1) = 10 = 4 demektir.

İlahi bir hikmet taşıyan dört sayısı, bu nedenle sayıların en güçlü olanıdır. Bu dört sayısı öyle geniş bir kapıdır ki anlatmakla bitmez.
Şunu bil ki, her ev bir yapıdır ve her yapı dört temel üzerine oturur.


Bu ev sensin ve şimdi anlatacaklarım da senin temel sıfatlarındır.
İnsan on iki özellik üzerine yaratılmıştır. İnsanın bu yapısını meydana getiren ise, dördü temel dördü yaratıcı olmak üzere sekiz esastır. Dört temel esasın (toprak-su-hava-ateş) olduğunu biliyoruz. Canlı cansız tüm varlıklar bu dört esasın içindedir.


Bu dört temel esasla birlikte insanı ortaya çıkaran yaratıcı dört esas ise, (Beden-Nefis-Akıl-Ruh) dur. İnsanlık âlemi binlerce yıldır işte bu dört yaratıcı ile uğraşıp durmuş, bunlardan çeşitli bilgiler edinmişlerdir. Arayıp buldukları bu bilgilerle de, Tevhit dediğimiz Allah’ın birlik sırrına ulaşmışlardır.” 4

Gördünüz mü, büyük bir usta problemi daha çözdü. Bugün için mevcut olan dört büyük melek piramidin tabanındaki dört kenarla temsil edilen Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail’dir.

Kıyamet günü arşı yüklenecek diğer dört büyük melekse, piramidin yükselen dört kenarı ile temsil edilen Akıl, Ruh, Beden ve Nefistir.

Oysa yine biliyoruz ki bunlar bir insan demektir ve insanlık, yaşayıp ölen her insanla birlikte kıyamete yükselmektedir. Bir piramit, yaratılışın başlangıcıyla kıyamet dediğimiz diriliş günü arasındaki büyük macerayı anlatan dev bir anıttır.

Halen inşa etmekte olduğumuz ve dünya hayatı dediğimiz en büyük piramitse henüz bitmiş değildir. Bu en büyük piramit, kıyamet dediğimiz en tepe noktasına ulaştığımızda bitmiş olacaktır.

Büyük usta bu piramidin en tepe noktasının ne demek olduğunu ve oraya varınca ne göreceğimizi bakın nasıl anlatıyor,

“ Allah Kuran’da şöyle buyurur, ( O Rahman ki, yarattığı arşı kaplamıştır. Taha 20/5 ) Bu ayet üzerinde düşünecek olursanız, arş kelimesinin Rahmanın azametine denk olduğunu görürsünüz. Allah insanı kendi sureti üzerine halifesi olarak yaratmıştır ve arş dediğimiz bu ulvi makam, bu emaneti taşıyan halifenin yeridir. İnsanın yeri ve kıymeti, muhakkak ki her varlığın üzerindedir.” 5

Şimdi anlıyorum ki bir piramit insan suretinde görünen tanrının saklandığı bir tapınaktır. Bir piramit, içinde sakladığı çürümüş bir insanla birlikte dirilişe yükselen insanlıktır. Piramit, gerçekten dünyanın yedi harikasından biridir.

Amon rahiplerinin ne kadar akıllı ve bilgili olduklarını siz de fark ettiniz mi? Herkesin aradığı en büyük hazineyi piramitlerin içindeki mezar odalarına değil, gözümüzün önünde duran devasa taş bloklarla bizzat piramitlerin kendisine saklamışlardır.

Peki ama ya gizli dehlizler, gizli odacıklar, altınlar, mücevherler? Yoksa bizi aldattılar mı?

Evet, altın peşinde koştuğumuzu çok iyi bilen rahipler ve firavunlar, çok derinlere saklarmış gibi göründükleri biraz altınla bizi aldatmışlardır.

İyi ama neden?

Biraz düşünün anlarsınız, gerçekte bizi aldatmamış, kimseye kabahat bulamayacağımız bir ustalıkla bize kendi kendimizi aldattırmışlardır. Kendi anlayışımız, kendi aldanışımızdır.

Firavunların piramitleri yaptırmaktan üç maksatları vardı. Birincisi tarımla uğraşmadığımız boş vakitlerimiz için iş yaratıp bizi kötülüklerden alıkoymak, ikincisi pozitif bilimi öğretmekti. Üçüncüsü asıl maksatları idi. Bize inşa ettirdikleri piramitlerle, din dediğimiz yaşam sırrını insanlığa aktarmak istiyorlardı.

Altınlar mı..? 

Çok basitmiş. Altın saklamaktan maksatları dikkatimizi yaşam sırrının anlatıldığı piramitlere çekmekti ve biz altını bilgiden çok seviyorduk! Hâlâ öyle değil mi? 

Yazık, çok yazık! Peygamberlerin neden büyük bir hüzün içinde yaşayıp öldüklerini şimdi daha anlıyorum.

*

Şimdi merak edersiniz, insanlık için böylesine önemli büyük bir hazine binlerce yıldır nasıl oldu da unutuldu?

Bu sorunun cevabını Kuran şöyle verir,

“ Firavun haddini aşmış, büyüklük taslayanlardan biri olmuştu. Kuran/ Duhan 44/31”

“ Ya Musa! Firavuna git ve uyar, zira o iyice azdı. Naziat 79/17”

“ Ve firavun şöyle dedi, - Ey halkım! Varlığın mülk ve yönetimi benim elimde değil mi? Ben şu meramını bile anlatamayan zavallı adamdan daha hayırlı değil miyim? Zuhruf 43/52”

“ İşte kendi halkını böyle küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Onlar doğru yoldan sapmış bir toplumdu. Zuhruf 43/54”

Âyetlerden iki şey anlaşılır. Firavunlar azmadan önce kendi toplumlarının peygamberleridirler ve Allah katında iyidirler. Ancak daha sonraları yoldan sapmışlar, hâttâ azmışlardır ve uyarılmaları gerekmektedir. Ve ilk uyarı, yeni bir ev yapmak üzere harekete geçen Haz. İbrahim iledir,

“ Ey İbrahim! Kullarım için bir ev yap ve temiz tut! Hac 22/26”

Çünkü eski ev kirletilmiştir ve bunun sorumluları firavunlar bizzat kendileridir. Onlar Allah’ın arşında oturan görünür tanrı olmayı çok sevdikleri halde, görünen her insanın da kendileri gibi tanrısal olduğunu zamanla unutarak insanlığı gücendirmişlerdir.

İnsanlığın son tapınağı, artık Haz. İbrahim’in inşa ettiği Kabe’dir. Firavunların, en tepesinde tek başlarına oturmak istemeleri üzerine Haz. İbrahim piramitlerin eğik duvarlarını düzeltmiş ve tanrılaşan insanı zirveden aşağı indirmiştir. Bir piramidin en tepesinde sadece kıyamet görünürken, Kabe’nin dört duvarı arasında şimdi sonsuzluk görünmektedir. Artık insanlığı, yine dört yüzü ve yine sekiz kenarı ile Kabe temsil etmektedir.

Sekiz değil, on iki kenarı mı var?

Hayır, on iki görüyorsunuz ama gerçekte sekiz kenarı var. Çünkü üstteki dört kenar, alttaki dört kenarın aynısıdır. Üstteki dört kenar; varlığın başlangıcında yaratılan, kıyamet günü de bizimle birlikte yine var olacak olan alttaki dört kenardan başka bir şey değildir. Bu şu anlama geliyor, toprak su hava ateş olarak tanıdığımız maddi varlık sonsuza kadar bizimle birliktedir. Dirilişimiz, tıpkı bugün olduğu gibi maddidir.

Şimdi orijinalindeki kadar belirgin olmasa da, Kabe’nin iki duvarı diğer iki duvarından biraz daha uzundur. Bu uzun duvarların biri akıl, diğeri ruh dediğimiz bilimsel bilgidir. Diğer iki duvardan biri beden, biri nefistir. Akıl ve ruh duvarları niçin daha uzundur? Çünkü beden ve nefis hayvanlarda da olduğu halde, akıl ve bilgi ancak insana mahsustur ve bu nedenle daha kıymetlidir.

Son kutsal tapınağın sorumluları, şimdi başta Müslümanlar olmak üzere tüm insanlıktır. Eğer kıymetini bilmeyecek olursak, 3000 yıl önce piramitlerin başına gelen, korkulur ki yarın Kabe’nin de başına gelecektir. Hâttâ gelmiştir bile! Görmüyor musunuz önce kapılarını kapadık. Yetmedi tavanını örttük, o da yetmedi kara perdelerle örtüp gizledik.

Biliyorum bakarsak kendimizi göreceğiz. Biliyorum, içinde sakladığını asla görmek istemiyoruz. İyi ama nereye kadar saklayacağız? Söyleyin, Kabe’nin taş duvarları niye örtülüdür? Söyleyin ne işe yarıyor bu örtü?

Yemendeki Himyer krallarına Tübba denirmiş. Tecrid-i Sarih’te, Kabe’yi ilk örtenin Yemendeki son Himyer kralı Esad Ebu Kerib olduğu, bir rivayete göre de Peygamberin onun hakkında, tevhit ehli bir Müslüman olduğunu söylediği bildiriliyor. 6
Kabe’yi örtenin Tübba olduğu kesin gibi, çünkü bu fiili başka üstlenen yok. Ya tevhit ehli Müslüman olduğu? Bakalım Müslüman mıymış?


“ Tübba halkı ve daha öncekiler! Onları helak ettik, çünkü onlar günaha batmış insanlardı. Duhan 44/37”

“ Eyke’liler ve Tübba kavmi. Hepsi Resulleri yalanladı da, duyurulan azap hak oldu. Kaf 50/14”

Afrika’da aç açık insanlar ölüyorken Kabe’yi örtmek için kumaş fabrikası kuran Müslümanlar! Şimdi ya bu örtünün ne işe yaradığını söyleyin, ya da gelin şu ayetleri yeniden bir daha tefsir edin!

Edemediniz mi? Şu halde bekleyin.

*

Sevgili Tutankhamon! Allah sana rahmet etsin. Çocuk denecek bir yaşta ülken, milletin ve insanlık uğruna çok bir şey anlayamadan göçüp gittin. Ama üzülme! Binlerce yıl sonra olsa da seni bulduk ve seni anladık. Anladık ki uğursuzluk sende değil, bizim kendi nefislerimizdedir. Şayet senden önceki bazı firavunlar da kendi nefislerine uyup bu basit gerçeği karıştırmasalardı, büyük babamız İbrahim belki de Kabe’yi inşa etmezdi. Böylece birimiz piramitlerde, birimiz Kabe’de ayrı düşmezdik. Kabe’nin de piramitler gibi seven bir kalp olduğunu biliyor musun?

*

G. A. Livraga, Teb ismini verdiği kitaba şu cümlelerle başlıyordu,

“ Eski Yunanlılar, (Yedi kapılı Teb) adını verdikleri bir Yunan kentiyle karıştırmamak için, Teb’e (Yüz kapılı Teb) adını vermişlerdi.

Bu bile başlı başına bir gizemi içermektedir. Eğer eski insanların bir yerden bir yere varmak için birkaç kilometre yürümeyi olağan saydıklarını düşünecek olursak, bir kapının diğer kapıdan en az 500 metre uzakta olduğunu kabul edebiliriz. Bu durumda yüz kapı için, çevresi 50.000 metre olan bir şehir görmemiz gerekirdi. Halbuki gerek arkeolojik veriler ve gerekse kalıntılara kuşbakışı bir gözlem bile, şehrin asla bu kadar büyük olmadığını gösteriyor.

Acaba Yunanlılar yüz rakamını (çok) anlamında mı kullanmışlardı? Bunu belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”

Ömür dediğin her şeyi öğrenmeye yetecek kadar uzun değilmiş. G.A Livraga 1991’de gerçekten bu sırrı öğrenemeden ölmüş. Nereden bilecekti Haz. Cebrail’in altı yüz kanadı olduğunu ve Tanrının rahmetinin yüz parça olduğunu? Ancak şimdi biz biliyoruz. Biliyoruz ki Yüz kapılı Teb, eşsiz ve mükemmel şehir demektir.

Öyle zannederim ki Livraga öldüğünde Osiris efsanesini de tam olarak anlamış değildi. Büyük ustanın Kahire kütüphanesindeki kitaplarını okumuş mudur dersiniz?

Muhiddin-i Arabi, “Tasavvuf Yolu” ismiyle Türkçe’ye de çevrilen bir eserinde büyük bir savaştan söz eder. Bu savaş Beden denilen bir ülkede, Ruh denilen bir kralla, Nefis denilen bir kraliçe arasındadır. Ve Akıl denen vezir kimden yana olursa savaşı o kazanacaktır. 7

Usta bu büyük savaşı anlatırken, aslında antik Mısırdaki Osiris efsanesini, yani İslam anlayışının temel öğretisini anlatmaktadır.
Bok böceği Kefer bizizdir. Osiris ruhumuzdur. Osiris olmak kendini bilmek, gerçeği anlamak demektir.


Osiris mavinin efendisidir, çünkü gökyüzü mavidir ve ruh dediğimiz bilgi gökyüzü kadar yükseklerde, yıldızlar kadar uzaklardadır.

Osiris’in eşi İsis aklımız, kardeşi Seth nefsimiz, İsis’in kardeşi Neftis bedenimizdir.

Osiris yeniden yapılanırken hayvani nefsi olan saldırgan Seth’den kurtulmuştur ama, Neftis dediğimiz beden bu yapılanmada zorunlu olarak vardır.

Osirisle Neftisin, yani ruhun bedenle birleşmesinden doğan oğulları Anubis ölümdür.

Osiris ve İsis’in oğulları Horus, aklın bilgiyle birleşmesinden doğan idraktir. Osiris’in ölümü ve Horus’un bir gözünü kaybetmesi demek, kişinin dünyaya sırt çevirmesi demektir.

İsis’in dadılık yaptığı çocuğa emdirdiği parmağı, bir süre oyalandığımız dünya denen yalancı emziktir.

Ve İsis bazen Seth’i serbest bırakır, çünkü nefsi sıkıştırmaya gelmez.

Horus’un eşi inek başlı Hathor inancın battığı, yerini gerçeğe bıraktığı bilimsel gelişmedir.

Hathor ayının on yedisi, ayın ışık vermediği karanlık gecelerdir.
Onların Amenti dedikleri kutsal topraklar, bizim Amentü dediğimiz imandır.


Doğudan batıya doğru giden gündüz kayığı ölüme doğru giden maddi hayatımız, batıdan doğuya doğru giden gece kayığı ise gerçeği arayışımızdır. Bu arayışta gündüzlerimiz gece gibidir. Kendi güneşimizin doğuşu, ruh dediğimiz kendi gerçeğimize ulaşmamızdır.

Bu Osiris güneşi ise, antik Mısır tapınaklarının girişinde anlatıldığı üzere İsis ve Neftis isimli iki pilonun, yani akıl ve beden duvarlarının arasından doğmaktadır.

Gece kayığımızın bin bir tehlike içinde geçtiği on iki bölge, Muhiddin-i Arabi’nin söz ettiği insanın on iki özelliğidir. Bunlar dokunmak, koklamak, tatmak, yiyip içmek, sindirmek, boşaltmak, üremek, görmek, işitmek, düşünmek, söylemek ve yapmaktır.
Bunlarla geçirdiğimiz bir arayışın sonunda ulaştığımız gerçek şudur; Gece yolculuğunun sonunda mutlak gerçeği gösteren bir güneş doğmakta ve bu güneş bok böceği Kefer, yani yine insan biçiminde görünmektedir.


Amr’ın cehennemde sürünen bağırsaklarını ve Tutankhamon’un kavanozlara saklanan iç organlarını hatırladınız mı? Hani birinin kapağı öküz, birinin kapağı aslan, birinin kapağı kartal, birinin kapağı insan şeklindeydi.

Öküz başlı kapağın altında saklanan mide ve bağırsaklarımız arkamızda bıraktığımız kötü işlerimiz, aslan başlı kapağın altında saklanan ciğerlerimiz yararlı işlerimizdir. Kartal başlı kapağın altında saklanan beynimiz bilgimizi, insan başlı kapağın altında saklanan kalbimiz ise niyetlerimizi anlatmaktadır. Gerçekte efsane sanıldığı gibi ölüm ötesini değil, yaşamda yapacaklarımızı anlatmaktadır. Firavunların ve rahiplerin bekledikleri toprağın altında bir yaşam değil, kıyamet dediğimiz diriliş günündeki mertebeleriydi.

Şimdi hepimiz bir yandan gündüz kayığında, bir yandan gece kayığında gitmekteyizdir. Fiziksel ölüm her iki kayığımızın battığı yerdir. Seyahatin nasıl geçtiği ise kıyamet dediğimiz diriliş günü anlaşılacaktır.

Antik Mısırın yeniden dirilişe değil de reankarnasyona inandığını zanneden Livraga bir kez daha yanılmıştı. Öyle anlaşılıyor ki sadece İslam’ı değil, mensup olduğu Hıristiyanlık inanışını da yeterince tanıyamamış. Reankarnasyon düşüncesi, kıyamet ve diriliş bilgisinin bozulmuş halinden başka bir şey değildir.

İsterseniz efsaneyi şimdi bir kere de kendiniz okuyun. Nasıl, beş bin yıl önceki bu büyük savaş, ustanın anlattığı büyük savaşa çok benziyor değil mi? İnanıyorum ki eski Mısır halkının İslam’ı seçmesi boşuna değildi.

*

Atıyor muyum, yoksa yakıştırıyor muyum?

Hayır, ne atıyorum ne de yakıştırıyorum. Sadece sizin din dediğiniz şeylere ait bilgi topluyorum ve aktarıyorum. Eğer atıyorlarsa, vebali atanların boynuna.

Ve işte o vebali yüklediklerimden bir hatıra daha.

Ebu Said-i Hudri anlatıyor;
“ Peygamber bir konuşmasında şöyle buyuruyordu;
- Kıyamet günü yeryüzü, tandırda pişen pide gibidir. Sizin onu ocakta çevirdiğiniz gibi, Allah da yeryüzünü kudret eliyle çevire çevire düzler, bu muazzam pideyi cennet ehline yolculuk azığı olarak hazırlar.
Tam bu sırada konuşmayı dinleyenlerden bir Yahudi söze girdi;
- Ya Ebe’l Kâsım! Allah seni mübarek kılsın. O gün cennetliklerin bu pideye neyi katık ettiklerini de ben söyleyeyim mi? Peygamber;
- Evet söyle, dedi.
- Muhammet’in dediği gibi, o gün yeryüzü gerçekten dümdüz bir pide gibi olur. Bu pidenin katığı da Bâlâm ile Nun’dur.
Orada bulunan Müslümanlar anlamayıp sordular;
- Bunlar da nedir? Yahudi cevap verdi;
- Bâlâm öküz, Nun balıktır. O gün yetmiş bin cennetlik bu iki hayvanın ciğerlerinden yiyecektir.
Yahudi’nin bu sözleri üzerine, Peygamber hayret ve sevinçle arka dişleri görülünceye kadar güldü.” 8


Size atmadığımı söylemiştim değil mi?
Öküz nefsimiz, balık aklımızdır. Dirilince bize verilen ilk yiyecek de işte bu ikisinin ciğerleri, yani bu dünyada yaptıklarıdır.


*

İtalyan araştırmacı bu güzel çalışmasını şu cümlelerle tamamlıyordu,

“ Eminiz ki ileri sürdüğümüz ve yerleşik kanaate ters düşen pek çok şey, bir çok kimsede gerekli yankıyı bulacak ve eski Mısır’ın gizemini yeniden şekillendirmelerine yardımcı olacaktır. Çünkü gittikçe hızlanan zaman içinde, artık yeni olasılıklarla karşılaşmanın zamanı gelmiştir. Teb fiziksel bir mekan değildir, Teb bir bilinç hâlidir. Bu el kitabını, Teb dediğimiz gizeme ve o gizeme ulaşmaya çalışanlara armağan ederken, (Gizli Konut) isimli papirüste yer alan eski bir Teb duasını bir kez daha fısıldıyorum. 
( Ne mutlu Teb’de yaşayana, ne mutlu Teb’de ölene!) ”

Teşekkürler Livraga! Hepimiz o gizeme ulaşmak için çalışıyoruz ve eminim bir gün ulaşacağız. Amon rahiplerinin emekleri seni, senin emeklerin bizi aydınlattı. Bizim emeklerimiz ise bizden sonrakileri aydınlatacak.

Ülkelerimiz birbirinden uzaklarda ve dillerimiz birbirinden farklı olsa da, materyalizmin dediği gibi yeryüzünden gelip geçen kültürlerin birbirinden tamamen ilgisiz olabileceklerine inanamam ve Livraga’nın cümleleri benim için yeni bir ilham kaynağıdır.

( Ne mutlu Teb’de yaşayana, ne mutlu Teb’de ölene!)

Ne anlatıyor bu eski Tebai duası? Nedir Teb?

Kaybolan her nesnenin kaybolduğu yerde arandığını, iki denizin birleştiği yeri ararken öğrenmiştik. Herhalde Mısır’dan çok uzaklarda olmamalı. Nerede olabilir? İbranice mi, Arapça mı..? Livraga, şehre sonradan yerleşen Luksor halkının Arap kökenli olduklarını söylediğine göre Arapça olabilir. Esasen eski Yunanlıların Egypt adını verdikleri ve Ecip olarak okunan kelimeyi de, Türkçe’ye Arapça’dan girmiş olan acip, acayip kelimelerine çok benzetmiştim. Şimdi size Arapça sözlükten birkaç kelime aktarıyorum,

Teb: Sıcaklık, hararet.
Teba: Tâbi olma, uyma.
Teb’a: Tâbi olanlar, bir kimsenin veya bir devletin emri altında olanlar.
Tebai: Tek başına değil başkasına tâbi olarak davranan, gerçek maksadından başka görünen.


Bu eski Mısır duasını, bu kelimelerle şimdi bir daha okumak ister misiniz?

“ Ne mutlu kulluk anlayışında olana, ne mutlu bu anlayış içinde yaşayıp ölene! ”

Livraga’nın sözlerine katılıyorum. Teb sadece fiziksel bir mekan değil, bir bilinç hâlidir. Teb’de, göğsünde tek bir gözü olan insanlar gördüğünü söyleyen tarihçi Heredot’un masallardan söz etmediğini anlamak şimdi daha kolay değil mi? 

Göğsümüzdeki o tek göz, kalp gözümüzdür. İnsan sevgisiyle tüm hırslarından arınmış, adeta hiç olmuş tertemiz bir kalptir. O kalp daha doğuda nirvanadır.

*

Düşünüyorum, köyde gaz lambasının solgun sarı ışıkları altında, babamın eski gazetelerini okumaya başladığım günden bu yana kırk yıl geçmiş. Zaman ne çabuk geçiyor. Yoksa bir rüya mı gördüm? Belki de geçici bir duygudur ama, artık okumaktan yorulduğumu hissediyorum. Çünkü sonu yok! Çünkü artık biliyorum ki,

“ Her bilginin üstünde, muhakkak başka bir bilgi vardır. Yusuf 12/76”

Kuran’ın artık ezberlediğim başka bir ayeti geliyor aklıma,

“ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zümer 39/9”

Evet doğruymuş ama, yıllardır nasıl yanlış anlamışım. Yunus Emre ne kadar haklıymış,

“ İlim; ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Ya sen kendin bilmezsin, bu nice okumaktır?”


Geç de olsa anladım ki en büyük bilgi kendini bilmektir. Kendini bilmekse, kim olduğunu ve kime kulluk ettiğini bilmek demektir. Kim Allah’ın halifesi olarak tanrı gibi olduğunun farkına varırsa, işte o kimse gerçekte kul olduğunu da fark etmiş demektir. Kul olduğunu bilense Rabbini bilmiş demektir. Bundan daha büyük bir bilgi var mı? Bundan daha fazlasını bilen var mı?

Şimdi tek istediğim tâbi olmak, göğsünde sadece bir gözü olan eski Tebai’liler gibi boş, bomboş olmaktır!

*

Hayır, hayır! Siz bana bakmayın. Yorulmuş olmalıyım. Siz en iyisi Tutankhamon’dan duyduğumu zannettiğim şu güzel sözlere kulak verin,

“ Ey İnsanoğlu! Kat kat bulduğunuz tabutlarım kuru bir süs değil, size ulaştırmaya çalıştığım bir haber, bir müjdedir. Aradığınız şey, gördüğünüz şeyden ayrı değildir. Amon, Ra ile iç içedir. Hem görünür, hem görünmez. Maskımda gördüğünüz yüz sadece benim yüzüm değil, sizin de yüzünüzdür. O insanlığın yüzüdür. 

Ölümün gerçek olduğunu biliyorum ama, bildiğim bir şey daha var. Siz yaşadığınız sürece ben bir gün dirilirim. Evren ve siz yok olmadıkça, gelecek bir günde mutlaka buluşuruz ve inanın artık hiçbir şey asla yok olacak değildir.

Çünkü Amon bize söz verdi. Yoksa size vermedi mi? Yoksa artık siz ona Amon demiyor musunuz?

Korkma ey insanoğlu, yaşam devam etmekte! Korkacağın şey Amon değil, ölüm değil, kendi kötülüklerin olsun! ”

Tutankhamon gerçeği söylemekte ve Kuran’dan bir ayeti açıklamaktadır,

“ Artık kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onu, kim de zerre kadar bir kötülük yaparsa onu bulacaktır. Zilzal 99/7”

*

Sevgili dostlar!

Tutankhamon’un bizim için sakladığı büyük hazineyi birlikte bulduk. Yine birlikte paylaşacağımız bu inanılmaz hazine, gördük ki Kabe dediğimiz insanlık, kıyamet dediğimiz dirilişimiz ve firavunlara yapılan bir secdedir. Bu hazinedeki secde, galiba benim yıllardır hiç anlamadığım namazdır. Tıpkı Son Peygamberin söylediği gibi,

“ Gelecekte, kıyamete doğru öyle bir zaman gelir ki, tek bir secde, içindekilerle birlikte tüm dünyadan daha kıymetli olur.” 9

Peki secde nedir? Sadece yere kapanmak mı? Secdeyi sadece yere kapanmaktan ibaret bir borç zannedenlere Kuran’ın bir ayetini hatırlatmak isterdim,

“ Peki, yüz üstü kapanarak yürüyen mi daha hızlı yol alır, yoksa dosdoğru bir yol üzerinde dimdik yürüyen mi? Mülk 67/22”

Ve sonra da sormak isterdim,

Kuran niçin özellikle yüz üstü yere kapananları örnek veriyor?

Secdenin gerçeği, şeytanın yapmadığını yapmak ve insanı sevmektir. Namaz kıldığı halde insan kıymeti bilmeyenler, Sayın Yaşar Nuri Öztürk’ün sık sık hatırlattığı aşağıdaki iki ayeti daha sık okumalıdırlar.

“ Başınızı sağa sola çevirmek marifet değildir. Bakara 2/177”

“Vay hâline o kimsenin ki, kıldığı namazdan haberi yoktur. Maun 107/4”

Allah bu kimseler için bir ayetinde de şöyle der,

“ O gün secde etmeleri istenir, edemezler. Kalem 68/42”

Mürit Kefer 



Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Teb Giorgio A. Livraga Yeni yüksektepe / 1996 Tek kitap 1-158
2 Ana Britannica Ansiklopedi Ana Yayıncılık / 1988 17 623
3 M. Arabi Fütuhat-ı Mekkiye Selahaddin Alpay Şakir Hoca / 1980 Tek kitap 37
4 M. Arabi Tasavvuf Yolu Selahaddin Alpay Sümer / 1973 Tek kitap 199
5 M. Arabi Tasavvuf Yolu Selahaddin Alpay Sümer / 1973 Tek kitap 73
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 45
7 M. Arabi Tasavvuf Yolu Selahaddin Alpay Sümer / 1973 Tek kitap 46
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 206
9 Sünen-i Tirmizi / Fiten Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 54 2234

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder