“ Musa ile otuz gün için sözleştik. Sonra buna bir on gün daha ekledik. Araf 7/142”
“Ant olsun tan yerinin ağardığı vakte, on geceye, çifte ve teke, başladığı zaman geceye. Nasıl, bunlarda akıl sahibi olanlar için bir yemin var mı? Fecr 89/1-5”
Hadi buyurun bakalım, ne demek şimdi bunlar? Birkaç gün arayıp yorulduktan sonra aklıma geldi. Sahi, Hikmet ağabeye niye sormuyorum ki? Nasıl olsa onda yok yok!
Cevabı çok kısa oldu,
- Bilmiyorum, ama senin için ararım.
Ne güzel bir cevap! Tam Peygamberin istediği gibi. Evet, bilmiyorum ilmin yarısıdır. Dönerken farkında olmaksızın Dedeyi hatırlamışım. O bilir miydi acaba? Aman boş ver, o zaten bilse de söylemez ki!
Sinirlendiğimi hissedip unutmaya çalışsam da o gece aklımda hep Dede var. Ve her nedense de kocaman sakalları. Gece geç vakit eşim sordu,
- Neler düşünüyorsun?
Hayalimde mermerden kocaman bir sakal, cevap verdim.
- Tanrı Zeus’u!
Ve ekledim,
- Sen Tanrılar tanrısı Zeus’u ve ateşi çalan Promete’nin hikayesini bilir misin?
*
“ Tanrı Zeus antik yunan mitolojisindeki en büyük tanrıdır. Kabartma ve heykel gibi sanat yapıtlarında sakallı, olgun, güçlü bir erkek olarak betimlenir. Sonradan Yunanlıların da benimsediği eski bir Girit efsanesine göre, Zeus Titanların kralı Kronos’un çocuklarından biridir.
Kronos çocuklarından birinin ileride kendisini tahttan indireceğini öğrenince yeni doğan bütün çocuklarını yutmaya başlar. Ancak Zeus doğduğunda annesi onu Girit’te bir mağarada saklar ve Kronos’a Zeus diyerek bezlere sardığı iri bir taş parçasını yutturur. Zeus’u mağarada bulunduğu sırada Amaltheia emzirir ve Kuretalar da kalkanlarını birbirine çarparak Zeus’un ağlamasının duyulmasına engel olurlar.
Zeus büyüyünce Titanlara karşı ayaklanma başlatır ve kardeşleri Hades ile Poseidon’un da yardımlarıyla babası Kronos’u tahttan indirir. Göklerin yöneticisi olan Zeus kral olduktan sonra önce dev Gigantlarla savaşır. Daha sonra kendisine baş kaldıran diğer tanrıları saf dışı bırakır ve kendisine boyun eğen bu tanrılarla birlikte Olimpos dağında yaşamaya başlar.
Ölümsüz olmasının dışında tıpkı bir insana benzeyen Zeus insanlar gibi yer içer, sevinir ve öfkelenirdi. Yine insanlar gibi aşklarıyla da ünlüydü. İstediği bir kadını elde edebilmek için bazen kılık değiştirdiği, hâttâ hayvan kılığına bile girdiği olurdu. Eşi Hera’ya guguk kuşu, Leda’ya kuğu kılığında tecavüz ettiği, Europa’yı ise bir boğa kılığında kaçırdığı söylenir. Kadınlarla olan bu ilişkileri eşi Hera’yla sık sık kavga etmesine neden olurdu. Çeşitli kadınlardan olan çocukları arasında en ünlüleri Apollon, Artemis, Athena ve Dionysos’tur.
Antik yunan şairi Hesiodos’un anlattığına göre bir gün insanlardan biri, kurbanın eti yerine kemik ve yağlarını vererek tanrı Zeus’u aldatmak ister. Ne kadar ayıp, ne kadar bencilce bir davranış! İnsana yakışıyor mu? Haklı olarak Zeus da çok kızar ve karşılık olarak ateşi saklar. Yıllar yılı!
Zeus başta olmak üzere tanrılar Olimpos’da günlerini gün ede dursunlar, insanlar yoksul ve hasta bir halde yerde kıvranmaktalar. Nasıl oh desinler ki kutsal ateş Zeus’un elinde ve insanlara vermiyor. Ateş olmayınca elbette ışık yok, sıcaklık da yok! Yeryüzü karanlık ve soğuk. Evet ama bu böyle sonsuza kadar gidebilir mi?
Bir gün Promete isimli genç bir adam yeryüzünde ayağa kalkar ve hayır, der.
- Böyle bir düzen tanrısal olamaz ve tanrıların buna hakkı yok!
Yunanca bir kelime olan Promete, tıpkı bizdeki Peyam-Ber kelimesi gibi (geleceği gören) demektir ve Promete ateşi çalmak üzere Olimpos dağının erişilmez gibi görünen karla kaplı tepelerine doğru yola çıkar. Yorucu ve uzun bir yolculuktan sonra ateşin saklandığı tepelere varır ama, tanrılardan ateşi çalmak kolay mı? Zeus’un muhafızları Promete’yi yakalayıp ellerinden ve ayaklarından kayalıklara zincirlerler.
Yazın kavurucu sıcak, kışın dondurucu soğuk! Promete uzun yıllar esaret altında kalır. Neyse ki sürekli kendini yenileyen karaciğeri sayesinde o da ölümsüzdür. Zeus karaciğerini yemek üzere bir kartal görevlendirse de Promete her gün kendini yenilemeyi başarır. Ta ki zincirler paslanıp, koparıncaya kadar.” 1
*
Pek çok kimse için kendi inanışı doğru ve anlaşılır, başkalarının inanışı yanlış ve saçmadır. Doğrusunu isterseniz bugüne kadar bu eski yunan mitolojilerini ben de saçma olarak niteler, bin zahmetle yapılan o enfes heykellerin anlamsız bir putperestlik olduğunu düşünürdüm.
Antik Mısırı, firavunları, piramitleri, Amon ve Ra’yı daha yakından tanıdığım zaman, Livraga’nın dediği gibi antik Mısırın tüm dinlerin kaynağı olduğuna, Romalıların ve Yunanlıların da kendi mitolojilerini bu anlayışın üzerine kurduklarına inandım. Şu halde ne kadar yanlış kopya edilmiş olursa olsun, bu mitolojiler de muhakkak onlardan bir iz taşımalı değil mi?
Şimdi anlıyorum ki, antik Mısır’ın Yunanlılarda bıraktığı bu iz Tanrı Zeus’tur, Promete’dir. Ateşi saklayan tanrı Zeus, özellikle de insan suretinde tecelli eden Rahmanın anlatımından başka bir şey değildir. Rahmanı saklayan bir insan! Bir şey sakladığını biliyor ama ne sakladığını bilmiyor, görünmeyen bir şey olduğunu biliyor ama anlatamıyor.
Evet, Dedenin neden böyle davrandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü o bir tanrı Zeus! Ateşi saklıyor ve vermiyor, daha doğrusu veremiyor. Ama artık bitti. Dedeyi Zeus olarak yaratan Allah, beni de bir Promete olarak yaratmıştı ve ben o ateşi çaldım. Çaldım çünkü, o ateş görünmez Rahmanın bilgisiydi ve kimsenin malı değildi. Çaldım çünkü, biz fakirlerin bu ateşe çok ihtiyacı vardı.
Eşim bu düşüncelerimden ürkmüş olmalı.
- Dede bir tanrı Zeus mu? Aman duymasın alınır. Hem sonra neden saklasın ki!
Düşündüm. Evet, haksızlık etmemeliyim. Neden saklasın ki? Hadi benden saklıyor, kendi oğlundan kızından niçin saklasın ki? Hayır, bunu bilerek ve isteyerek yapmıyor. Hem sonra, yıllardır okuduğu Kuran’ı anlamaya çalışırken o da ateşi çalmaya çalışan bir Promete değil miydi? Evet, bu daha doğru. Demek ki insan dediğin anlayıp anlatabildiğine Promete, anlamadığına veya anlatamadığına ise tanrı Zeus’tur.
Aklıma eski Romalılar, Yunanlılar geliyor. Ateşi çalmak için ta Mısır’a kadar giden eski Prometeler! Homeros, Tales, Phytagoras, Solon, Eflatun, Demokrit, Plutark ve diğerleri. Amon rahiplerini izlerken gerçeği fark ettiler. Rahipler tanrılaşır gibi göründükleri ibadetleri sırasında, gerçekte kulluk anlayışının zirvesine ulaşıyorlardı. Çünkü biliyorlar ki, gerçek tanrı ter içinde tarlalarda ve piramitlerde çalışan sıradan insanların arasında dolaşıyor. Bir görünüyor, bir kayboluyor.
Yunanlı Promete’ler çaldıkları ateşi geri getirdiklerinde düşündüler, şimdi bunu nasıl anlatacaklar? Yoksa onlar da bir piramit mi yapmalılar? Evet, hiçbir şey bu gerçeği bir piramit kadar eksiksiz anlatamaz.
Ve gerçekten başladılar. Ama kara taşlar o kadar sert, ustalar o kadar beceriksiz ve halk o kadar ilgisiz ki! Üst üste yığdıkları taşlar küçük ve kötü bir piramit taklidi olarak yükselirken yavaştan sesler de yükselmeye başladı;
- Ne o, birileri dinimizi mi değiştirmek istiyor? Kim bu yabancı ülkelerden yabancı tanrılar getirip tanrılarımıza karşı gelenler!
Sonra sesler yükseldi. Sadece sözde kalsa neyse, derken saldırılar.
Hayır, olmayacak. Prometeler tüm emeklerini ve bilgilerini zincire vurup geri çekildiler. Küçük kötü piramitler terk edildi.
Ne garip, gerçeğin ateşini bulup getirdikleri halde halk istemiyor. Hiç olmamış ve olmayacak birkaç mucize, bir iki evliya hikayesi onlara yetiyor. Gerisini ne dinliyorlar, ne anlıyorlar. Ateş kendi içlerinde ama farkında değiller. Hepsi birer tanrı Zeus! Gerçekte hemen yanı başlarında duran bu tanrısal insanlar, bu açıdan bakılınca Olimpos dağının bulutlar içindeki karlı tepeleri kadar uzaklardalar. Gerçeğin ateşi insanın kendi içinde olduğu halde, Olimpos’un yüksek tepeleri kadar uzaklarda görünüyor. Böyle bir tanrının heykeli yapılmaz mı?
Olimpos dağında tanrı Zeus! Yiyor, içiyor, evleniyor, çocukları oluyor ve bazen diğer tanrılarla kavga ediyor. Evet, tanrı Zeus Olimpos dağında yaşıyor!
Gerçekten yaşıyor mu? Evet, gerçekten yaşıyor. Amon rahiplerini tanımadıkları ve okuyup öğrendiğim şunca bilgiye sahip olmadıkları halde, yerdeki bu insanların inanıp ibadet etmeleri onun orada yaşadığını göstermiyor mu?
Kuran’ın söz ettiği (ilm-i ledünn) kavramını ve hiçbir şey bilmediği halde inanan insanları şimdi daha iyi anlıyorum. Kendi içlerinde yanan bu ateşten Olimpos dağı kadar uzak olsalar da, bir başkasına veremeseler de, bir yerlerde bir ateş yandığını hissediyorlar.
Artık siz de anlamış olmalısınız ki Olimpos dağının bizim kültürümüzdeki adı Kaf dağıdır. Çok, ama çok uzaklarda bir hayal dağı! Sadece Zümrüdü Anka kuşunun uçabildiği. Artık yine anlamış olmalısınız ki bu hiç görülmeyen hayal kuşu, antik Mısırın Ankha dediği aklımızdan başka bir şey değildir ve Son Peygamber bu yüksek uçuşun adına miraç demektedir.
Dedeyi ve diğer dedelerimizi şimdi daha iyi anlıyorum.
- Kuran’a aptessiz dokunma!
- Filanca duayı üç, falanca duayı beş kere oku!
- Hapşırana Yerhamükellah de!
- Sağ ayakla gir, sol ayakla çık!
- Bismillahirrahmanirrrahim dedin mi?
Sevgili dedelerim, Allah sizden razı olsun. Bunu bize hep söyleyin. Hep söyleyin ki, çok uzaklardaki Olimpos dağının tepelerinde saklı bir ateş yandığı hiç unutulmasın. Hep söyleyin ki, sonradan gelecek Prometeler de bir gün bu bilinmezliklere isyan edip gerçeğin ateşini arasınlar. Tıpkı Kabe’nin öpüp okşadığımız kara taşı, kara örtüsü gibi!
*
Kara taşı anlamış, kara örtü içinse söz vermiştim. İşte şimdi tam zamanıdır ve sayın Süleyman Ateş hocamızın tefsirinden kısa bir alıntıyla başlıyorum.
“ Mısır krallarına firavun, İran krallarına Kisra denildiği gibi, Yemendeki Himyer devleti krallarına da Tübba denirdi. İkrime’nin bir rivayetine göre son Tübba Esad Ebu Kerib’dir. Haz. Ayşe’den bir rivayete göre ise Peygamber şöyle buyurmuştur, - Tübba’ya küfretmeyiniz, zira o tevhit ehli bir müslüman olmuştu. Haz. Kab’de, - Allah Kaf ve Duhan surelerinde Tübba’nın kendisini değil kavmini yerdi, demiştir.” 2
Ey Kabe’yi örten Tübba, ey son Himyer sultanı Esad İbn-i Ebu Kerib! Aklıma gelenler doğruysa, ayetlerle ters düşüyor gibi görünmesine rağmen hadislerin de, Peygamberin senin hakkındaki sözlerinin de doğru olduğunu zannederim.
Kabe’yi bulduğunda çok kötü durumdaydı değil mi? Kapıları kapatılmış, terk edilmiş ve unutulmuş. Ve sen sonradan gelecek Prometelere bir iz, bir işaret bırakmak istedin. İnsan hariç her varlığın olduğu gibi çıplak göründüğü şu dünyada bir taş yığınına don giydirirken, onun Allah dediğimiz mutlak varlığın yanı sıra insanı sembolize ettiğini biliyor, örtünün Kabe’yi sakladığı gibi insanın da tanrıyı sakladığını anlatmaya çalışıyordun değil mi?
“Karacoğlan der maşallah
Bir gün görürüz inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi? ”
Donun rengini de özellikle kara seçtin değil mi? Altında karanlık bir sır sakladığını anlatmak ister gibi.
Peygamber niye mi çıkarıp atmadı? Çok istediği halde Kabe’yi yıkıp yeniden yapabildi mi ki örtüsünü çekip çıkarabilsin! Üstelik çıkarsa ne görecekti ki? Keşke o girilmesi zor yüksek kapıya da bir işaret koysaydın.
Kabe şimdi nasıl mı? Nasıl olsun, yine bildiğin gibi. Allah’ın evinin insan kalbi olduğundan habersiz, bir yandan yapıyor, bir yandan yıkıyoruz.
Kuran mı? Hayır, henüz okumadık. O duvarda asılı duruyor ve biz hâlâ Arapça okuyoruz.
Sevgili Müslümanlar, siz Kuran’ı bir gecede hatmetmekle övünenlerin masallarını dinleye durun, bakın Peygamberin dostları neyle övünüyorlarmış.
“ Haz. Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer Kuran’ı en iyi bilenlerden biri olduğu halde, Bakara suresini on iki senede ezberlemişti. Kendisi şöyle diyor, - Peygambere bir sure indirildiğinde biz onu okur, ne demek istediğini mutlaka anlardık. Şimdi bir adam bir sure okuyor da, ne dediğinden haberi yok!” 3
*
“ Musa ile otuz gün için sözleştik. Sonra buna bir on gün daha ekledik. Araf 7/142”
“Ant olsun tan yerinin ağardığı vakte, on geceye, çifte ve teke, başladığı zaman geceye. Nasıl, bunlarda akıl sahibi olanlar için bir yemin var mı? Fecr 89/1-5”
Önce otuz gece, sonra bir on gece daha. Sonra bir de yemin! Neler anlatıyor hiç kimselerin açıklayamadığı bu Kuran ayetleri? Nedir bu ezeli sır?
Sırlarla savaşarak ateşi çalan Promete’den bunu da açıklamasını isterdiniz değil mi? Ben de çok isterdim ama, ne yazık ki imkansız!
Çünkü bu noktada artık ben de bir tanrı Zeus’um ve o ateş size asla anlatamayacağım bir aşktır, ilahi aşk!
Evet biliyorum Allah’ın yaratışında imkansıza yer yoktur ve belki bir gün başka bir Promete çıkıp anlatabilir ama, ben yine de anlayabileceğinizden endişeliyim. Bana göre, eğer o ateşi istiyorsanız sizin de bir Promete olmanız ve onu bizzat sizin çalmanız gerekiyor.
Mürit Kefer
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Ana Britannica Ansiklopedi Ana Yayıncılık / 1988 18 168
2 Kuran-ı Kerim Tefsiri Prof.Dr. Süleyman Ateş Milliyet / 1995 5 2398
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 649
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder