6. Mucizeler

İslam tarihinde iman hadisi olarak bilinen bir hadis var ve Haz. Ömer’in oğlu Abdullah anlatıyor;

“ Babam Ömer şöyle anlattı,
Ben Peygamberin yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Peygamberin önüne oturdu ve dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üstüne hürmetle koyduktan sonra sordu,
- Ey Muhammet iman nedir? Peygamber açıkladı,
- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe inanmandır. Kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır. Yabancı yine sordu,
- Ya İslam nedir?
- İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına şahadet etmek, namazı kılıp zekatı vermek ve Ramazan ayında oruç tutmaktır. Yabancı yine,
- Doğru söyledin! diye tasdik etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu,
- Ya ihsan nedir? Peygamber yine açıkladı,
- Allah’a sanki görüyormuşsun gibi inanmaktır. Sen Allah’ı göremesen bile şüphesiz O seni görür.
- Peki kıyamet ne zaman?
- Bu meselede, sorulan sorandan daha bilgili değil. Kıyamet Allah’tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir, dedi ve sonra Lokman suresinin 34. ayetini okudu.
Daha sonra yabancı çıktı gitti. Peygamber arkasından, Onu çevirin diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki,
- İşte bu Cebrail’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti.” 1

Bu hadisi aslında imanı anlamak için okumuştum ama, itiraf etmeliyim ki pişman oldum. İman şurada dursun, içimde bir öfke!
Neye iman edeceksin şaşkın? Birdenbire görünüp birdenbire yok olan insanlara mı, saçmalama!

Gecenin bir yarısında çalışmayı bırakıp soğuyan çayın altını yaktım. İçimdeki ses kışkırtıyor, sakın peygamber denen bu adamlar halkı böyle garip hikayelerle kandırıyor olmasınlar?
Hayır! Artık ne bu gece, ne de başka bir gece imanı çalışamam. Anladım, şimdi benim en büyük düşmanım mucizelerdir.

*

İslam hadis tarihinin mucizelerle ilgili en önemli rivayetlerinden biri, Cabir bin Abdullah’ın aktardığı ve Tecrid-i Sarih’te değişik anlatımlarla beş defa tekrar edilen şu hadistir;

“ Babam Abdullah Uhud savaşında şehit olduğunda, arkasında otuz vesk (altı ton) hurma tutarı kadar bir borç bırakmıştı. Hurma zamanı olup borcun vadesi geldiğinde alacaklılar gelip alacaklarını istediler. Ancak o sene hurma mahsulü iyi olmamıştı ve borcumdan bir kısmını sonraya bırakmalarını teklif ettim. Razı olmadılar. Bunun üzerine Peygambere giderek, bana yardımcı olmasını rica ettim. Peygamber önce alacaklılardan kolaylık göstermelerini istedi ise de kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamber bana,
- Ey Cabir! Haydi git, hurmanı toplayıp boy boy ayır. Sonra da bana haber gönder, dedi.
Ben Peygamberin emrini yerine getirip kendisine haber gönderdim. Peygamber gelip hurma harmanının başına oturdu ve,
- Haydi şunlara alacaklarını ölçerek ver, buyurdu.
Bende ölçerek borçlarımın tamamını ödedim. Kalan hurmadan sanki bir şey eksilmemiş gibiydi.” 2

Pozitif bilime saygılı akıl sahibi Müslümanlar bu ve benzeri mucizeleri tuhaf bir suçluluk duygusu içinde okur, anlamakla anlayamamak, inanmakla inanamamak arası bir noktada şaşkın kalakalırlar.
Neyse ki mucizelere inanmak imanın ve İslam’ın şartlarından sayılmamıştır ve şöyle denir,

“Mucize denince, genel olarak herkes tarafından görülebilen olağan üstü hadiseler anlaşılır. Mucizeler ya bir ihtiyaç, ya da karşıtların talebi üzerine gösterilmiş ve genellikle halk faydalanmıştır. Aniden meydana gelen ve herkesin gördüğü böyle mucizelere afaki mucizeler denilir.
Enfüsi mucizeler ise hakiki müminlere, fikir ve düşünce sahibi aydınlara ait delillerdir. Nitekim eşi Hatice, Ebu Bekir ve diğerleri de sadece Peygamberin doğruluğuna ve bildirdiği Kitabın gerçek olduğuna inanarak iman etmişlerdi. Esasen bu konuda Kuran da böyle düşünmeyi tavsiye etmektedir.” 3

Âfak ve Enfüs! Bu iki Arapça kelime bana yabancı değil gibi, nereden hatırlıyorum acaba? Meğer uzakta değilmiş;

“ Gerçeği anlamalarına kadar, varlığımızın belgelerini afakta ve enfüste onlara gösteririz. Ta ki açıkça görüp anlasınlar ki, muhakkak o Hak’tır. Fussilet 41/53”

Bu iki kelime, sözlükte şöyle anlatılır,
Âfâkî : Uzak ufuklar, görüşün bittiği yer. Kıymetsiz sözler.
Enfüsî : Nefsin kendine ait olan. Zata mahsus görüş ve düşünüş.

Allah mucizeleri, âfakî ve enfüsî olarak iki halde gösterdiğini bildirmektedir ve görülüyor ki mucizelerin bir kısmı âfakîdir, yani uzaklarda. İnsanın gözü önünde meydana geldiği halde nasıl uzak olur?
Açıklamadaki “genellikle halk faydalanmıştır ” cümlesinden de anlaşıldığı gibi, bu uzaklık bir görüş ve anlayış uzaklığıdır. Kısacası insanların mucize deyip şaşırdıkları olağanüstü olaylar, içyüzünü bilmedikleri olaylardır hepsi o kadar!

*

Buhari yukarıda okuduğum bu hadisi başka kimselerden ve hayli farklı anlatımlarla da rivayet ediyormuş. Fakat ben onları okumayı biraz sonraya bırakıp, şimdi o günleri anlatan başka hatıraları okumak istiyorum. Çünkü biliyorum ki, her olay kendi şartları içinde oluşur ve kendi şartları içinde daha iyi anlaşılır.

“Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı. Nâdir oğulları, Kurayza oğulları ve Kaynuka oğulları. Bunların bir kısmı Medîne’de, bir kısmı ise Medine’nin dışında yerleşiktiler. Medine’nin bütün sanat ve ticaret işlerini ellerine almışlardı. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman, bu Yahudi kabileleri ile ayrı ayrı saldırmazlık anlaşmaları imzalamıştı. Bu anlaşmalara göre, can ve mal güvenliğinin yanı sıra Yahudilerin din ve inanç hürriyeti de kabul edilmiş, buna karşılık onlar da Müslümanlara karşı düşmanla işbirliği yapmamayı ve gerektiğinde para veya silah vererek yardım etmeyi kabul ve taahhüt etmişlerdi. Peygamberin ilk hedefi Yahudi veya Hıristiyanlar değildi. Çünkü Allah kendisini öncelikle kendi kavminden sorumlu tutmuştu. Ancak Yahudiler anlaşma hükümlerine uymadılar. Medine’de gelişen İslam din anlayışının er veya geç kendi etkinliklerini kıracağını görüyorlardı. Bu nedenle anlaşmaların yürürlükte olduğu süre içinde, gizli gizli Peygamberin karşıtı Mekke ile işbirliği yapmaktan, onlara destek vermekten geri kalmadılar.” 4

“Bir-i Maune faciası işte bu günlerde oldu. Uhud savaşından hemen sonraki günlerden birinde, Mekke’nin doğusundaki Necid bölgesinden bir kabile reisi, Amir oğulları ve Süleym oğullarını temsilen siyasi bir nezaket ziyaretinde bulunmak üzere Peygambere geldi. Adı Amir bin Mâlik’ti. Görüşmeler sırasında Peygamber kendisine dinden bir şeyler anlattı ve İslam’a davet etti. Amir açıkça evet demedi ama, hayır da demiyordu. Bu davete şu cevabı verdi,
-Ya Muhammet! Bana anlattığın bu sözler çok güzel. Bölge halkına bunları anlatacak bir heyet gönderecek olursan, öyle umarım ki bu daveti daha iyi anlar ve icabet ederler.
Peygamber bu talebi olumlu karşılamakla birlikte biraz endişeliydi. Bölge Medine’nin etki alanından oldukça uzakta ve siyasi ortam oldukça karışıktı. Amir ise, gelecek heyetin kendi koruması altında olacağını bildiriyordu. Sonuçta, Uhud savaşının üzerinden dört ay geçmişti ki, bazı rivayetlere göre on dört, bazı rivayetlere göre otuz kişilik bir davet heyeti, Münzir bin Amr’ın başkanlığında bölgeye doğru yola çıktı. 
Günler süren uzun bir yolculuğun sonlarına doğru heyete, davet sahibi Amir bin Mâlikin öldüğü şeklinde haberler ulaştı. Bunun üzerine bilgi vermek ve talimat almak üzere geriye bir haberci çıkarırken, ne yapacaklarına karar vermek üzere de Mekke ile Usfan arasındaki Maune kuyusu yanında konakladılar. Heyet başkanı Münzir yeterli bilgi toplamadan kafilenin daha fazla ilerlemesini uygun görmüyordu. Aralarından Haram bin Milhan’ı haberci olarak Amir oğullarına doğru yola çıkardı. Gerçekte gelen haberler pek de yalan sayılmazdı. Amir bin Mâlik gerçi ölmemişti ama ağır hastaydı ve kabilesi, kendisi ile kardeşinin oğlu Amir bin Tufeyl arasında bir yönetim boşluğu yaşamaktaydı. Amir bin Tufeyl epeyce yaşlı olmasına rağmen, oldukça hırslı bir kişiliğe sahipti ve Peygamberi de pek sevdiği söylenemezdi. Tarihler, Amir görüyorsun herkes Müslüman oluyor, sen de olsana diyenlere,
- Vallahi bütün Arap kavmi ardıma düşünceye kadar uğraşmaya yemin etmişimdir. Artık bu Kureyş delikanlısına tabi olur muyum? diye cevap verdiğini yazar.
Bu siyasi kargaşa içinde Süleym oğullarına ait atlılar çadırlara varmadan önce haberci Haram’ı çevirdiler. Haram Peygamberin mektubunu vermek istedi ise de reddettiler ve sırtından mızrakladılar. Yine tarihler Haram bin Milhan’ın göğsünden çıkan mızrağa bakıp, ben kazandım! diye haykırdığını yazar. Haram’ı öldürenler daha sonra da Maune kuyusunda beklemekte olan heyeti kuşattı ve kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan ancak iki kişi kurtulabildi. Biri, öldü zannedilerek bırakılan Ka’b bin Zeyd, diğeri Mudar kabilesinden olduğu için sadece saçı kesilip bırakılan Amr bin Ümeyye.” 5

“Maune faciasından kurtulan Amr bin Ümeyye neye uğradığını şaşırmış, perişan bir halde dönmektedir. Dinlenmek üzere mola verdiği bir vahada, Amir oğullarından olduklarını öğrendiği kendisi gibi yolcu iki kişiye rastlar. Saldırıyı sadece Süleym oğullarının düzenlediğinden, Amir oğullarının hadiseye karışmadığından haberi yoktur ve yolcuların uykuya daldığı bir sırada intikam almak üzere ikisini de öldürür.
Ancak Amr’ın bu yaptığı Maune katliamının üzüntüsü içindeki Peygamberi daha da güç bir duruma sokar. Ölenler zaten masumdur ve böyle bir nedenle Süleym oğullarının yanı sıra Amir oğullarını da düşman edinmenin anlamı yoktur. Amr’a şöyle der,
- Hata etmişsin. Sen masum iki insan öldürmüşsün. Diyetlerini vereceksin!”
Başka bir hatırada Amr’ın bu diyetleri ödeyemediği ve Peygamberin ödemek zorunda kaldığı anlatılır.
Ancak iki insanın can bedeli az bir şey değildir ve Müslümanlar fakirdir. İşte o günlerde Peygamber bu diyetleri ödeyebilmek için Yahudi Nadir oğullarından yardım ister. Ayrıca, Süleym oğullarının Maune kuyusundaki saldırıları ile başlayan son siyasi gelişmeleri değerlendirmek istemektedir.
Nadir oğulları bu çağrıyı olumlu karşılar. Peygamber yanında Ebu Bekir, Ömer, Ali, Zübeyr, Talha, Sad bin Muaz, Sad bin Ubade ve Üseyd bin Hudayr’dan oluşan seçkin bir heyetle yola çıktığında şartların hızla değiştiğinden henüz haberi yoktur. Başta, Müslüman göründüğü halde siyasi hırsı sebebiyle sürekli Peygamberin aleyhinde davranan Abdullah bin Übey olmak üzere bütün Yahudi kabileleri Nadir oğullarını uyarmışlar ve Peygambere destek vermemesi konusunda ikna etmişlerdir.
Peygamber, Medine’ye iki saat uzaklıktaki Nadir oğullarına geldiğinde çok kalamaz. Nadir oğulları aralarındaki anlaşmayı artık tanımamaktadır. Reddedilmiş, daha da kötüsü aldatılmış olarak hemen geri döner.
Bazı hadisler bu ani geri dönüşün nedeni olarak, Nadir oğulları tarafından düzenlenen bir suikast teşebbüsünü gösterir. Rivayete göre Peygamber o anda bir evin saçağının gölgesinde oturmakta ve öyle konuşmaktadır. O sırada Amr bin Hicaş isimli birisi de damın üstünde, düz toprak damları sıkıştırmakta kullanılan ağır ve yuvarlak bir taşı Peygamberin başına bırakmak üzeredir. Ancak Cebrail bu suikastı haber verir ve Peygamber derhal kalkıp geri döner.
Şayet, dokuzu Müslüman en az on, on beş kişilik böyle ciddi bir toplantının saçak altında yapıldığını, katılanların saçağın o andaki gölge uzunluğuna sığabildiklerini, Peygamberin saçağın altında duracağı noktanın önceden tespit edilebildiğini veya önceden planlanmamış ise hemen o anda planlanabileceğini anlayabilirseniz, böyle olduğuna da inanabilirsiniz.
Mamafih olaylar nasıl gelişmiş olursa olsun sonuç gerçekten suikasttır. Çünkü Müslümanlar henüz beş ay önceki Uhud savaşında yenilgiden zor kurtulmuş, ağır kayıp vermiş, yorgun ve belki de biraz moralsizdir. Anlaşmayı bozan Nadir oğulları ise, bu davranışları ile Müslümanların dört bir taraftan kuşatılmalarına ve yok edilmelerine yol açmak üzeredir. Durum gerçekten tehlikelidir.
Süratle Medine’ye dönen Peygamber, hemen karşı tedbirleri almaya başlar. Muhammed bin Mesleme ile Nadir oğullarına gönderdiği ihtarda, bu hareketi savaş sebebi saydığını ve on gün içinde bölgeyi boşaltmaları gerektiğini bildirir. Ancak Mekke’den, diğer Yahudi kabilelerinden, hatta bizzat Müslümanların arasındaki muhalif guruplardan destek alan Nadir oğullarının cevabı da aynı sertliktedir,
- Hiçbir yere gidecek değiliz, elinden geleni yap!
Bunun üzerine Peygamber, Allah büyüktür buyurur ve Nadir oğulları üzerine yürür. Nadir oğulları on beş veya yirmi gün kadar süren kuşatma boyunca söz verilen yardımı bekleyerek direnirse de beklenen yardım gelmez ve kale surlarının içinde bunalan Nadir oğulları teslim olmak zorunda kalır.
Tarihçi Taberi’nin bildirdiğine göre, teslim olduktan sonra götürebildikleri kadar malı da beraber götürmek üzere çıkıp gitmelerine müsaade edilir. İbn-i Sad, geride 50 zırh, 50 miğfer ve 340 kılıç bırakarak altı yüz deve yükü eşya ile sürgün edildiklerini, Suriye ve Filistin taraflarına doğru gitmek üzere Medine’den geçerlerken de, üzüntülerini göstermemek için def çalıp şarkı söyleyerek geçip gittiklerini anlatır.6

İşte Haz. Cabir’in anlattığı mucize tam bu aylarda meydana gelir. Uhud savaşından beş ay sonra ve hurmaların olgunlaştığı bir mevsimde. Peygamberin bir yandan Maune faciasına üzülürken, diğer yandan Nadir oğulları ile de uğraşmak zorunda kaldığı günlerde.

Bütün bu hatıraları, Peygamberin gösterdiği hurma mucizesini daha iyi anlayabilmek için okumuştum ve şimdi bu büyük mucizenin diğer anlatımlarını okuyabilirim.

“ Babam Abdullah Uhud günü şehit olarak vefat etmişti. Halbuki yalnız bir Yahudiye otuz vesk hurma olmak üzere bir takım borçları vardı. Alacaklılar haklarını talepte şiddet göstermeğe başladılar. Bunun üzerine Peygambere gelip vaziyeti arz ettim. Peygamber bunlara, alacaklarına mukabil hurmalıktaki mahsulü kabul etmelerini teklif etti. Fakat alacaklılar bu teklifi kabul etmekten kaçındılar ve Peygamber de ısrar etmedi. Bana dönüp, - Yarın kuşluk vakti sana gelirim, dedi. Ertesi sabah kuşluk vakti bana geldi. Hurmalıkta dolaştı. Mahsulün bereketi hakkında dua buyurdu. Sonra ben hurma mahsulünü kestim. Alacaklılara haklarını tamamen verdim. Bana da aslından hiçbir şey eksilmemiş gibi hurma kaldı.”7

Buhari aynı hadisi borçlar bahsinde bir kere daha anlatıyor ve sıkıcı olmak pahasına okumak isterim. Çünkü gerçeğin anlaşılması açısından çok gerekli!

“Cabir'in babası Abdullah, Uhud harbinde şehit düşmüş ve ardında Cabir'den başka altı kız çocuğu ile birlikte bir hayli de borç bırakmıştı. Bir çoğu Yahudi olan bu alacaklılar Cabir'i sürekli sıkıştırıyorlardı. Babası Abdullah’tan bir hurma bahçesinden başka bir miras kalmayan Cabir, mahsulün olgunlaştığı zamanda bu hurmalığın bütün mahsulünü alacaklılara vermek istediği halde alacaklılar razı olmamışlardı. 
Cabir diyor ki, Hurmanın kesim ve toplama zamanı geldiğinde Peygamberin huzuruna vardım ve; 
-Ya Resûlallah! Siz de pek iyi bilirsiniz ki , babam Abdullah Uhud günü şehit düştü. Bana da birçok borç bıraktı. Alacaklılara hurmalığın bütün mahsulünü vermeyi teklif ettiğim halde kabul etmediler. Bunları bir de siz görüp konuşsanız! diye rica ettim. Peygamber; 
- Haydi sen git hurmaları topla. Cinsine göre ayrı ayrı yığın yap. Sonra da gelip bana haber ver, buyurdu. 
Ben bu işleri yaptıktan sonra gidip haber verdim. Peygamber geldi, alacaklılar da geldi. Bu Yahudiler Peygamberi görünce taleplerini arttırdılar. Peygamber hurma yığınlarının en büyüğünün yanına vardı. Üç defa etrafını dolaşarak büyük bir harmanın yanına oturdu. Sonra bana; 
- Şu alacaklıları çağır! buyurdu. 
Ve bunlara alacaklarına mukabil ölçüp ölçüp vermeğe başladı. Nihayet babamın borçlarını tamamen ödedi. Vallahi borç ödensin de, ben kardeşlerime bir hurma tanesi bile götürmemeye razı idim. Halbuki görüyordum ki, Peygamber bu harmandan bütün borçları ödediği halde hurma hiç eksilmemiş gibiydi.” 8

Bitmedi. Buhari aynı hadisi başka birinin ağzından ödemeler başlığı altında bir kere daha rivayet ediyor;

“ Cabir'in babası vefat etti. Vefat ettiğinde Yahudi birine otuz vesk hurma borcu vardı. Cabir o borcu ödemek için vade istedi. Fakat Yahudi borcun ertelenmesini kabul etmedi. Bunun üzerine Cabir Peygambere giderek borcun ertelenmesini bir kez de Onun teklif etmesini rica etti. Peygamber Yahudi’ye otuz vesk borcun karşılığı olarak hurma bahçesinin tüm mahsulünü almasını teklif etti. Fakat Yahudi reddetti. Bunun üzerine Peygamber hurmalığa girip içinde gezdi. Sonra Cabire; 
- Hurmayı kes , Yahudi’ye alacağı kadar hurma ver! buyurdu. Peygamber gittikten sonra Cabir mahsulü topladı. Yahudi’ye otuz vesk borcunu verdi. On yedi vesk de kendine kaldı. Daha sonra Cabir olup biteni arz etmek üzere Peygambere geldi. Peygamberi ikindi namazı kılar buldu. Peygamber namazdan çıktıktan sonra bu bereketi kendilerine arz etti. Peygamber de; 
- Sen bu hadiseyi gidip Ömer’e anlat! buyurdu. 
Cabir Haz. Ömer’e gidip anlattığında ise Ömer, 
- Peygamber senin hurmalığında dolaşırken böyle olacağını anlamıştım! demiştir.” 9

Yine bitmedi! Buhari aynı hadisi bir başka ağızdan yemek bahsinde bir kere daha anlatıyor;

“ Medine’de bir Yahudi vardı. O Yahudi bana her sene hurma zamanına kadar vade ile borç para verirdi. Rûme kuyusu yolundaki hurma bahçem, bir sene beklenen mahsulü vermedi. Borcun ödenmesi gecikti. Bunun üzerine Yahudi harman vaktinde geldi. Borcumdan bir şey veremeyeceğimi sanarak, gelecek harman zamanına kadar ertelemesini rica ettim. Fakat Yahudi kabul etmedi. Bunun üzerine bu müşkül durumum Peygambere arz olundu. O da bazı ashabına; 
- Haydi yürüyünüz, gidelim de Cabir için Yahudiden borcun geciktirilmesini isteyelim, buyurdu. 
Ve Peygamberle bazı ashabı hurmalığıma geldiler. Peygamber Yahudiye borcun ertelenmesini teklif etti ise de Yahudi; 
- Ya Ebe’l Kasım, mühlet veremem, dedi. 
Peygamber Yahudinin ısrarını görünce kalktı ve hurmalıkta şöyle bir dolaştı. Sonra gelip, Yahudiye borcun ertelenmesini bir daha teklif etti ise de Yahudi yine kabul etmedi. Bende kalktım Peygambere bir miktar taze hurma getirdim ve karşısına koydum. Peygamber hurmayı yedi. Sonra; 
- Ya Cabir! Senin bostan çardağın nerede? diye sordu. Ben de, şurada diyerek cevap verdim. O; 
- Haydi orada bana bir yer döşe! diye emretti. Bende hemen döşedim. Peygamber çardağa girip biraz uyudu. Sonra uyandı. Ben gidip bir avuç hurma daha getirdim, ondan da yedi. Sonra kalktı ve Yahudiye borcu ertelemesini bir daha teklif etti. Yahudi yine kabul etmedi. Sonra Peygamber kalktı, hurmalığın içinde ikinci bir daha dolaştı. Sonra, 
- Ey Cabir! Ağaçtaki hurmaları toplayıp Yahudinin borcunu ver, buyurdu. 
Ben toplayıncaya kadar hurma harmanının başında durdu. İşte bu topladığım hurmadan Yahudiye borcumu verdim. Borca verdiğim kadarda bana kaldı. Sonra bostandan çıkıp doğruca Peygamberin huzuruna geldim ve bu bereketli vaziyeti müjdeledim. Bunun üzerine dişleri görününceye kadar gülümseyerek;
- Şahâdet ederim ki, ben muhakkak Allah’ın Resulüyüm! buyurdu.” 10

Tek bir hadise, beş ayrı anlatım!

Dikkat edilirse, özellikle de son rivayetin diğerlerinden daha da karışık ve abartılı olduğu kolayca fark edilebilir. Örneğin, borcun erteletilmesi konusunda inatçı bir bezirgan tavrıyla dönüp dönüp alacaklılara ısrar etmesi Peygamberin bilinen yapısına yakıştırılamaz. Yine günün erken bir saatinde, bana bir döşek ser diyerek birlikte geldiği arkadaşlarını ve alacaklıları bir kenarda bırakıp uykuya dalması da kolay kolay kabul edilemez. Keza Cabirin çok ilgisiz bir anda kalkıp Peygambere bir avuç yaş, yani taze hurma getirmesi de anlaşılır gibi değildir.
Ancak en çok hadis rivayet eden altı sahabeden biri olan Haz. Cabir biraz daha yakından tanınır ve iki hadisi daha hatırlanırsa aranan gerçeğe yaklaşılmış, rivayet edenlerin hadisleri karıştırmış oldukları fark edilir.
İşte söz ettiğim hadis ve Cabir’in Peygambere getirdiği taze hurma!

“ Cabir bin Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir.
Peygamber, olgunlaştığı belli oluncaya kadar ağaç üstündeki yaş meyveyi satmayı yasakladı.” 11

Cabir’in ne demek istediğini ise Zeyd bin Sabit açıklıyor.
“ Peygamberin zamanında bazı kimseler, henüz olgunlaşmamış ham hurmaları tahmini olarak ağaç üstünde alır satarlardı. Hurma olgunlaşıp toplanacağı zaman da, hastalık geldi, ermeden döküldü vs. gibi bahanelerle münakaşa edip kavga çıkarırlardı. Bunun üzerine Peygamber, 
- Madem ki siz bu türlü bir alış verişten dolayı kavga ediyorsunuz, şu halde olgunlaşıncaya kadar hurmayı satmayınız! buyurdu. Peygamberin bu sözü sohbet mahiyetinde olup, bu nedenle çıkan kavgaların çokluğuna ve çirkinliğine işaret etmek istemişti.” 12

Cabire yaş hurma getirten unutkanların ne yaptığını anladınız değil mi? Öyle anlaşılıyor ki, anlatırken mucizeleştirmişler ve karıştırmışlardır.

Ya çardaktaki döşek? Bakalım nerede seriliymiş!

“ Cabir bin Abdullah’tan naklen anlatılıyor.
Cabir evlendikten sonra bir gün Peygamber,
- Cabir! Kenarı saçaklı oda minderleriniz var mı? diye sordu. Cabir, - Bizde öyle minder nereden olacak! diye cevap verdi. Peygamber, - Fakat yemin edebilirim ki, yakında sizin öyle süslü minderleriniz olacaktır, buyurdu. Ve mucize olarak hakikaten ağır ve süslü ev eşyaları oldu. Cabir derdi ki,
Ben kadınıma, şu süslü minderleri gözümün önünden kaldır derdim de o da bana, Peygamber, yakında sizin süslü oda minderleriniz olacaktır buyurmadı mı, derdi. Bende bu mefruşatı yerinde bırakırdım.” 13

Bu hadisle çardağa serdirilen minderlerin nedeni de anlaşılmış gibidir. Peygamberin bir tek cümlesinden mucizeler yaratan iman sahipleri, Cabir’in yanında bakıp büyüttüğü altı kız kardeşi olduğunu, kızların böyle süslü çeyizlerle gelin gittiklerini, böyle bir tahminde bulunmak için kehanete gerek olmadığını unutmuş gibidirler.

Evet ama, cennete gitmekten başka bir amaçları olmayan bu insanların bir Ömer ya da Ali düzeyinde olmalarını da beklememeliydim öyle değil mi? Hal böyle olunca, milyonlarca sözcük ve yüz binlerce hatıra barındıran Müslümanların hadisleri karıştırmış olmalarını yadırgama hakkım yok.

Anladım, halk suçsuzdur. Peki ya Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace ve diğerleri! Aynı hadiseyi beş kere, sekiz kere tekrar ederlerken bilmezler miydi ki mucize bile olsalar hadiselerin gerçeği tektir. Şüphesiz ki bilirlerdi. Peki niçin duyduklarını akıl süzgecinden geçirmemişler?

Çok sonraları anladım ki, onlar tek bir inci tanesi için yüzlerce istiridye toplayan uzak doğu dalgıçlarına benziyorlar. Örneğin, Buhariden beş ayrı hadis dinledik. En çok yadırgadığımız hadiste gizlenen inciyi fark ettiniz mi? O inci, gerçeğe daha yakın ifade edildikleri halde diğer dört hadiste bulunmayan şu cümledir,

“ O da bazı ashabına, - Haydi gidelim de, Cabir için Yahudiden borcun geciktirilmesini isteyelim, buyurdu. Ve Peygamberle arkadaşları hurmalığıma geldiler.”

Şimdi aynı hurma mucizesini bir de ben anlatacağım. Bakın bakalım Cabir'in anlattığına benziyor mu?

*

27 Mart 625. Uhud muharebesi. Bin kişilik Müslüman ordu, üç bin kişilik Mekke ordusu ile çarpışmaktadır. Cabir'in babası Abdullah bin Amr bin Haram vurulur ve şehit düşer. Bu muharebede Cabir de babasının yanındadır. Bir yıl önceki Bedir savaşında bulunup bulunmadığı tartışma konusu yapıldığına göre, o tarihte on altı on yedi yaşları arasında bir delikanlı olmalıdır. O günü kendisi anlatıyor,
“ Babam Uhud’da şehit edildiğinde ağlayarak üzerinden elbisesini çıkarıyordum. Peygamber suskun, diğerleri ağlama diyorlardı. Sonra halam Fatma da ağlamaya başladı. Peygamber halamı teselli ederek şöyle dedi, 
- Ey Fatma! Siz ona ağlasanız da ağlamasanız da, siz şehidi kaldırana kadar melekler onun üzerine toplanıp kanatlarıyla gölgelendirdiler. Sonra bana döndü,
- Ey Câbir! Allah baban için ne söyledi, sana haber vereyim mi? buyurdular.
- Evet! Ey Allah’ın Resûlü, dedim. Bunun üzerine Peygamber açıkladı,
- Allah her kimle konuştu ise mutlaka perde gerisinden konuştuğu halde babanla yüz yüze konuştu ve, ey kulum benden ne dilersen dile, dilediğini sana vereyim, dedi. O da, ey Rabbim beni bir kere daha yaşat, senin yolunda ikinci kere öleyim! dedi. Rab Teâla Hazretleri de, hükmü önce verdim, (Ölenler artık dünyaya bir daha dönmeyecekler) buyurdular. Baban da, ey Rabbim, öyleyse benim durumumu arkamda kalanlara ulaştır! dedi. Şu ayet babanın arzusu üzerine indirildi. ( Allah yolunda şehit edilenleri ölü sanma. Onlar Rablerinin katında hayat sahibidirler ve Onun nimetleriyle rızıklanırlar. Al-i İmran 3/169) 14
Savaş sona erince Medine’ye geri dönerler. Babasından geriye, Medine’nin dış mahallelerinden Seleme oğulları yurdunda bir ev, Rume kuyusu yolunda bir hurma bahçesi, altı küçük kız kardeş ve oldukça yüklü bir borç kalmıştır. Otuz vesk, yani altı ton hurma bedeli kadar bir borç. Anlatılanlarda Cabirin annesinden hiç söz edilmediğine göre, daha önce vefat ettiği veya ayrıldığı düşünülebilir. Ve Cabir artık, muhtemelen kimi üç beş, kimi sekiz on yaşındaki altı kız kardeşine hem analık hem babalık etmek durumundadır. Aradan dört beş ay geçer. Cabir henüz kendine gelmemiştir ki hurma mevsimi gelir. Hurma mevsimiyle birlikte de borcun vadesi. Alacaklılardan en önemlisi Yahudi tüccar Ebu’ş Şahm önce haber gönderir, borcun ödenmesi gecikince de bizzat kendi gelip sıkıştırır.
Cabir biraz şaşkın, biraz korkmuş, ne yapacağını bilemez. Hurmalar ve develerle ilgili ayak işlerini bilir ama, borç alacak, kâr zarar, hesap kitap onun için henüz çok yabancı konulardır. Ebu’ş Şahm ise işinin ustasıdır ve Cabirin korkup şaşırdığını anlamıştır. Tavrını daha da sertleştirir.
Cabirin hurmadan başka verebileceği bir şey yoktur ve yalvarmaktadır. Esasen borcun büyüklüğü karşısında hurma bahçesi de gözünde gittikçe küçülmeye başlamıştır. Acaba tüm borçları ödemeye yeter mi? Ne mümkün! Borç ne kadar büyük ve aksine hurma ne kadar değersizdir!
Ancak Ebu’ş Şahm bahçedeki hurmayı diğer alacaklılarla paylaşmak niyetinde değildir, reddeder. Cabir artık bahçedeki hurmanın borcunu ödemeye yetmediğine öylesine emindir ki, kalanın seneye bırakılmasını rica etmeye başlamıştır. İşte o günlerde Peygambere gider, tek isteği borçlarının ertelenmesine aracılık etmesidir.
Son Peygamber ise aklın zirvesinde ve o günlerde elli beş yaşındadır. Maune katliamında öldürülen arkadaşlarının üzüntüsü içinde ve Yahudi Nadir oğullarına sefer hazırlıkları ile meşgul olmasına rağmen Cabir'le ilgilenir. Gitmesini, kendisinin yarın geleceğini söyler. Önce durum değerlendirmesi yapmak istemektedir. O gün akşam, başta Ömer olmak üzere birkaç arkadaşı ile görüşüp en kötü durumda neler yapılabileceğini tespit eder. Ve ertesi sabah Ömer ve birkaç kişi daha beraberinde olarak bahçeye gider. Cabir'in şaşkın bakışları arasında bahçeyi iki üç kere dolaşır. Onun çocukluğu tüccar olan amcasının yanında geçmiş ve kendisi de on beş yıl ticaretle uğraşmıştır. Tahmin edeceğiniz gibi o şimdi ağaç dallarından sarkan hurma salkımlarına bakmakta ve bahçedeki hurma miktarını hesaplamaya çalışmaktadır. Artık Ebu’ş Şahm’ın karşısında Cabir yoktur ve Peygamber Cabir'in tecrübesizliği sebebiyle aldatılmak üzere olduğunu anlamıştır. Hâttâ öyle ki, bahçedeki hurma borcu rahatça ödediği gibi, bir o kadar da sahibine bırakmaktadır.
Cabire döner ve yapması gerekeni söyler,
- Hurmayı kes, cinsine göre ayrı ayrı yığ. Sonra da ölçerek borcunu öde!
Cabir söyleneni yaparken hâlâ şaşkın ve sonuçtan habersizdir. Sonuç Peygamberi doğrular. Bahçedeki hurma gerçekte kırk yedi vesk, yani dokuz tondur. Altı ton tutarındaki borç ödenmiş, üç ton da Cabire kalmıştır. Ve on yedi yaşındaki Cabir anlatılmaz bir sevinç içinde, bir mucize ile karşılaştığından öylesine emindir ki!
Cabir'in sevinci karşısında Peygamberin sözüne bakınız;
“ - Sen bunu gidip Ömer’e anlat!”
Ters bir durum karşısında ödeme planları yapmakla görevli olan Ömer ise bakın ne demektedir; “ Ben bunun böyle olacağını, Peygamber bahçede dolaşırken anlamıştım.”

On yedi yaşındaki Haz. Cabir’in âfâkta, elli yaşındaki Haz. Ömer’in enfüste gördüğü bu mucize hadisin gerçeği işte buydu.
Belki bilmezsiniz diye söylemek isterim, hadisenin bizzat içinde olmasına rağmen Haz. Ömer’in bu olayla ilgili herhangi bir rivayeti yoktur. Daha doğrusu, Peygambere yakın olanlardan mucizelerle ilgili rivayet yoktur. Peki ama Cabir uzak mıdır? Bunu az sonra göreceğiz.

Ancak bu hadisi hâlâ anlamadığı mucizevi bir bereketle açıklamakta ısrar edenler varsa, Peygamberin şu sözleri onlar için yol gösterici olabilir;

“ Erzakınızı ölçünüz, bereketiniz artar.” 15

*

Benim bildiğim kadarıyla, Peygamberin kendisine ait bir mucize olarak bizzat kendisinin anlattığı hiçbir olay, hiçbir hadis yoktur. Mucizeleri hep başkaları görmekte, O ise bazı olayların kendisinden sonra mucize olarak anlatılacağını bilerek şöyle demektedir;

“ - Hıristiyanların İsa’ya yaptıkları gibi, siz de beni anlatırken aşırıya gitmeyiniz. Şüphesiz ki ben bir kulum. Bu nedenle sadece, Allah’ın kulu ve resulü deyiniz.” 16

Bu konuda Kuran da aynı görüştedir,

“ Kendilerine, okunan bir kitap indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Ankebut 29/51”

“ De ki, - Allah’ı tenzih ederim! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim? İsra 17/95”

Kuran’ın da bildirdiği gibi, Peygamber kendisine mucizeler isnat edilmesini gerçekten hiç istememiş görünüyor.

“ De ki, Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben sadece gerçeklerden haber veren bir uyarıcıyım. Ankebut 29/50”

Son Peygamber hangi gerçeklerden haber veriyordu dersiniz?
Şimdi Son Peygamberin Cabir'le yaptığı başka bir konuşmayı aktarmak istiyorum.

Bazı rivayetlerde bu konuşmanın Mekke’nin fethinden dönerken yapıldığı bildiriliyorsa da, Peygamberin 627 yılındaki Hendek muhasarasında Cabir'in evinde diğer arkadaşları ile birlikte yemeğe davetli olduğunu, o yemekte yeni mucizeler yarattığını ve Cabir'in hanımı ile, - Bu kalandan sen de yersin, komşulara da verirsin, diyerek konuştuğunu biliyoruz. Bu nedenle bu konuşmanın Hendek savaşından önce olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen de, ya 625 yılı sonlarındaki Nadir oğulları, ya da 626 yılı başlarındaki Mustalik oğulları seferinden dönüşte. Yani, Cabir'in anlamadığı bir mucize ile borçtan kurtulduğu günlerin hemen ertesinde. Konuşmanın akışından, Cabirin yine o günlerde yakın aile büyükleri tarafından kendisinden büyük dul bir hanımla henüz evlendirildiği, Peygamberin bu evlilikten haberi olduğu, fakat yoğun sıkıntıları nedeni ile yakından ilgilenemediği anlaşılıyor. Bu meşhur konuşmayı Haz. Cabir kendisi anlatıyor;

“ Bir seferde Peygamberle birlikte bulundum. Dönüş yolunda devem yürümez oldu ve beni kafileden geri bıraktı. Bu sırada Peygamber yanıma gelip, 
- Cabir! Neden geride kaldın? diye sordu. Ben, 
- Devem yürümüyor, dedim. Bunun üzerine Peygamber hemen kendi devesinden inip, elindeki ucu çatal değnekle devemi çekti ve bana, 
- Haydi şimdi bin! buyurdu. Sonra yolda bana,
 - Evlendin mi? diye sordu. Ben de, 
- Evet, evlendim, dedim. Tekrar, 
- Kız mı, yoksa dul mu aldın? diye sordu. Ben, 
- Dul, diye cevap verdim. Bunun üzerine Peygamber, 
- Kendi yaşında genç bir kızla evlenmek istemez miydin? Birlikte oynaşıp eğlenirdiniz, diyerek latife etti ve, 
- Evlendin ve şimdi eve dönüyorsun. Artık bundan sonra çocukluk etme ve akıllı ol. Allah’tan hayırlı evlatlar iste, buyurdu. Sonra da, 
- Deveni satar mısın? diye sordu. Ben, 
- Evet, satarım! dedim. Medine’ye varınca ödemek üzere bir okiyye bedelle satın aldı. Sonra ayrıldık ve Peygamber önden gitti. Kuşluk vakti Medine’ye girdiğimizde Onu mescidin kapısında bulduk. 
- Yeni mi geldin? dedi. 
- Evet, dedim. 
- Deveni bırak da iki rekat namaz kıl, buyurdu. Sonra Bilal’e alacağımı vermesini söyledi. Bilal de fazlası ile gümüş tartarak verdi. Ben dönüp giderken Bilal beni geri çağırdı. Ben, Peygamber vazgeçti de devemi geri verecek zannettim. Halbuki dünyada bana bu deve kadar sevimsiz bir şey yoktu. Peygamber bana, 
- Deveni al, bedeli de senin olsun! buyurdu.” 17

Bair, Arapça’da huysuz genç deve demektir ve hadisin ekinde verilen açıklama oldukça ilginçtir.

“ Bu hadis, ilim ehli arasında Hadis-i Bâir namı ile meşhurdur. Buhari yirmi kadar yerde rivayet etmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai de muhtelif kimselerden muhtelif söylenişlerle rivayet etmişlerdir. Bu hadiste en çok ihtilaf edilen noktalardan biri, Cabir'in devesinin kıymeti olmuştur. Bir okiyye rivayetinden başka, beş okiyye, iki okiyye, iki dirhem rivayet edenler de vardır. Bazıları da dört dinar rivayet etmişlerdir. Davudi, altının okiyye ile ölçülmediğini bildirerek dinar rivayetini reddeder. Esasen Müslim’in bir rivayetinde de, - Ey Cabir deveni de dirhemlerini de al, denilmesi de Davudiyi doğrular. Diğer taraftan Gümüşün zekat ölçüsü iki yüz dirhem, devenin zekat ölçüsü beş deve olduğuna göre, o günlerde bir devenin kırk dirhem yani bir okiyye olduğu ve Buharinin rivayetinin doğru olduğu anlaşılır. Kadı Iyaz dirhem konusundaki ihtilafı, hadisin mana itibariyle önemsenmiş olmasına bağlar.”

Ne Peygamberin, ne de Cabir'in önemsemediği bu huysuz devenin altın dinarla mı yoksa gümüş dirhemle mi, üçe mi yoksa beşe mi satıldığının bin yıldır yeterince tartışıldığını kabul ederseniz, artık hadiste Kadı Iyaz’ın işaret ettiği manayı aramaya başlayabiliriz demektir. Bu manayı Buhari bilmektedir ve bakın nasıl anlatıyor;

“ Hadisin Arapça metnindeki Keys sözcüğü ile kastedilen çocuktur, çocuk aklıdır. Şu halde Peygamberin bu sözcükle anlatmak istediği şudur; - Evlendin ve şimdi eve dönüyorsun. Artık çocukça düşünce ve davranışlardan kurtulmaya çalış, akıllı ol ve Allah’tan hayırlı evlatlar iste!”

Buharinin verdiği bu mana, Tecrid-i Sarih'i dilimize çeviren sayın Kamil Miras’ın da çok hoşuna gitmiş olmalıdır ki, kendi verdiği açıklamanın sonunda şöyle der,
“ Hadis ilminin büyük ustasının bu yorumu varken, diğerlerini izah etmeye lüzum görmedik.”

Kadı Iyaz’ın söz ettiği bu mana, Buharinin verdiği açıklama ile yeterince anlaşılmıştır umarım. Elli beş yaşındaki Peygamber, aylardır her önüne gelene hurma bahçesindeki mucizeyi anlatan on sekiz yaşındaki Cabire, çocukluk etme, akıllı ol, demektedir. Daha ne desin!
Bedeniyle Peygamberin yanı başında duran Cabir, on sekiz yaşının anlayışı ile Peygamberin olağanüstü anlayışından henüz epeyce uzaklardadır. Söz ettiğim uzaklık, işte bu uzaklıktı.

Şüphe yok ki, doksan dört yaşına kadar uzun bir ömür süren Haz. Cabir daha sonraki yıllarda çok şeyi anlamış olmalıdır. Ne çare ki, çocukken söyledikleri artık yeni çocukların dilinde dolaşır olmuştur ve geri alma imkanı yoktur.

Bair, eğitimsiz genç deve demek olduğuna göre şimdi düşünün! Bair hadisi olarak bilinen bu hadis, ilim ehli arasında niçin meşhurdu? Bu eğitimsiz genç deve sıfatıyla anlatılmak istenen gerçekten bir deve miydi?

*

Bitti mi? Hayır, aksine henüz yeni başlıyorum.

Belki inanmayacaksınız ama, Peygamber az sonra bizim için başka bir mucize daha göstermek istiyor. Hem de Cabir’in bize anlattığından çok daha büyük bir mucize!

Ve şimdi o büyük mucizeyi daha yakından görebilmek için yavaş yavaş öne doğru sokuluyorum;

“ Peygamber Nadir oğullarını yurtlarından sürüp çıkardığı zaman, bunların ileri gelenleri Hayber Yahudilerinin yanına sığınmışlardı. Bunlardan yirmi kadar Yahudi, başlarında Huyey bin Ahtab olduğu halde Mekke’ye giderek dert yandılar ve onları hep birlikte Peygambere karşı harekete davet ettiler. Sonra da Gatafan , Süleym oğulları, Esed oğulları, Fizare, Mürre oğulları ve Eşca gibi kabileleri de dolaşarak, Hayberin bir senelik hurma mahsulünün yarısını kendilerine vermek vaadiyle bunları da ayaklandırdılar. Mekkeli Kureyş kabilesi bu katılımlarla on bin kişilik bir ordu toplayarak, Ebu Süfyan komutasında Medine üzerine yürüdü. Bu sırada Peygamberi seven Huzaa oğullarından bir adam, dört günde Medine’ye yetişip vaziyeti bildirdi. Bunun üzerine Peygamber arkadaşları ile bir toplantı yaptı. Selman Farisi’nin önerisi üzerine şehrin çevresine hendek kazılmasına ve savunma harbi yapılmasına karar verildi. Bu hendeğin kazılmasında Peygamber bizzat kendisi de çalıştı. Sehl bin Sad, arkadaşlarının açlık ve yorgunluktan dolayı ümitsizliğe düşmemeleri için, çalışırken eski kahramanlık şiirleri okuduğunu anlatır. Hendek savaşı, Buharinin Musa bin Ukbe’den bildirdiğine göre, Hicretin dördüncü yılında şevval ayında vuku buldu.” 18

Peygamberi o gün çalışırken görenlerden biri de Bera bin Azib’dir.
“ Hendek savaşında Peygamberi gördüm. Karnı toza bulanmış, toprak taşıyor ve şöyle diyordu, 
- Ya Rab! Sen bize merhamet edip doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne yapacağımızı bilemezdik. Cehaleti ve kendi inandıkları yanlış bir inancı kabul ettirmek için saldıran bu kafirlere karşı bize sabır ver. Onlarla karşılaştığımızda ayaklarımızı sağlam tut.” 19

O tarihlerde Enes bin Malik on sekiz yaşındadır ve o günleri o da hatırlamaktadır.

“ Peygamber, soğuk bir sabah vakti aç açık bir halde hendek kazan arkadaşlarını görünce; 
-Ya Rab! Yaşamın gerçek anlamı ahirettedir, sen bunlara mağfiret et dedi de, orada bulunanlar; 
- Biz müminler, yaşadığımız sürece İslam’da direnmek üzere Muhammet’e söz verdik, dediler.” 20

Haz. Cabir'i unutmayın. Bu savaşta o da vardır, yeni evlenmiştir ve artık on dokuz yaşındadır. Peygamberin akıllı olmasını tavsiye eden sözlerini yeterince anlayabilmiş midir dersiniz?

Kendisi anlatıyor,
“ Üç gündür doğru dürüst bir şey yememiştik ve Hendek kazarken bir ara çok sert bir taşa rast gelmiştik. Birkaç kişi Peygambere gidip, 
- Ya Resûlullah! Çok sert bir taşa geldik, geçemiyoruz! diye haber verdiler. Peygamber açlıktan karnına taş bağlamış olduğu halde gelip; 
- Bir de ben göreyim! buyurdu ve hendeğe inip balyozu eline aldı. Vurduğunda, o sert kaya kum gibi dağıldı.” 21

Hadisin devamı var ve okumaya devam edeceğim. Ancak sözün burasında hemen ifade etmeliyim ki ben kendi adıma bu mucizeye iman ettim. Bakın nasıl..?

1988 yılında olmalı, Beyazıt meydanındaki eski taş döşemeyi onarıyor, büyük ağaçları çeviren taş bordürleri söküp yeniden döşüyorlardı. O gün kalfayı bir çınar ağacının dibinde gördüm. Kendisi gibi doğulu iki işçisi ile birlikte, bir buçuk metre boyunda kocaman bir taşı yerine oturtmaya uğraşıyordu. 
Boyu iyiydi, fakat enine sığmıyordu. Taşın oraya kesinlikle sığmayacağını anladığında ilk yaptığı oraya sığabilecek başka bir taş aramak oldu. Bulamadı, bütün taşlar birbirine benziyordu. Sonunda taşı boyuna bölmeye karar verdi. 
Önce murçla iki üç iz açtı. Sonra balyozu aldı ve izlerin üzerine vurdu. Taş kırılmıştı, ancak boyuna değil, enine. İki parça halinde kenara atıp başka bir taş getirtti. Sonuç yine aynıydı. Tam işçilerinden başka bir taş daha istemişti ki vazgeçti ve Ali ustayı çağırmalarını söyledi.
Ali usta namazda imiş, sakallarını tutarak geldi. Kalfa problemi ve ne yapmak istediğini anlattı. Taşı boyuna kırmaktan başka bir çare olmadığına o da kanaat getirince, kalfaya yeni bir taş getirmesini ve ona izler açmasını söyledi. Söyledikleri yapıldıktan sonra balyoz elinde, ata biner gibi taşı bacaklarının arasına aldı. Hepimiz hayretle seyrediyorduk. 
Ve sonra hiç akla gelmeyecek bir yerden, alnından hafifçe vurdu. Tık diye bir ses işittik, hepsi o kadar. Taş, bıçakla kesilmiş gibi boyuna iki parça olarak ayrılmış önümüzde duruyordu. Hepimiz çok şaşırmıştık. Ali ustaya bu işin nasıl olduğunu sordum,
- Taşın damarları o yöndeydi! diyerek cevapladı.
O bir peygamber değildi ama, ben sanki bir mucizeyi seyretmiş gibiydim.

Neyse, biz şimdi Haz. Cabire geri dönelim ve hadisin devamını dinleyelim...

“ Sonra ben Peygamberin huzuruna varıp, 
- Ya resûlullah, eve kadar gitmeme izin veriniz, dedim. Eve gelince, eşim Mesut kızı Süheyle’ye, 
- Evde yiyecek bir şeyler var mı? Herkes çok aç! dedim. Eşim, 
- Biraz arpa ile bir keçi oğlağı var, dedi. Hemen oğlağı kesip, arpayı öğüttüm. Ekmeği ve eti fırına koyup, pişmeye dönünce Peygambere geldim, 
- Ya Resûlullah! Yiyecek bir şeyler hazırladık, birkaç kişi ile teşrif buyursanız, dedim. Peygamber, 
- Bizim için ne hazırladın? diye sordu. Ben de bildirdim. Bunun üzerine, 
- Hem çok, hem de güzelmiş! Eşine söyle, ben gelinceye kadar ekmeği ve eti fırından çıkarmasın, buyurdu. Sonra orada bulunanlara dönüp, 
- Cabir bizi yemeğe davet ediyor, dedi. Yemeğin yetmeyeceği endişesi ve telaşı içinde eve dönünce eşime, 
- Peygamber hendekte çalışan herkesle birlikte geliyor! dedim. Eşim, 
-Peygamber ne hazırladığımızı sordu mu? dedi. Ben de, 
- Evet sordu , dedim. Eşim, 
- Madem ki biz olanı bildirdik, gerisini Allah ve Resulü bilir, dedi. Peygamber hendekte çalışanlarla birlikte evimize gelince, kendi eliyle fırını açıp ekmeği ve eti dağıtmaya başladı. Nihayet herkes doydu. Et ve ekmekten bir hayli de arttı. Peygamber eşime, 
- Bu kalandan sen de yersin ve komşulara da dağıtırsın, buyurdu.”

Hadislerde davete gelenlerin kaç kişi olduğu bildirilmiyor. Fakat tahmin etmek çok zor olmasa gerek. 1000 kişilik ordu on ayrı yerde nöbetleşe hendek kazmaktadır ve o sırada yarısı istirahattadır. Geri kalan 500 kişi hendeklere dağılmış, her hendeğin başında yaklaşık 50 kişi çalışıyor. Ve yedikleri, bir oğlakla bir kile arpa unundan ekmek. Kile, şimdiki ölçüyle 3120 gr. bir ağırlık ölçüsü. Bu kadar undan, şimdikiler gibi kaç ekmek çıkar?
Bu günlerde şehir ekmekleri 320 gr. kadar zannederim. Bu hesapla, ortada 10 ekmek var demektir. Yani bir kişi yarım ekmek yese 20 kişi, ayak üstü atıştırılan sandviçler gibi çeyrek ekmek yese 40 kişi doyabilir. Yine irice bir oğlak ortalama 30 kg. kadar gelir. Yenilemeyen kemik, tırnak, deri gibi kısımlarını çıkarırsanız, yaklaşık 20 kg. yenebilecek et, yağ ve sakatat kalır. Bir kişiye yarım kilo hesabiyle kırk kişiyi, 200 gr. hesabiyle 100 kişiyi doyurabilirsiniz? Esasen hadiste bütün ordunun orada olduğu da söylenmiyor değil mi..?

Hâlâ konuşulur mu, ya da var mıdır bilmem. Eskiden, bir oturuşta iki okka ekmekle bir kuzu yiyen pehlivanlar olduğundan bahsedilirdi. Fakat o günlerde Müslümanların pehlivanlığı yemekle değilmiş.
17 yaşındaki Haz. Cabir'in matematiğinin çok kuvvetli olmadığını görmüştük. Şayet bu hadisi bu şekliyle kendisi anlatmışsa, anlıyorum ki hesabı yine iyi yapamamıştır ve İslam’ın yemek konusundaki anlayışını henüz kavramış değildir. 
Yok, kendisi böyle anlatmamış da anlatanlar tarafından bu hale getirilmiş ise, anlatanların maksadı belli olmuş demektir. İşte anlatılmak istenirken çarpıtılan gerçek!

“ Peygamber şöyle buyurdu, - Çok yemeyiniz! Mümin yaşamak için yer. Karnını tıka basa dolduran kafirdir.” 22

“ İki kişinin yemeği üç, üç kişinin yemeği de dört kişiye yeter.” 23

Aslında bu mucizeyi, süslerinden biraz arındırarak okumak kaydıyla başka bir mucize yeterince açıklamaktadır.

“ Seleme bin Ekva anlatıyor,
Hevazin seferinde yiyeceğimiz kalmamıştı. Bunun üzerine bazıları, develerini kesip yemek üzere Peygamberden izin istediler. Peygamber izin verdi ise de bunu duyan Ömer geldi ve, 
- Ey Allah’ın Resûlü! Develeri gittikten sonra, bu çölde bunların hiçbiri sağ kalamaz, dedi. Peygamber Ömer’e, 
- Şu halde orduya ilan et, herkes yanında ne kaldıysa ortaya getirsin, buyurdu. Deriden bir örtü yayıldı. Herkes yanında kalanı getirip buna koydu. Sonra herkese yetebilecek miktarda yeniden dağıtıldı. Buna rağmen yine de bir miktar yiyecek arttı ve Peygamber bu manzara karşısında gülümsedi.” 24

Sanırım yiyeceklerle ilgili mucizelerin sırrı anlaşılmıştır. Az yemek ve paylaşmak!

Nitekim Cabir bu gerçeği o gün anlamamış olsa bile, üç beş yıl sonra Ebu Ubeyde bin Cerrah Komutasındaki bir seferde derinden hissetmiş ve çok daha iyi anlamıştır.

Kendisi anlatıyor;
“ Peygamber deniz tarafına bir harekat hazırlamış ve üç yüz kişilik bu kuvvete Ebu Ubeyde’yi komutan tayin etmişti. Yolun bir yerinde yiyeceğimiz bitti. Bunun üzerine Ebu Ubeyde herkesin yanında kalanı getirmesini emretti. Toplanan erzak iki dağarcık hurmadan ibaretti. Ebu Ubeyde bu hurmaları aldı ve her gün azar azar vererek bizi geçindirmeye başladı. Nihayet öyle oldu ki, herkesin payına günde birer hurma düşmeye başladı.
Tam bu sırada Cabiri dinlemekte olan Vehb bin Keysan sorar,
- Günde bir hurma size nasıl yeterdi?
- Sen ne diyorsun! Daha sonra onu bile arar olduk. Derken, aç bir halde deniz kıyısına varmıştık ki, sahile vurmuş dağ gibi bir balık bulduk. On sekiz gün o balığı yedik.” 25

Ebu Ubeyde’ye ve askerlerine dikkat ettiniz mi? Peygamberden uzakta, Ondan öğrendikleriyle Cabir’in evindekine benzer yeni bir mucize yaratmaktadırlar ve artık Cabir de onlardan biridir.

*

Çok bekledik, artık Peygamberin bize söz verdiği büyük mucizeyi seyretmeye başlayabiliriz...

Yıl 630, Hendek savaşından üç yıl kadar sonra. Bir yıl önce Mute’de yüz bin kişilik güçlü bir ordu ile geldiği halde, üç beş bin kişilik Müslüman orduyu geçemeyen Bizans imparatorluğunun çok kuvvetli bir ordu ile Şam üzerinden Medine’ye doğru hareket etmek üzere olduğu konuşulmaktadır. Peygamber süratle ordusunu toplar ve Şam yönüne doğru yola çıkar. Bu onun son seferidir. Meyvelerin olgunlaştığı oldukça sıcak bir mevsime rastladığından çok güçlük çekildiği, bu sefere bu nedenle Tebuk (Güçlük) seferi denildiği söylenir.

“ Ebu Humeyd-i Saidi anlatıyor,
Tebuk seferinde biz de Peygamberle birlikte idik. Kura vadisine geldiğimizde, kendi hurma bahçesinde çalışan bir kadına tesadüf ettik. Peygamber yanındakilere,
- Şu bahçedeki hurmayı tahmin ediniz, buyurdu. Hepimiz bir tahminde bulunduk. Peygamber de on vesk tahmin buyurdu. Sonra bahçe sahibi kadına,
- Toplarken buradan ne kadar hurma çıktığını say! dedi. Dönüşte yine Kura vadisine gelince, Peygamber bahçe sahibi kadına,
- Bahçenden ne kadar hurma geldi? diye sordu. Kadın,
- Sizin tahmin ettiğiniz gibi on vesk geldi, dedi.” 26

Cabir’in anlattığından daha büyük bir mucize göreceğiz demiştim, gördük. Yoksa siz arkada kaldınız, göremediniz mi..?

Hiçbir şeyi saklamadığı ve kimseyi aldatmadığı söylenen Son Peygamberi anlamaya çalışıyordum ve bu hadisle onu biraz daha yakından tanımış oldum. Görüyorsunuz ki, Peygamber olanca telaşına rağmen Cabir’in bahçesinden yayılan mucizeyi gerçeğe çekmeye çalışmakta, insanlara aklın ve bilimin önemini anlatmaya çalışmaktadır.

Hayret! Benim tanıdığım bu Peygamber, sizin tanıdığınız o Peygambere pek benzemiyor değil mi..?

Evet, benzemiyor.

Bitmedi mi?

Evet biliyorum, henüz bitmedi. Çözülecek daha pek çok mucize, daha pek çok sır var...

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 58
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 441
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 283
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 155
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 3 240
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 165
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 288
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 247
9 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 290
10 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 392
11 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 494
12 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 498
13 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 310
14 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 4 302
15 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 443
16 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 181
17 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 401
18 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 211
19 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 298
20 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 295
21 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 213
22 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 383
23 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 382
24 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 422
25 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 366
26 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 5 280



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder