Kurbanın birinci günü tek işim, etleri parçalayıp eşime teslim etmekti. İkinci gün bir iki misafir, bir iki ziyaret. Üçüncü gün doğrudan kitaplara saldırdım. Bir şeyler arıyorum ve ne aradığımı biliyorum. Bulacağım ve bin yılların intikamını alacağım!
Haz. Ayşe anlatıyor;
“ Bir keresinde Peygambere büyü yapılmıştı. Kendisinde unutkanlık peyda oldu. Yaptığı bir işi yapmadığını, yapmadığı bir işi yaptığını zanneder oldu. Nihayet günün birinde uzun uzadıya dua ettikten sonra;
- Ya Ayşe! Bilir misin ki Allah bana bu derdin çaresini bildirdi. Her zaman gelen iki melek geldiler. (Cebrail ve Mikail) Bunlardan biri baş ucumda, diğeri ayak ucumda oturdu. Biri diğerine; Bu şahsın hastalığı nedir, diye sordu. Diğeri; Buna büyü yapıldığı söyleniyor, dedi. O biri tekrar sordu; Kim yapmıştır? Diğeri; Lebid İbn-i Asam, diye cevap verdi. O biri tekrar sordu; Ne ile yapılmıştır? Diğeri; Saç sakal kılları ile bir tarak, bir de kuru hurma çiçeği ile. O biri tekrar sordu; Nerede yapılmıştır? Diğeri cevap verdi; Zervan kuyusunda!
Sonra Peygamber arkadaşları ile birlikte o kuyuya gitti. Döndüğü zaman bana;
- Ya Ayşe! Kuyu çevresindeki hurmaların tomurcukları, sanki şeytan başları gibidir, buyurdu. Bunun üzerine ben;
- Ey Allah’ın Resulü, o büyüyü çıkardınız mı, diye sordum. Peygamber şöyle cevap verdi;
- Hayır, çıkarmadım. Çünkü Allah bana büyünün çaresini vermişti. Onu çıkarmak için uğraşsaydım, büyü korkusunun halk arasında ciddiye alınmasına neden olabilirdim. Bu nedenle kuyunun toprakla örtülmesini emrettim.” 1
Biliyorum, bir şey hariç her şeyi anladınız. Biliyorum, anlamadığınız yer; hurma tomurcuklarına benzeyen şeytan başlarıdır. İşte benim yirmi yıldır beklediğim intikam da, işte o şeytanların işte o başlarınadır. Şimdi seyredin;
“ Düşünün, şimdi cennetlikler için vaat edilen bu nimetler mi daha iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz o zakkumu zalimler için bir imtihan aracı yapmışızdır. O, cehennemin dibinde bir ağaçtır. Ve tomurcukları, sanki şeytanların başları gibi! Saffat 37/62”
Gördünüz mü? Belki o gün Haz. Ayşe bile anlamamıştı ama, Peygamber Zervan kuyusundan dönüşünde Kuran’dan ayetler okumakta, büyüyü gerçekmiş gibi göstererek halkı aldatan şeytanların rezilliklerinden söz etmektedir.
*
Bitmedi mi? Evet biliyorum, bitmedi. Bin yıllardır bize acı çektiren o şeytanı bu kadar çabuk bırakır mıyım? Hayır, ona işkence edeceğim!
Ellerimin arasında, son bir umutla Kuran okumaya çalışıyor. Aklı sıra beni Kuran’la kandıracak!
“ Onlar Süleyman hakkında şeytanların uydurduğuna inandılar. Halbuki Süleyman büyüyle uğraşan kafirlerden değildi. Aksine büyü ve sihirle uğraşan şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, soranlara; Biz sadece imtihan için gönderildik, sakın bu öğrettiklerimizi sihirden sayan kafirlerden olmayasınız, demeden önce hiç kimseye bu ilmi öğretmezlerdi. Oysa onlar, o iki melekten öğrendiklerini insanların arasını açmak için kullanıyorlardı. Oysa ki, Allah’ın izni olmadan kimse kimseye zarar veremez. Onlarsa, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrendiler. Aslında, sihri satın alanların ahiretten bir nasibi olmadığını kendileri de çok iyi bilirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi! Bakara 2/102 ”
Şeytan, soluğu daralmış, boğazı hırıldayarak ayetleri tefsir ediyor;
- Bak gördün mü? İşte Kuran da söylüyor, büyü varmış.
- Hayır Allah düşmanı, tam aksine yokmuş! Bizi bin yıllardır Babil’deki Harut ve Marut isimli o iki melekle aldattın. Onların Münker’le Nekir, yani iyilikle kötülük demek olduğunu hiç söylemedin. Yetmedi, o iki meleği mezarın içine koyup ellerine tokmaklar verdin. Bize bin yıllardır mezarda bile işkence ettin. Hayır, artık seni bırakmam! Kardeşlerime yaptıklarını ödeteceğim. Süleyman’ın sihirli yüzüğü şimdi benim parmaklarımdadır ve şimdi hükümranlık benim elimde!
*
“ Sana bu kitabı ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsın diye indirdik. Davut’a Süleyman’ı vermiştik. Süleyman ne güzel bir kuldu, daima Allah’a yönelirdi. Bir gün kendisine, adeta yerinde duramayan safkan koşu atları hediye edilmişti. Süleyman atları sevip; Ben dünya malını Rabbimi anmak için sevdim, dedi. Güneş batarken; Atları bana getirin, dedi. Yine sevip; Gerçekten ben dünya malını Rabbimi anmak için sevdim, dedi. Ertesi gün; Onları tekrar getirin, dedi ve tekrar sevmeye başladı. Ant olsun biz bu dünyayla Süleyman’ı da imtihan etmiştik. Oysa o Rabbine dönmüş, tahtının üstünde yaşayan bir ölü gibiydi. Sad 38/29 ”
Şeytan başına gelecekleri anlamış, yine Kuran’a sarılmaya çalışıyor;
- Devamını da okusana, bak Süleyman ne diyor! Şeytanlara ve cinlere benden sonra hiç kimse hakim olamasın diyor. Şimdi onun bu vasiyetini çiğneyecek misin?
“ Ve Süleyman şöyle dua etmişti; Rabbim beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sad 38/35”
- Hayır hain! Diğerlerini olduğu gibi bunu da yanlış tefsir ediyorsun. İster dünya için olsun ister ahiret, bir peygamber bu kadar bencilce dua eder mi? Söz ettiğin ayetin doğru tefsiri şudur;
“ Ve Süleyman şöyle dua etmişti; Rabbim beni bağışla. Bana verdiğin bu hükümranlığı benden sonra kimselere nasip etme. Sad 38/29”
Süleyman insanlar üzerinde hükümran olmanın çirkinliğini ve sorumluluğunu fark etmiş, kendinden sonra insanlara kimsenin tahakküm etmemesi için dua etmekteydi. Hayır, bu ayet seni kurtarmaz!
Şeytan köşeye sıkışmış, can havliyle bu defa tehdit ediyor;
- Bak vallahi cinlerim var, bırak artık yoksa çarparım!
Aptal! Tek tek bütün cinlerini yakaladığımdan haberi yok.
- Sen ancak korkanları korkutabilirsin. Allah varken senin cinlerinden mi korkarım? Hadi oku, gönder! Ya da dur, onları ben tutup sana göndereyim;
“ İnsanın bir ayda gittiği yere, sabahtan akşama giden rüzgarı da Süleyman’a verdik ve onun için bakırı eritip akıttık. Rabbinin izniyle, cinlerden bir kısmı onun emrinde çalışırlardı. Emrin dışına çıkamazlar, biri çıkacak olsa ateş gibi yakan bir cezaya çarpılırdı. Onlar Süleyman’a kaleler, heykeller, havuz gibi büyük leğenler, ayaklı kazanlar, ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi şükredin, zira kullarımdan şükreden azdır.
Süleyman öldüğü zaman, onun ölümünü cinlerden gizlediler. Cinler onun öldüğünü, ancak cesedin dayandığı asayı yiyen bir ağaç kurdu sayesinde ve ceset yere devrilince anlayabildiler. Her şeyi bilselerdi, küçük düşürücü o kölelik altında bir an olsun kalırlar mıydı? Sebe 34/12”
Gördün mü cinlerinin hâlini! Beni korkuttuğun o olmayan cinlerin, biraz bir şey bilmekle kendini akıllı zanneden biz aptal insanlarızdır. Hayır, şimdi seni onlar da kurtaramaz! Ama madem ki Kuran’dan, Süleyman’dan ve cinlerden söz açtın, şu halde dinle de Süleyman’ı tanı!
“Ant olsun ki biz Davut’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da;
- Bizi bununla mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun, dediler. Davut’tan sonra tahtına oğlu Süleyman geçti ve dedi ki;
- Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bir ilim verildi. Doğrusu bu bir lütuftur.
Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları vardı. Hepsi bir arada, onun tarafından düzenli olarak idare ediliyorlardı. Nihayet Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca;
- Ey karıncalar kaçın, yuvalarınıza girin. Kaçın ki, Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesin, dedi. Süleyman onun bu sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki;
- Ey Rabbim! Bana, verdiğin nimetlere şükretmeyi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmayı nasip eyle. Beni, rahmetinle iyi kullarının arasına kat.
Sonra kuşları gözden geçirdi ve sordu;
- Hüdhüd’ü niçin göremiyorum, yoksa bizi terk edip kayıplara mı karıştı? Umarım geçerli bir mazereti vardır, yoksa canını yakarım!
Çok geçmeden Hüdhüd gelip şöyle dedi;
- Bilmediğin bir şeyi öğrendim ve Sebe şehrinden önemli haberler getirdim. Sebe şehrine hükmeden bir kadınla karşılaştım. Büyük bir tahtın üzerinde oturuyor ve çok güçlü! Onun ve kavminin Allah’a değil, güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan onlara bazı şeyleri doğru göstermiş de, bazı şeyleri gizlemiş. Bunun için gerçeği bulamıyorlar. Şeytan özellikle böyle yapıyor ki, göklerde ve yerde her şeyi bilip açığa çıkaran Allah’ı bilmesinler. Halbuki Arş’ın sahibi Allah’tan başka tanrı yoktur.
Süleyman Hüdhüd’e dedi ki;
- Doğru mu söyledin yalan mı, göreceğiz. Şu mektubumu götürüp kendilerine ver, sonra da biraz bekleyip sonuçtan haber getir.
Mektubu alan Sebe melikesi vezirlerine şöyle dedi;
- Beyler! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman’dan. Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlamakta, karşı koymadan teslim olmamızı istemektedir. Ne dersiniz? Bilirsiniz size danışmadan karar vermem. Onlar şöyle dediler;
- Biz çok güçlüyüz ve savaşta üstümüze yoktur. Buyruk senindir, neyi uygun görürsen biz hazırız! Melike;
- Savaşlar ülkelerin çökmesine, mutlu bir halkın perişan olmasına neden olur. Bu savaşta da böyle olacaktır, dedi. Şimdi onlara hediyelerle birlikte bir elçi gönderelim de, görelim niyetleri ne imiş?
Elçiler hediyelerle gelince Süleyman şöyle dedi;
- Siz bana dünyayı mı teklif ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği sizin verdiğinizden daha iyidir. Hediyelerinizle yine siz kendiniz sevinirsiniz. Ey elçi! İyi bilsinler ki asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, hor hakir bir halde sürer çıkarırız! Sonra vezirlerine dedi ki;
- Beyler! Onlar teslim olmadan önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Bir cin;
- Eminim ki sen tahtından kalkmadan onu sana getirebilirim, dedi. Kendisine ilim verilmiş bir kimse ise;
- Ben onu sana, bir göz açıp kapama arasında getiririm, dedi. Süleyman melikenin tahtını kendi tahtının yanında görünce şöyle dedi;
- Bu Rabbimin bir lütfudur ve şimdi beni şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü, sınıyor. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, bilsin ki Rabbim kimsenin şükrüne muhtaç değildir. Devamla dedi ki;
- Onun tahtını değiştirin, bakalım tanıyabilecek mi? Melike gelince;
- Nasıl, bu taht seninkine benziyor mu? denildi. O şöyle cevap verdi;
- Tıpkı odur! Ve devam etti;
- Esasen biz Allah’ın bu sıfatlarını önceden öğrenmiş ve inanmıştık.
Melikeyi gerçeğe ulaşmaktan halkın eksik inançları alıkoymuştu. Sonra ona, köşke gir denildi. Melike içeri girince suya girdiğini sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman ona;
- Yanıldın, dedi. Bu su değil, camdan yapılmış şeffaf bir zemindi. Melike o zaman dedi ki;
- Rabbim! Gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum. Neml 27/15 ”
Ayetleri tamamlayınca sustum. Şeytan ellerimin arasında diz çökmüş, aşağıdan göz ucuyla beni süzüyor. Eminim aklından yine bir şeytanlık geçiyordur;
- Ben bir şey anlamadım, dedi. Yok karıncalar kuşlar konuşuyormuş, koskocaman tahtlar uçuşuyormuş. Boş versene, bunlar hikaye.
- Hikaye mi? Hayır değil. Bunlar peygamberlerin konuştuğu kuş dilidir. Hüdhüd kuşu casusluk yapan bir görevliyi, kaçışan karıncalar insanın dünya telaşı içinde hakka hukuka dikkat edemediğini anlatıyor. Güneşe tapmak, sadece bildiğine inanıp bilmediği şeyler olabileceğini kabul etmemektir. Melikenin tahtına gelince; İnsanlığın üzerinde oturduğu en önemli taht akıl ve bilgidir. Gözünü kapa, senin için her şey yok olur. Aç, anında geri gelir. Neyse canım, hem ben sana bunları niye anlatıyorum ki! Şimdi seni sımsıkı bağlayacak, yarın cümle âleme çıkarıp rezil edeceğim.
Parmaklarımın ucunda zayıf bedeninin titrediğini hissediyorum, bu defa sahiden korkmuş olmalı. Ama korkunun ecele faydası yok, artık başka oyunu da yok.
Yok mu? Meğer varmış, zayıf bir sesle;
- Peygamber bir yana, Ebu Hüreyre bile bunu bana yapmamıştı, dedi.
Bir an sarsıldım;
- Ne yapmamıştı?
- Bilmezden gelme...
Parmaklarım boynundan çözülür gibi oldu, bıraktım.
- Evet haklısın, hadi git.
Bırakmama rağmen gitmiyor,
- Hadi gitsene!
- O dediklerimi anlatmayacak mısın? Hadi anlat da onlar da bilsinler.
Ebu Hüreyre anlatıyor;
“ Peygamber beni, mescidin bahçesine yığılan ve Ramazan zekatı olarak verilen hurmaları muhafazaya tayin etmişti. Ancak geceleyin kara kuru bir adam geldi ve hurmadan avuç avuç almaya başladı. Ben kendisini yakalayarak;
- Seni Peygambere teslim edeceğim, dedim. Bana yalvararak;
- Ben fakir ve muhtaç bir kimseyim. Üstelik bakmak zorunda olduğum çoluk çocuğum var. Cidden ihtiyaç içindeyim, dedi. Bunun üzerine onu salıverdim. Sabah olup da Peygambere anlatınca;
- O sana yalan söylemiştir. Sanırım tekrar gelecektir, buyurdu. Gerçekten yine geldi ve yine hurmadan avuçlamaya başladı. Ben yine yakalayarak;
- Seni mutlaka Peygambere teslim edeceğim, dedim. Yine yalvararak;
- Beni götürme. Gerçekten çok muhtacım, bir daha yapmam, dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim. Ertesi gün Peygambere olanları yine anlattım.
- Yalan söyledi, yine gelecek, buyurdu. Üçüncü sefer yine geldi. Onu yine yakalayıp;
- Seni bu defa muhakkak Peygambere götüreceğim. Bu üçüncü gelişin, üstelik bir daha gelmeyeceğim dediğin halde yine geldin, dedim. Yine yalvararak şöyle dedi;
- Eğer beni bırakırsan, sana ömrün boyunca yararlı olacak büyük bir şey öğretirim. Ben merak edip;
- Nedir o söyle, dedim. Bana dedi ki;
- Ayete’l-Kürsi’yi sık oku. Bunu yaparsan şeytan sana yaklaşamaz. Ben ona yine acıdım ve yine serbest bıraktım. Sabah olunca konuştuklarımızı Peygambere yine anlattım; Peygamber bunun üzerine;
- Bak hele, yalancı olduğu halde bu sefer doğru söylemiş, buyurdu. Sonra da;
- Ey Ebu Hüreyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, dedi.
- Hayır! dedim.
- O bir şeytandı, buyurdular.” 2
İşte bu da Peygamberin hatırası;
“ Cinlerden bir ifrit, dün akşam üzeri namazımı bozdurmak için üzerime geldi. Ancak Allah bana yardım etti de, ben onu boğazından yakaladım. Hatta arzu ettim ki, onu mescidin direklerinden birine bağlıyayım da, sabah olunca hepiniz onu görebilesiniz. Ancak daha sonra kardeşim Süleyman’ın; (Rabbim beni bağışla. Bana verdiğin bu hükümranlığı benden sonra kimseye nasip etme. Sad 38/29) diye dua ettiğini hatırladım da, onu serbest bıraktım.” 3
Hadis bitince gözlerim şeytanı arıyor, yok. İyi de az önce buradaydı? Hadisin sonuna doğru kalkmış olmalı, işte uzaklaşıyor. Gözlerim arkasında, içimde bir hüzün. Seslenip, geri gel desem mi acaba?
Giderken onun da göz ucuyla bana baktığını görünce dayanamadım;
- Hey Seth! Her şeye rağmen seni sevdiğimi biliyorsun değil mi?
- Biliyorum, dedi. Aslında ben de seni seviyorum.
- Yine biliyorsun ki, bana bu denli kötü davranmasaydın seni daha da çok sevebilirdim.
- Hâlâ mı bana suç atıyorsun? Artık sen de çok iyi biliyorsun ki, ben senin nefsinim ve aslında tüm bu kötülükleri yapan sen kendinsin.
- Haklısın, diyorum ki şu konuyu biraz açsaydık!..
- Olur, açarız.
- Ama gidiyorsun..!
Mutlu gülümsedi;
- Korkma yine geleceğim. Hâttâ ölüm bizi geçici bir süre ayıracak olsa bile, dirilişte gelecek, yine seni bulacağım. Ama sen de bana yardım et ki, şimdi Seth olarak değil de Neftis olarak ölelim. Peygamberin; Nefsini bilen Rabbini bilir, dediğini hiç duymadın mı? Ben senin Allah ile arandaki perdeyim ve aslında Müslüman olmayı senden çok ben isterim. Hani Kuran’ı çok iyi biliyordun? Baksana ne diyor;
“ Ey dünya gerçeğini kabullenen nefis! Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olmuş olarak geri dön ve iyi kullarımın arasında cennetime gir. Fecr 89 / 27”
Tuhaf..? Şeytanın bu kadar güzel Kuran okuduğunu ve gülümsediğini ilk kez görüyorum. Yoksa Müslüman mı oluyor ne..?
*
Allah sana rahmet etsin Vahdettin amca. Muavvizeteyn dediğimiz Felak ve Nas surelerinin tüm büyüleri yok ettiğine artık ben de inandım.
Büyüye inanmak, bizim Allah’a, peygamberlere ve kendimize ihanetimizdir.
Mürit Kefer
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 53
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 107
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 402
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder