15. Tur dağında Musa ile

Gerçi mucizeleri ve iki denizin birleştiği yeri gerilerde bırakmıştım ama, varlığın sonsuzluğundan söz ettiğim bu noktada Haz. Musa’nın başka bir hatırasını daha anmadan geçemem.

Haz. Musa Kuran’ın en sık söz ettiği ve Son Peygamberin geceler boyu anlattığı İsrail peygamberlerinden biri, belki de en önemlisidir.
Ancak burada Haz. Musa’nın asasından, yılanlardan, Kızıl denizin yarılışından, kayadan fışkıran sulardan ve böğüren buzağı heykelinden söz etmeyeceğim. Son Peygamberin mucizeleri hakkındaki anlayışım ne ise, Haz. Musa’nın mucizeleri hakkındaki anlayışım da odur.
Ben şimdi Tevrat’tan ve Haz. Musa’nın başka bir mucizesinden söz etmek istiyorum.

“ Ve Musa, kaynatası Midyan kahini Yetro’nun sürüsünü güderken Allah’ın dağı Horeb’e geldi. Ve Rabbin meleği, kendiliğinden yanan bir çalı alevinde ona göründü. Çalı ateşte yanıyor, fakat tükenmiyordu. Ve Musa dedi, - Şimdi gideyim ve çalı niçin yanıp tükenmiyor bu büyük manzarayı göreyim. Ve onun geldiğini görünce Rab Allah çalının içinden seslenip dedi, - Ya Musa! Çarıklarını çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve ben, atalarının ve senin Rabbi olan Allah’ım! çıkış 3/2”

“ Ve Musa dedi, - Ne olur, bana kendini göster! Ve Rab dedi,
- Yüzümü göremezsin! Çünkü bir insan beni görüp de yaşayamaz. Ama yanımda bir yer var, ve sen kaya üzerinde duracaksın. Ve ben geçerken seni kayanın bir kovuğunda saklayacağım ve geçinceye kadar seni elimle örteceğim. Ve elimi kaldırdığımda arkamı göreceksin, fakat yüzüm görülmeyecek. çıkış 33/18”

“ Ve Rab Musa’ya dedi, - Sabaha hazır ol! Sabah olunca Sina dağına çık, ve dağın üzerinde önümde dur! Ve Musa Rabbin kendisine emretmiş olduğu gibi sabahleyin erkenden kalktı ve kendi yonttuğu iki taş levhayı da yanına alarak Sina dağına çıktı. çıkış 34/2”

“ Ve İsrail oğullarının gözünde Rabbin izzeti, dağın başında yiyip bitiren bir ateş gibi idi. çıkış 24/17”

“ Musa orada Rab ile kırk gün kırk gece kaldı. Ekmek yemedi ve su içmedi. Ve on emri taş levhalar üzerine yazdı. çıkış 34/28”

Yukarıda okuduğumuz bu metinler Kuran’da şöyle anlatılır,

“ Musa’ya otuz gece vade verip sonra buna on gece daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye ulaştı. Musa, kardeşi Harun’a dedi ki, - Kavmin içinde benim yerime sen geç. Onlara güzel davran, bozguncuların yolunu izleme.
Musa, bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi kendisiyle konuşunca şöyle yakardı. - Rabbim bana kendini göster! Dedi ki, - Beni asla göremezsin. Ama dağa bak! Onu görebilirsen, beni de görürsün. Rabbi dağa tecelli edince, onu parça parça etti ve Musa baygın bir halde yere düştü. Sonra şöyle dua etti. - Rabbim! Senin o yüce varlığının hiçbir şeye benzemediğine iman ettim. Tövbe edip sana yöneldim. Ben iman edenlerin ilkiyim. Araf 7/143”

Önceleri Allah’ın dağa geldiğini ve bu büyük olayı taşıyamayan Sina dağının atom bombası atılmışçasına darmadağın olduğunu sanırdım.
Sonra sormaya başladım, peki ama dağ toz duman olduysa dağın üzerindeki Haz. Musa nasıl oldu da sağ salim geri dönebildi? Üstelik paramparça olduğu söylenen Sina dağı o günden bugüne hâlâ yerinde durmuyor mu?

Diğer taraftan bu anlatımlar ayettir ve Allah’ın sözleri hakkında şüphe olmadığı söylenmektedir. Şu halde bu anlatımın, bugün benim de anlayabileceğim başka bir anlamı daha olmalıdır ve bu anlamı arayacağım.

*

Peygamber bir akşam namazında Tur suresini okumaya başlamış. Tur, Arapça’da dağ demektir ve o namazda Peygamberin arkasında olanlardan Haz. Cübeyr şöyle anlatıyor,

“- Okurken, (Yoksa onlar nedensiz olarak mı yaratıldılar? Yoksa, kendi kendilerini mi yarattılar? Yoksa, gökleri ve yeri de mi onlar yarattı? Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa, güç ve kudretin gerçek sahibi onlar mıdır? Hayır, onlar şuursuzdurlar. Tur 52/35-37) ayetlerine gelince, gönlüm artık uçmaya yaklaşmıştı.” 1

Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Haz. Cübeyr, Mekke fethedildiği gün Müslüman olanlardandı. Henüz yeni Müslüman olmasına rağmen onu bu denli etkileyen ne olabilir?

Hadisin ekinde verilen açıklamada;
“Onun böylesine etkilenmesi, Peygamberin okuduğu bu ayetlerin içerdiği anlama vakıf olmasındandır.” deniyor. 
Haz. Cübeyr’in bildiği, benim bilmediğim bu anlam nedir? Eminim, Musa bilir.

Horeb dağında elinde asasıyla koyun güderken gördüğümüz Haz. Musa’nın sıradan bir çoban olmadığını artık biliyoruz. O, firavunun yanında büyüyüp yetişmiş gerçek bir prenstir. O yılların en ileri bilim, kültür ve sanat merkezi olan Mısır’da yüksek düzeyde bilimsel bir eğitim aldığını da biliyoruz. Mısır ordusunun bazı kademelerinde görev yapmış, su yolları ve piramitler gibi bazı yapıların inşaatında bulunmuş olması da kuvvetle muhtemeldir. 

Sonra, İsrail oğullarını ezen bir kölelik düzenine isyan etti ve Mısırdan kaçmak zorunda kaldı.
Bütün bunlar şunun için önemli ki, Musa dağdaki çalılara asla koyunların baktığı gibi bakmadı.
Sürü dağın yamacındaki bodur çalılar arasında yayılırken, O gözlerini kendi yaktığı çalı ateşine dikmiş, önemli başka şeyler düşünüyor.
Koyunlar otları yerken, insanlar da koyunları yiyordu. Sonra hastalıklar ve savaşlar da insanı. Evrende her şey birbirini yiyip bitirdiği halde yine de hayat bitmiyor, koyunların yerine yeni koyunlar, ölen insanların yerine yeni insanlar ve yanıp kül olan şu çalıların yerine yeni çalılar geliyordu!

Haz. Musa’nın içinde Allah’ın seslenişini duyduğu ve bitip tükenmeden sürekli yanar gördüğü çalı ateşi, işte bu hayat ateşidir. Ateşin sürekliliği, değişimin sonsuzluğudur. Bir şeyler yok olurken, başka bir şeyler var olmaktadır. Bir şeyin ölümü, başka bir şeyin doğumu olmaktadır.
Bütün bunları yapansa topraktır ve toprak bu nedenle mukaddestir. Toprakla ayaklarımız arasına giren ve Allah’ın Haz. Musa’ya çıkarmasını söylediği çarıklarımız ise, Allah ile aramıza giren heveslerimiz, yani kendi nefsimizdir.

Çarıklarımız iki tanedir. Biri dünya, diğeri ahiret. Yunus Emre bu iki çarıktan önce dünya ile ilgili olanı çıkarmış şöyle demektedir.

“ Aldanma dünya malına, ağudur banma balına
Düşüp dünya hayalına, dalma gözüm şimden geru.”

Çıkardığı ahret çarığı içinse şöyle der,

“ Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni!”

*

Haz. Musa Allah’ı görmek istemişti ve Allah ona dağa bakmasını söylüyordu.
Haz. Musa dağa baktı. Farklı bir şey görmüyordu. Görünen sadece her zamanki Sina dağı idi. Peki ama Allah dağa bak demedi mi, yoksa henüz gelmedi mi?
Bir vakit sonra aklına geldi ki, Allah zamandan olduğu gibi mekandan da bağımsız değil midir? Her yerde ve her zamanda var değil midir?
Dağa gelecek olsa dağdan ayrı bir yerden gelmiş olmaz mı? Dağa gelecek olsa dağın varlığından ayrı bir varlık olmaz mı?
Halbuki bir peygamber Allah’ın her zaman, her yerde ve her şeyle birlikte olduğunu bilir.
Bunları hatırladıktan sonra dağa dikkatle bir daha baktı. Dağda zeytin ağaçları vardı. Zeytin kutsaldır. Hem beslediği için, hem de geceleri ışığı ile aydınlattığı için. Ama zeytin Rabbimiz değildir ki!

İncir ağaçları da vardı. Ve dağda çobanlar, koyunlar ve köpekleri vardı. Göremediği halde, aynı şeylerin dağın arka tarafında da olduğunu biliyordu. Sonra bir daha baktı, karıncalar, yılanlar, çam ağaçları, papatyalar ve böğürtlenler de vardı. Yine baktı, pınarlar derelere, dereler ırmaklara, ırmaklar denizlere doğru akıp gitmekteydi. Dağda her şey, ama her şey vardı da, görmek istediği Rabbi yoktu.

Allah’ın, beni göremezsin demekle ne anlatmak istediğini o zaman anladı. Anladı ki, Allah her an her yerde ve her varlıkla birliktedir. Allah’ı kullarından ayrı, başka bir varlık olarak düşünmek mümkün değildir.
O zaman bir daha baktı. Sina dağı ancak, dağ olmayan küçük küçük varlıkların varlığı ile vardı. Irmaklardan çiğ tanelerine, incir ağaçlarından otlara, kayalardan toz tanelerine ve koyunlardan solucanlara kadar! Onlardan hangisi yok edilse, dağ bir o kadar yok oluyordu. Koca dağ, üzerinde taşıdığı varlıklardan ayrı düşünüldüğünde parça parça oluyor, yok olup gidiyordu. Allah sözünü tutmuş ve dağa tecelli etmişti.
Musa anlamıştı, eskilerin söz ettiği bu dağ bildiğimiz dağlardan değildi. Dağ çok büyük bir varlık demekti ve en büyük dağ, maddi âlemin kendisiydi.

*

Peki ama, dağa bakmasını söyleyen içindeki o ses neydi?
Haz. Musa düşündü, mademki her şeyle birliktedir, şu halde yakındaki şeylerle daha kolay görülüyor olmalı! Uzaklara diktiği bakışlarını yavaş yavaş yakına çekmeye başladı. Yakına, daha yakına, daha da yakına. Kendisine en yakın yine kendisi idi. Önce ayak parmaklarını gördü, sonra dizlerini, sonra ellerini. Gözlerini göremiyordu ama vardılar. Yoksa onlarda mı Allah ile birlikteler? O güne kadar hep kendisinin zannettiği ayaklarına ve ellerine bir daha baktı. Yoksa kendisinin değil miydiler?

Burada, Uhud savaşındaki Son Peygamberi hatırlamamak mümkün değildir. Düşman tarafından atılan bir taş eline rast gelmiş ve işaret parmağını ezmiştir. Ağrısının çok arttığı bir sırada diğer eliyle yaralı parmağına dokunup şöyle dediği anlatılır,
“ Ey parmağım ne sızlarsın! Sonuçta sadece sızlayan bir parmak değil misin? Ne kırıldın, ne düştün! Üstelik de bu derde yok yere değil, hak yolunda uğradın.” 2

Son Peygamber Haz. Musa’nın kulluk anlayışını anlatmakta ve Haz. Musa sormaktadır, peki ama her şey Onunsa ve Onunla birlikte ise Musa nerede? Dağdan sonra, Musa kendisinin de parçalanmaya başladığını hissediyordu. Şaşkınlık ve çaresizlik içinde gözlerini kapadı. Yoksa Musa denen varlık kendi içinde saklı bir şey mi? İçinde görülmeyen bir tebessüm, duyulmayan bir ses vardı ve bu ses gördüklerinin gerçek, anlayışının doğru olduğunu fısıldıyordu. Gözlerini açtı, yoksa tanrıyı mı görmüştü? Yoksa tanrı kendisi miydi..?

Musa yanında büyüdüğü firavunu hatırlayıp gülümsedi. O da kendisini tanrı sanmıyor muydu? Sonra ağabeyi Harun’u, kavmin yaşlılarını ve karısını hatırladı. Gözlerini kapadıkları zaman onlar da hissetmiyorlar mı aynı duyguları? Nitekim kimi zaman kendisine yapılan bazı eleştiriler de bu nedenle değil miydi?

“ Rab yalnız Musa ile mi söyledi? Bizim vasıtamızla da söylemedi mi? Sayılar 12/2”

“ Artık yetti! Çünkü bütün cemaatin her biri mukaddestir ve Rab onların arasındadır. Niçin Rabbin çoğunluğu üzerine kendinizi yükseltiyorsunuz? Sayılar 16/3”

Bilmedikleri bazı şeyler olmakla birlikte, temelde haklıydılar. Hayır, herkesle ve her şeyle birlikte olan Allah’ı görmemişti ve asla göremeyecekti. Gördüğü sadece kendisiydi ve kendisi, hiçbir şeyi olmayan bir hiçti. Yaratıcı Allah’ı görmek, kendi hiçliğini görmek ve sonsuz varlığın bilinmezliğini bilmek demekti. Haz. Musa işte o zaman gerçeği anladı ve büyük bir şaşkınlıkla kendinden geçti.

*

Bu mantıkla yoksa Feurbach’ın dediği yere mi geldim? Yoksa başkaları gibi, farkında olmadan ben de içinde yaşadığım bilinçsiz doğayı mı tanrı edinmeye başladım? Yoksa Panteizm dedikleri bu mu?

Endişelenmekte haklıyım. Çünkü Muhiddin-i Arabi’ye göre, doğanın suretleri olmasaymış insan da olmazmış ve Allah bilinmezlikte kalırmış. Diğer taraftan varlığın sürekli değişen ve bilinebilir suretlerinden yola çıkarak Allah’ı tanımlamak da mümkün değil. Allah, işte bu suretlerin arkasında bilemediğim bir güç görünüyor ve Onun hakkında hiç kimse hiçbir şey bilmiyor.
Ancak öğrendiğim bir şey var ki İslam dininde bu anlayışın adı tevhittir, yani Allah’ın birliği. Yani varlığın bölünmez bütünlüğü. İslam tasavvufunda bu birlik anlayışının diğer adı, Vahdet-i Vücuttur.

İslam tasavvufu, Haz. Musa’nın önce uzaklarda aramaya başlayıp daha sonra kendi kalbine taşıdığı bu yakınlık anlayışına “Yakin” denildiğini ve üç mertebe olduğunu söyler. İlme’l yakin, ayne’l yakin ve hakka’l yakin.

Nedir bunlar? Bilmek, görmek ve yaşamak mı..?

Görmek ve yaşamak şöyle dursun, henüz bilgisini bile edinebilmiş değilim, biliyorum.
Görünmeyen Allah bu üç kapının arkasında saklanıyor, hissediyorum. 
Kaçacak başka yeri yok, adım adım yaklaşıyorum...

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 189
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 268

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder