33. Tek kişilik ordu

Çalışmanın bu bölümü içimde sakladığım ve anlatmayı hiç düşünmediğim hatıralardı. Ancak geçen zaman ve gelişen olaylar artık anlatmamı zorunlu kılıyor.

Tam olarak hatırlamıyorum ama galiba on iki yıl kadar önce olsa gerek, Peygamberin hatıralarını okumaya başladığım yıllar. Kendisini ziyarete gittiğim bir gün Dede hocasından söz açmıştı;

- Rahmetli şeyhim hafız ve büyük bir âlim idi. Buna rağmen kendisine bir şey sorulduğunda tevazu gösterir, biz hâlâ medreseden çıkamadık derdi.
Sonra konuyu Kuran’a taşıdı;
- Kuran Allah kelamıdır, en büyük bilgidir. Kendi ifadesiyle ağaçlar kalem, denizler mürekkep olup yazsa bitmeyecek bir bilgi. Hocam yıllarını vermiş bitirememişti, herhalde benim ömrüm de yetmez. Bakalım bu bilgide senin payın ne kadar olur?

Kuran mı? Birden eski bir tehdidin öfkesi kımıldanıyor içimde,

“ Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır. Nisa, 4/136”

Sonra bir ümitle ürperdiğimi hissediyorum. Sakın aradığım o Allah Kuran’ın sayfaları içinde saklanıyor olmasın..?

İyi de Kuran’ı anlamak büyük iş, başarabilir miyim ki?

Sonraki yıllarda okuduklarımın her kelimesine, hâttâ her harfine başka bir gözle bakar oldum. Çok istiyorum ama benim için o kadar zor ki! Arapça bilmem, artık unutulan kuş dilinden anlamam. Ama bırakmadım, Hece hece, kelime kelime yürüyorum ve Dede çalıştığımın farkında.

*

Yıl 1996, Haz. Cebrail ile yeni tanıştığım günler. Oldukça heyecanlıyım ve bu farklı anlayışı Dedeye açmak istiyorum. Ama kolay mı? Aylar süren bir kararsızlık döneminden sonra dayanamayıp açtım,

- Dede, biliyorsunuz uzun zamandır hadislerle meşguldüm. Hepsini tam olarak anladığımı söyleyemem ama, anlayabildiğim bazıları beni bilinenden farklı bir anlayışa götürdü ve ben de bunu size açmak istedim.
- Nedir o?
- Haz. Cebrail!
Dede başını önüne eğip sustu,
- Notları size okumamı ister misiniz?
Dede başını kaldırmadı,
- Hayır, şimdi yapacak başka işlerimiz var. Belki daha sonra.

Peki dedim, bir bildiği olmasa istemez mi!

*

Üç yıl sonra, 1999 yılı başlarında yıllardır beklediğim an geldi. Ramazan bayramı öncesi bir akşam, eşim Dedenin çağırdığını söyledi. Konuşacağı bazı özel şeyler varmış. Galiba Cebrail’den söz edecek?

Gittim, merakla bekliyorum. Kahvesini içerken beklediğim soruyu sordu,
- Bugünlerde nelerle meşgulsün?
- Gündelik işleri kastediyorsanız çok şükür iyi, gidip geliyorum.
- O kadar mı?
- Hayır, geceleri de çalışıyorum. Haz. Cebrail anlayışından sonra başka konuları anlamaya çalışmıştım, bu arada yeni başlıklar oluştu.
- Neler mesela?
- Mesela miraç, kıyamet.
Dede başını öne eğip sustu, birini anlatmamı isteyecek mi? Yanılmışım, kısa süren derin bir sessizlikten sonra elimdeki çayı yutkunurken tekrar sordu,
- Senin namazın ne halde?
Ne ilgisi var? Yirmi yıldır bir iki hatırlatma hariç ısrar etmediği bir konuyu bu ortamda dile getirmenin anlamı ne?
- Bildiğiniz gibi, cumalara gitmeye çalışıyorum.
- Hayır olmaz, namaz kılmadıkça olmaz!
Bir an sarsıldım, ne demek olmaz?
Son bir umutla atıldım,
- Ama Kuran!..
Hayır cevap vermiyor, anladım bu konuyu kapatacağız. Ben de sustum.

Döndükten sonra olanları eşime anlatıp sordum,
- Dede ne yapmak istiyor olabilir?
- Doğrusu ben de anlamadım.
Meğer o gece anlamamışım, gün geçtikçe daha çok içime oturmaya başladı. Dede beni namaza zorluyor öyle mi..?
Materyalizm haklıymış, idealizm nihayet karanlık dişlerini gösterdi.
Dedeyle tanıştığım yıllar ve ona verdiğim söz geliyor aklıma. Hayır, asla! Yıllarca ona verdiğim söze ihanet etmediğim gibi, bilimsel gerçeğe verdiğim söze de ihanet etmeyeceğim. Namazı bilmiyorum ve hiçbir şey için de bilmediğimi yapacak değilim.

Eşim çok öfkelendiğimin farkında teselli etmeye çalışıyor,
- Boş ver, aldırma. Dede oldukça yaşlandı ve hâlâ kendi zamanında yaşıyor.
- Hayır yaşlılık değil, bu başka bir şey. Ama ne olursa olsun bana bunu yaptıramaz. Sadece namaz kıl dese alınmayacağım, fakat bunu Kuran’a bağlaması gücüme gidiyor.

Sonraki aylarda Dedeyle aramıza görünmez bir mesafe girdi. Çalışmayı bıraktım. Bitti öyle mi? Evet bitti. Esasen her şeyin bir sonu yok mu..? 
İçimde tarif edilmez bir gariplik, bir yalnızlık.
Allah mı? 
Hayır, çok yoruldum ve artık aramaktan vazgeçtim. Bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim diyordu ya (1), madem öyle şimdi biraz da o arasın.

*

Gün battı, vakit akşam. Soğuk ve karanlık sokaklara terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi yalnızım. Din yok, kitap yok, hiçbir şey yok.
Hâttâ yeni yeni tanıyıp sevmeye başladığım Peygamber bile yok. Vakit kederli bir Hayyam vaktidir.

“ Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte,
Karanlıklar içindeyim, ışığın nerde?
Cenneti ibadetle kazanacaksam eğer
Senin ne cömertliğin kalır bu işte? ” 2

Vakit akşam, hava karardı. Artık gidemem. Yoksa geri mi dönsem? Hayır çok geç, dönersem kaybolurum. Söyle ey Cebrail ne yapayım, kimin yanına gideyim?

Akşam yemeği sonrası kapı çalındı, gelen Enişte ve abla.
- Hoş geldiniz, geçin.
- Kaç gündür görüşemedik, özledik. Hadi bir çaya gidelim dedik.
Çaylar gelir gelmez ikimiz birden sigara paketlerine saldırdık, o bana ikram ediyor ben ona. Abla araya girdi,
- Ramazanda bütün gün içmeden ne güzel durabiliyorsunuz, ne olur daha sonra da içmeseniz.
Sohbet sigaradan ramazana, ramazandan dine tırmandı. Enişte şahit olduğu bir olayı anlatıyor;

- İnsanların inanışları anlaşılır gibi değil. Bizim orda bir avukat var, orta yaşı geçmiş beyefendi biri. Ne Allah var ne kitap, ne namaz var ne niyaz. Ancak bu ramazanda ne yaptı biliyor musun? Bizim bürodaki sekreter kız hastalanmış, bütün ramazan ilaç alması gerekiyormuş ve oruç tutamayacağı için çok üzüntülü. Ona gitmiş ve şöyle demiş; Sen ilaçlarını al, oruçlarını ben tutacağım. Gerçekten bütün ramazanı onun için tuttu.

Avukatın hikayesini dinlerken, çok derinlerden başka bir hikaye geliyor aklıma. Son Peygamberin anlattığı başka bir hikaye. Eniştenin gözlerine bakıyorum, yoksa Cebrail bana Zeyd’in yanına gitmemi mi söylüyor?

Evet, iyi fikir. Allah bir yana, neredeyse Peygamberi bile göremediğim bu karanlıkta gidebileceğim tek yer kaldı. Zeyd bin Amr bin Nüfeyl! Son Peygamberin henüz peygamber olduğunu söylemediği gençlik günlerinde yaşayan bir adam. Tek kişilik bir ordu!

Gece geç vakit kitaplarıma kapandım.

*

“Roma imparatorluğu parçalanmış, altın para daha doğudaki Bizans imparatorlarının eline geçmişti. Artık ticaret, doğuya giden kervan yollarını tutan İran üzerinden yapılır olmuştu. Arabistan kenarda kalmış, Mekke için kötü zamanlar gelmişti.
Fakir ve çaresiz insanlar Kabe duvarına gömülü kutsal kara taşa gittikçe artan bir şevkle dua ediyor, ama taş susuyordu. Kervansaraylarda yabancı tüccarların anlattıklarını can kulağıyla dinliyorlardı. Yabancı mallarla birlikte, yabancı inançlarda geliyordu. Museviler kurtarıcıdan, Hıristiyanlar Mesih’ten söz ediyorlardı. Panayır yerlerindeki mutsuz kalabalıkların içinde artık kahinler, peygamberler dolaşır olmuştu ve bunlardan birinin adı da, Muhammet’ti.” 3

Bir Müslüman için yukarıdaki satırlar dinsiz kafirlerin iftirasıdır. Bir Yahudi ya da Hıristiyan ise yazılanların doğru olduğunu, Muhammet’in de bu sahte peygamberlerden biri olduğunu düşünmektedir.

Din anlayışlarının farklı olduğunu biliyorum ama, insanın bu kadar önemli bir konuda bu kadar farklı kutuplarda olması garip değil mi? Farklı bakış açılarından farklı görünüyor olsa da her gerçeğin aslı bir değil mi?
Yoksa Müslümanları kızdıran, Son Peygamberi panayır yerlerinde dolaşan sahte peygamberlerle aynı kefeye koyan bu satırlar yalan mıdır?

Müslümanlar kızmasın ama Tarih yalan olmadığını söylüyor. Hâttâ bırakın Tarihi, bunun yalan olmadığını söyleyen Peygamber bizzat kendisidir. Toplum yaşayan canlı bir organizma gibi doğurmak üzeredir ve gerçekten panayır yerlerindeki peygamber bolluğu bu doğumun habercisidir.

Arap toplumu kendisini aşağılayan Yahudilik ve Hıristiyanlığı kabullenememiş çaresizlik içinde kıvranmakta, biraz aklı erenlerse yollara düşmüş gerçeği aramaktadır. Aradıkları, Haz. İbrahim günlerinden kaldığı söylenen eski bir gerçektir. O günlerde aranan bu gerçeğin adına haniflik, arayanlara ise muvahhit denirmiş.

“ İbn-i İshak’ın anlattığına göre, Peygamber zamanında yaşayan dört kişi bu muvahhitlerin en önemli olanlarıdır ve tarihte dört hanifler olarak bilinirler. Bunlardan birincisi daha sonraları Peygamberin düşüncelerine de destek verecek olan Varaka bin Nevfel, ikincisi Peygamberin gençliğinde bir süre dostluk ettiği Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, üçüncüsü Ubeydullah bin Cahş ve dördüncüsü de Osman bin Huveyris’dir.

Bu dört arkadaş Kabe’nin çevresinde yaşanan garipliklere sırt çevirmiş şöyle diyorlardı,
- Bunlar sapıtmış, neye inandıklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorlar. Biz gerçek bir dini arayıp bulmalıyız.
Böylece bu dört arkadaş Kudüs ve Şam taraflarına doğru dağılıp gerçeği aramaya gittiler.

Varaka bin Nevfel, Peygamberin ilk eşi Haz. Hatice’nin uzaktan akrabasıdır. Bu arayışın sonunda Hıristiyanlık dinini kabul etti. Tevrat ve İncil üzerinde epeyce çalıştıktan sonra Arapça’ya çevirilerini yaptı. Mekke’de dinler tarihi üzerindeki geniş bilgisiyle tanınırdı. Nitekim Peygamberin söz ettiği vahiy meleğinin kutsal Cebrail olduğunu söyleyen ve sözlerini ilk tasdik eden de odur. O sıralarda oldukça yaşlıydı ve dört yıl sonra öldü.

Osman bin Huveyris de Haz. Hatice’nin akrabalarındandır. Bu yolculukta Bizans’ın merkezi İstanbul’a kadar gelip Hıristiyan oldu ve itibar gördü. Siyasi maksatlar ve makam hırsı ile Bizans imparatorunu Arap yarımadasına yönlendirmeye çalışırken, 600-605 yıllarında oralarda öldü.

Ubeydullah bin Cahş ise Peygamberin halasının oğluydu. Bu arayışta bir süre kararsız kaldıktan sonra önce Hıristiyanlığı seçtiyse de, daha sonra Son Peygamberin bildirdiği İslam dinini benimsedi. Eşi Ümmü Habibe ile birlikte ikinci kafilenin içinde Habeşistana göç etti. Ancak orada iken yine vazgeçti ve eşine şöyle dedi,
- Bütün dinleri araştırdım ve Hıristiyanlığı doğru buldum. Bir ara Muhammet’in dinine destek verdiysem de, şimdi yine Hıristiyanlığa dönmek isterim.
Eşi Habibe onu bu düşüncesinden vazgeçirmek istediyse de başaramadı ve ayrıldılar. Ubeydullah daha sonra kuzeye, Hıristiyanların arasına gitti ve oralarda öldü. Yalnız kalan Ümmü Habibe ise daha sonra Medine’de Peygamberle evlenmiştir.

Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Haz. Ömer’in amcası oğlu ve dört haniflerin en önemli şahsiyetidir. Gerçeği aramak üzere Mekke’den ayrıldıktan sonra, Şam taraflarında bir Yahudi din adamının yanına gidip Musevilik hakkında bilgi istedi.
- Belki de dininize gireceğim, bana onu tanıtın. Yahudi alim,
- Her dinin kendine özgü bir şeriatı vardır. Şeriatımıza ve onun şart koştuğu bazı güçlüklere katlanmadıkça bizim dinimize giremezsin, diye cevap verdi. Zeyd,
- Ben Allah’ın zorluklarından kaçtığım için buralara geldim. Kolayca kabul edebileceğim bir gerçeği arıyorum. Elimden gelirse, Allah’ın zorluklarından herhangi bir pay almaya da asla niyetim yok. Sen bana bir başkasını göster de ona gideyim, dedi. Yahudi alimi,
- Ben kendi dinimden başka bir din tanımam, diye cevap verince de Zeyd onun yanından ayrıldı ve Hıristiyan alimlerinden birinin yanına gitti. Ona da aynı şeyleri söyleyip, ondan da aynı cevapları alınca Zeyd ona da şöyle dedi,
- Ben zaten anlamadığım şeylerden kaçtığım için bu diyarlara geldim. Sen bana kolayca anlayabileceğim başka bir din gösterebilir misin?
Hıristiyan alim şöyle cevap verdi,
- Çok iyi bilmiyorum ama, haniflik dedikleri bir din duymuştum.
- Haniflik nedir?
- Haz. İbrahim’in dinidir. O ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, sadece Allah’a inanırdı.
Zeyd Haz. İbrahim hakkındaki bu sözleri işitince oradan ayrıldı ve dışarı çıkınca ellerini kaldırıp şöyle dua etti.
- Allah’ım şahit ol, ben İbrahim dini üzerindeyim!
Yahudilere ve Hıristiyanlara hürmeti olmakla birlikte hiçbir dine girmedi. Mekke’de ömrü boyunca kendi şahsına mahsus hanif bir din anlayışı sergileyerek yaşadı. Ancak Mekkeliler atalarının dinini eleştiren Zeyd’i pek sevmediler. Hâttâ amcası Hattab’ın, halkı etkilememesi için bir ara Mekke’nin dışına sürmek istediği bile söylenir. Şairdi. İbn-i İshak ve İbn-i Hişam onun Allah’ın birliği üzerine yazdığı mısralarını alıp saklamışlardır. Bu mısralar tevhit inancının yanı sıra, kendileri gibi inanmadığı için kavminden çektiği eziyetleri de anlatırmış. İşte o mısralardan geriye kalanlardan bir örnek, bir çeviri.

( Varlığın sonsuzluğunu gözden geçirdiğimde bir Allah’a mı, yoksa bin tane Rabbe mi kul olurum? Güçlü bir kahraman gibi Lat’ı da terk ettim Uzza’yı da! Ne Amir oğullarının putlarını ziyaret ederim, ne de kurbanlık koyun borçlanırım. Aklım yürümektedir ve hayret içindeyim, çünkü Allah birdir. İnsan hata yapar, sonra gün gelir tövbe eder. Yağmurla sulanan fidanın yeşerdiği gibi canlanır, hâli değişir. Ey insanlar! Rabbiniz olan Allah’a saygıyı muhafaza edin. Hayırlı kimselerin yurdu cennet, kafirlerin elde ettiği ise kızgın cehennem ve pişmanlıktır.)

Mekkelilerin din zannettikleri anlamsız inanışlarını eleştirir, putlardan uzak kalır, çevresinde bulunanları daha insancıl ve iyi ahlaklı olmaya davet ederdi. Haz. Ebu Bekir’in büyük kızı Esma çocuk olmasına rağmen o günleri hatırladığını söylüyor;
- Zeyd bin Amr bin Nüfeyl’i çok yaşlı bir ihtiyarken gördüm. Ayakta durmuş ve sırtını Kabe’ye dayamış şöyle sesleniyordu ;
- Ey Kureyşliler! Vallahi siz hiçbiriniz İbrahim dini üzere değilsiniz!

Zeyd fakir ve yetim kızları himayesine alıp büyütür, kız büyüyüp serpilince de ailesine; Dilerseniz size teslim edeyim, dilerseniz yine ben bakayım deyip bakımına devam ederdi.
Bir rivayete göre, ömrünün sonlarına doğru Mekke’deki meşhur Hira dağında bir mağaraya kapanmış ve tefekkürle meşgul olmuştur.” 4

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Zeyd’in o günlerde kendisinden daha genç, çok özel bir dostu oldu. Bu genç dost, daha sonraları yaşlı dostu gibi yine Hira dağında itikafa çekilecek ve Son Peygamber olduğunu söyleyecek olan Haz. Muhammet’tir!

Buhari bir hadiste Peygamberin o günlerden kalan bir hatırasından söz ediyor. Hadis, sözün önemini anlamayan ve kendi aklınca Peygamberi korumak isteyenlerce çarpıtılmak istenmiş olsa da gerçeği haykırıyor. İşte Peygamberin bizzat kendisinin anlattığı gerçek!

“Bir gün Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ile birlikte Beldah mevkiinin aşağılarında bir bedevi çadırına misafir olmuştuk. Sofra kurup yemeğe davet ettiler. Sofrada et de vardı. Zeyd yemedi, ben de yemedim. Sonra Zeyd şöyle dedi ; 
- Ben sizin putlar adına kestiğiniz etten yemem. Ben sadece Allah’ın ismiyle kesilenden yerim. Koyunu Allah yarattı. Onun için gökten yağmur indirdi, yerden de bitki çıkardı. Ama siz onu Allah’ın ismini anmadan kesiyorsunuz.” 5

Son Peygamber, yıllar sonra Medine’de Zeyd bin Amr bin Nüfeyl’i soranlara şöyle demektedir,
“ Ben son Peygamberim ve benden sonra peygamber gelmeyecektir. İsa ile benim aramda da başka peygamber yoktur. Lakin Zeyd kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir.” 6

Durdum, yoksa farkında olmadan başka bir şeytan ayetleri kitabı da ben mi yazıyorum? Hayır. Sadece bütün din kitaplarının yazdığı, Fatih medreselerinde dersiamlık yapan eski hocaların korkmadan okuttukları ders notlarını okuyorum.

Rahmetli Turan Dursun’un kendisine öğretilen temelsiz bir din anlayışını niye terk ettiğini, Dedenin geçmiş yıllarda okumamı niçin yasakladığını şimdi daha iyi anlıyorum. Vahiy ve Cebrail kavramlarını anlamadıkça bu hatıralardan söz etmek mümkün değildir. Oysa ki artık benim için ürkütücü değil. Çünkü bu okuduklarım Son Peygamberin görüp dinlediği gerçek bir Cebrail’i anlatıyor. Anlıyorum ki Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Peygamberin insan suretinde gördüğü Haz. Cebrail’in belki de ilk suretidir.

*

Ey Peygamber! Allah zaten görünmüyordu ama, artık şimdi sen de görünmüyorsun. Tahmin ettiğin gibi seni başta Müslümanlar inkar etti. Olmamış ve hiç olmayacak mucizelerle seni bir kez daha öldürdüler. Kabrimi tapınak yapmayın demiştin, yaptılar. Beni Allah’ın üzerine çıkarmayın demiştin, çıkardılar. Galiba yalan da çoğaldı. Söylediğin gibi dünya malını seviyor, kendilerinden istenmediği halde yemin edip, istenmediği halde şahitlik ediyorlar. Anlattığın doğruluk ve iyi ahlaktan bugün geriye kalan sadece derin bir bilgisizliktir.

“ Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun yere ulaşıncaya kadar git. Çünkü şüphe yalan, ancak kalbin tasdik ettiği doğrudur.” 7 diyordun ya, işte bütün şüphelileri terk edip yürüdüm ve ortada Allah’tan başka hiçbir şey kalmadı. Hâttâ sen bile yoksun!

Ben şimdi görmediğim bir Allah’ın birliğinde yapayalnızım. Yoksa senin de istediğin bu, Kuran’ın söz ettiği hanif bir inanç bu muydu?
Öyle ya! Peygamber de olsan, son da olsan, Allah’ın eşsiz varlığının yanında sen de ancak benim gibi bir kul değil misin?

Dede! Yoksa beni bu kör karanlıklara bilerek ve bunun için mi attın?

*

Temmuz 1999. Uzaklardan bir haber geldi, Yaşar amca hastaymış. Hanıma açtım, gidip ilk hocamı görsek iyi olmaz mı? Hem görüp geçmiş olsun deriz, hem de yapayalnız kaldığım şu günlerde belki yıllar önce verdiği gibi bir teselli daha verir.

Sabah erken çıktığımız yolu sıcak bir ikindi vakti bitirip kasabaya girdik. Her yer ne kadar değişmiş. Anladım, sormazsam bulamayacağım. Sokağı ve evi ancak gösterdikleri zaman hatırladım. Kapının önünde küçük bir çocuk. Arabadan inip sordum, torunu. Kendisi içerideymiş. Beyaz badanalı briket duvarla çevrili bahçenin tahta kapısından girdik. Beton patikanın sonunda bir asma çardağı ve asmanın gölgesinde iki büklüm oturan bembeyaz saçlı küçücük bir adam. Bu Yaşar amca mı? Evet, Yaşar amca. Aradan yirmi yıl geçtiğini unutmuşum. 
Önce tanımadı. Babamı hatırlattım, birden gözleri parlayıp boynuma sarıldı. Dostluklar ne güzel! Görüşülemese ve yıllar geçse bile.

Vakit dar ve o gece dönmek düşüncesindeydim, salmadı. İşimden gücümden başlayıp çocuklara uzanan bir hal hatırdan sonra sordu,
- Sen nelerle meşgulsün, sadece dünya işi mi?
Hayır deyip ona Dedeyi anlattım ve sonra ben sordum;
- Ya siz, eskiden olduğu gibi sohbet arkadaşlarınız var mı?
Üzüntüyle başını salladı,
- Eski dostların çoğu ya öldü, ya da başka yerlere gitti. Başka şehirlerde görüştüğüm birkaç dostum var, burada yok. Beni burada sevmezler. Ara sıra kahveye çıkıyorum, konuşuyoruz. Söylediklerim işlerine gelmiyor. Geçen yaz bizim malum hocalardan biriyle kahvede karşılaştım. Baktım cennetten söz ediyor, huriler şaraplar. Ne söylediğinin kendi de farkında değil. Dayanamayıp birkaç cümle eklemek için izin istedim. Sonra başladım anlatmaya,

Adamın biri cennette. Hocamın dediği gibi nimetler sayısız, anlatılır gibi değil. Elbette bu nimetlerin arasında huriler de var. Sarışın, esmer, hiç birine insan eli değmemiş. Hepsi adama âşık! Biri diyor ki benim, diğeri diyor ki hayır benim. Kızlarda bir işve, bir naz. Adam elindeki kadehten bir yudum alıyor, oh! Oradaki içki buradakiler gibi sarhoş etmiyor. Derken kızlar dört bir yandan yavaşça adama sokuluyor. Hayır, hemen teslim olmak olmaz, tadını çıkarmak lazım. Nasıl olsa gözlerden ırak ve bahçeler büyük. Adam çalıların ardına kaçıyor, maksadı kızları orada kıstırmak.

Hoca dahil masada oturanların hepsi ağızları açık dinliyor. Sanırsın televizyonda gece filmi izliyorlar. Devam ediyorum,
O çalı senin bu çalı benim oynaşırken inci köşkten epey uzaklaşmışlar. Derken bir bakıyorlar, karşı çalılarda başka bir kovalamaca. Yaklaşıyorlar, bir kadın ve peşinde kovalayan genç erkekler. Adam göz ucuyla kaçan kadına bakıyor, o da ne? Bu kadın dünyadaki kendi karısı değil mi? Ulan karı, senin ne işin var burada? Kadın cevap veriyor, Allah benim de Rabbim değil miydi, ben de ona kul değil miydim? Gördüğün gibi, beni de cennetlik etti.

Birden bire somurtup sustular. Ne hâle geldiklerini düşünebiliyor musun? Bunlar kendi kafalarında bir din oluşturmuşlar ve ona inanıyorlar. Kendi kafalarında bir erkek cenneti yaratmışlar, haktan haberleri yok. Allah’ın insanı insan olarak sevdiğini, kadın erkek olarak ayırmadığını asla kabul etmek istemiyorlar. Bunlar beni sevmezler. Onlara gücenmiyorum, aslında beni kimse sevmez, hâttâ kendi evlatlarım bile. Hatırlarsın, büyük olan yıllar önce terk edip gitmişti. Otuz yıldır ya beş defa gördüm, ya altı. Ne arar, ne sorar. Şimdi de küçük isyan ediyor, geçinemiyoruz. İnsanlar kitabın hepsini değil, işlerine gelen kısımlarını dinlemek istiyor.

Akşam yemeğini bahçede, çardağın altına kurulan bir yer sofrasında yedik ve o gece sabah dörde kadar uyumadık. O geceden aklımda iki cümle kalmış. Yaşar amcanın hüzünlü yalnızlığında söylediği iki cümle.

Birincisi, En büyük kitap, varlık âlemi ve onda beliren insandır (Rad 13/39). Kuran bu büyük kitabı doğru okumayı öğreten yazılı bir evraktır, hepsi o kadar!

Ve ikincisi, her soruşunda heyecandan sıçrarmış gibi olduğu ve en az beş defa sorduğu şu soru;

Sor kendine, insan nedir?

Şeriat mı? Hayır, çok isterdim ama soramadım. Allah’ın dile getirildiği o enfes öğretinin içinde kullara ait bir konunun yer alması imkansızdı.

*

Dönerken hanım bana bakıyor, ben hanıma. Ve aklımızda cevapsız bir soru,

İnsan nedir?

Hanıma açmadım ama, yol boyunca beynimi kemiren bir soru daha! 

Peki ama bunca bilgiye rağmen bu mutsuzluk neden?

Biraz korkuyorum, yoksa oldum Melami buldum belamı diyen Dede haklı mıydı?

Peki ama neden..?

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 421
2 Hayyam Sabahattin Eyuboğlu Cem / 1998 Tek kitap 94
3 İnsan nasıl insan oldu M.İlin - E. Segal Yeni Dünya Tek kitap 274
4 İslam Tarihi Mahmud Esad Marifet / 1995 Tek kitap 265
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 36
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 60
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 147

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder