“ Rabb’iniz Allah hakkındaki şu anlayışınız yok mu? İşte sizi o perişan etti. Bu yüzden hüsrana düşenlerden oldunuz. Fussilet 41/22”
Kimdir o Allah hakkındaki anlayışı yüzünden perişan olanlar?
İnananlara sorarsanız, görmediğine inanmayan biz materyalistlerizdir.
İyi de bu büyük bir haksızlık değil mi? Normalde görmedikleri hiçbir şeye kendileri de inanmadıkları halde, söz konusu Allah olunca nasıl inanıyorlar? Hadi inanıyorlar, nasıl oluyor da bu gariplikten dolayı bir de anlayışlı ve cennetlik olmuş oluyorlar?
Hayır, bu hiç normal değil. Bu anlayış meselesinde bazı yanlışlıklar var ve tartışacağız. Nereden başlayalım? Örneğin, bin beş yüz yıldır cahil ve anlayışsız olmakla suçladığımız Mekke’nin cahilleri olabilir mi?
*
Ebu Hüreyre’nin Peygamberden işittiği bir söz var,
“ Amr, Huzaa kabilesinin büyük babasıdır ve ben Amr’ı Cehennemde bağırsaklarını sürükler bir halde gördüm. Çünkü o, develeri salma adak yapanların önderi idi.” 1
Peygamberin cehennemde sürünen bağırsaklarla ne anlatmak istediğini henüz bilmiyorum ama, söz ettiği Amr önceki putperest dönemin ileri gelenlerindendir ve tanıyabilmek için biraz gerilere gitmek gerekiyor. Anlatan Peygamber yine bizzat kendisi;
“ Haz. İbrahim, eşi Sara’nın kıskanıp istememesi üzerine Hacer'i ve oğlu İsmail’i Filistin’den alıp bugünkü Mekke şehrinin olduğu vadiye getirdi. O zamanlar ne Kabe vardı, ne de Mekke şehri. Onları biraz yiyecek ve biraz su ile şimdi Kabe’nin bulunduğu yerde büyük bir ağacın altına bıraktı. Ayrılırken Hacer sordu,
- Bizi burada bırakıp gitmen Allah’ın emri midir? İbrahim,
- Evet, dedi. Hacer,
- Öyle ise Allah bizi korur! dedi.
İbrahim gittikten bir süre sonra Hacer'in yanındaki yiyecek ve su bitti. Hava çok sıcaktı ve çocuk ağlamaya başlamıştı. Hacer biraz su veya su isteyebileceği bir insan bulmak ümidiyle, çocuğu bırakıp biraz ilerideki Safa tepesine çıktı. Etrafa bakındı, hiç kimse yoktu. Tepeden inip koşarak vadiyi geçti ve Merve tepesine geldi. Tekrar çevresine bakındı. Yine kimseleri göremedi. Bu telaşlı geliş gidiş yedi defa tekrar etti. Merve’ye yedinci çıkışında, oğlu İsmail'in yanında topuğu ile toprağı kazan bir melek gördü. Melek toprağı atıp zemzem suyunu çıkardı. Hacer içti, çocuğunu emzirdi.
Bu sıralarda Keda dağı üzerinden gelip yakınlarda konaklayan bir yolcu kafilesi, yakınlarda döne döne uçan kuşları görünce meraklanıp gözcü gönderdiler. Daha önceleri su bulunmadığını bildikleri bu yerde su bulunduğunu görünce, orada yerleşmek için Hacer'den izin istediler. Hacer'in istediği de esasen bu idi. İzin verdi. Böylece Cürhümiler Mekke civarına yerleştiler.
İsmail büyürken, Cürhümilerden Arapça öğrendi ve gençlik çağına gelince onlardan bir kızla evlendi. Hacer 90 yaşında öldü ve Kabe yakınlarındaki Hicr’e defnedildi. İbrahim ise sık sık gelip kendilerini yokluyordu. Bir gelişinde oğluna,
- İsmail, Allah bana büyük bir iş emretti. Şu tepede bir ev inşa edeceğiz ve sen bana yardım edeceksin, dedi.
Baba oğul böylece Kabe’yi inşa ettiler. İsmail taş getirir, İbrahim örerdi. Binanın duvarları biraz yükselince, İbrahim Ebu Kubeys dağından getirdiği bir kara taşı, bir işaret olarak köşeye koydu ve üzerini örmeye devam etti. Yapı bitince,
- Ey Rabbimiz! Emrin üzerine, yardımınla yaptığımız şu hayırlı işimizi bizden kabul buyur. Şüphesiz sen dualarımızı çok iyi duyar ve niyetlerimizi çok iyi bilirsin, diyerek dua ettiler.
İbrahim daha sonra, şimdi Makam-ı İbrahim olarak bilinen ve iskele olarak kullandığı taşın üzerine çıkıp dört bir yana doğru,
- Ey insanlar! Rabbiniz bir ev inşa edilmesini ve o evi ziyaret etmenizi istedi. Rabbinizin bu davetine uyunuz! diye bağırdı.
Sonra Cebrail İbrahim’e Haccın nasıl yapılacağını öğretti. Onlarda halka öğrettiler. Böylece dört bir yandan gelen insanlar Kabe’yi ziyarete başladılar. İbrahim daha sonra Şam tarafına döndü ve orada vefat etti.” 2
Son Peygamber buraya kadar anlatmıştır ama hikayenin devamı da var ve yazılı tarih anlatıyor;
“ İsmail yaşamı boyunca kutsal evin hizmetinde bulundu. 130 yaşında ölünce Hicr’e, anası Hacerin yanına defnedildi. Kabe’nin hizmeti bilinmeyen bir süre İsmail oğulları tarafından yerine getirildi. Sonra Cürhümilerden Mudad bin Amr’a geçti. Uzun bir süre de onların sorumluluğunda kaldı. Ancak Cürhümiler zamanla hizmeti aksatınca Kabe harap olmaya yüz tuttu. Ara sıra gelen şiddetli seller nedeniyle duvarları yıkıldı. Hâttâ öyle bir zaman oldu ki, halk Kabe’nin arsasını ziyaret eder oldu.
Sonra bir dönem, Hicazın kuzeyi ile bugünkü Filistin’in güneyi arasındaki Maab bölgesinde yerleşik Amalikalıların eline geçti. Putperest idiler. Kabe’yi ikinci kez inşa ettiler. Ancak maksatları ibadet değil hacıların sırtından para kazanmaktı. Zemzem suyunu hacılara para karşılığında satıyorlardı. Ve bir süre sonra çöküp gittiklerinde Kabe yine harabe halindeydi.
Cürhümilerden Haris bin Mudad-ı Esgar Kabe’yi üçüncü kez inşa ederken, hep boş duran kapı boşluklarına kilitli iki kapı koydu. Sonra Cürhümiler de Amalikalıların yaptığı gibi yapmaya başladılar. Yabancı ülkelerden ve zenginlerden gelen hediyelere el koymaya, hacılardan ziyaret karşılığı zorla para almaya başladılar.
Sonra, Bekir oğulları kabilesi ile Mekke’ye Yemenden gelip yerleşen Huzai kabilesi birleşip, Cürhümilere karşı savaş açtılar ve Mekke’den çıkardılar. Cürhümiler kaçarken Kabe’deki bazı değerli eşyaları zemzem kuyusuna atıp üstünü kumlarla kapattılar.
Bundan sonra Kabe’nin hizmeti, yine uzun bir süre Huzai kabilesinden Gubşan oğullarının elinde kaldı. Bunlardan Huleyl’in zamanında İsmail oğullarının Kureyş kabilesinden gelen Kusay, Huleyl’in kızı Hiba ile evlendi. Kusay, Son Peygamberin beşinci batında atasıdır. Kusay’ın bu evlilikten Abd’üd Dar, Abd-i Menaf, Abd’ül Uzza ve Abd adında dört oğlu oldu. Huleyl öldükten sonra da Kabe’nin hizmeti Kusaya geçti.
Kusay Kabe’yi dördüncü kez inşa ederken, o güne kadar hep açık duran üzerine bir de çatı yapıp örttü. Ayrıca o güne kadar Kabe’nin yakınlarından ağaç kesmeyen ve yakınlarına ev yapıp oturmayan halkını, Kabe’ye daha yakın oturmaya teşvik etti. Kendisi de Kabe’nin karşısında Dar’ül Nedve denen bir ev yaptı. Bu ev meclis binası gibiydi. Memleket işleri bu evden idare edilirdi. Kusay yaşlanınca bu görevlerin idaresini büyük oğlu Abd’üd Dar’a bıraktı. Abd’üd Dar’dan sonra bu görevlerin getirdiği bazı imtiyazlar sebebiyle Kureyş kabilesi arasında ihtilaflar başladı. Vefatından sonra bu görev ve imtiyazlar kardeş çocukları arasında pay edildi. Son Peygamberin büyükbabası Haşim’e, hacılara su dağıtılmasını organize etmek ve fakir hacılar için toplanan paralarla onların karnını doyurmak görevleri verildi.
Haşim zengindi. Biri kışın Yemene, diğeri yazın Suriye’ye olmak üzere yılda iki kervan çıkarırdı. Şama gittiği bir seferde Gazze’de öldü. Oğlu Şeybe o sıralarda küçüktü ve Medine’de Neccar oğulları olarak bilinen dayılarının yanında kalıyordu. Haşim'in Kabe ile ilgili görevlerini küçük kardeşi Muttalib üstlendi ve Medine’deki yeğeni Şeybeyi alarak Mekke’ye getirdi. Şeybeyi tanımayanlar Muttalib'in kölesi zannettiler. Bu nedenle küçük Şeybe, Muttalib'in kölesi anlamına gelen Abd’ül Muttalib olarak çağırılır oldu.
Amcası Muttalib'in ölümünden sonra bu görevleri Abd’ül Muttalib devraldı. Cürhümilerin yıllar önce kaçarken kapattıkları zemzem kuyusunu bulup açtıran ve kuyuya saklanan altından iki geyik heykeli ile kılıç, zırh gibi birtakım değerli eşyayı bulup çıkaran odur. Hübel putunun karşısında çekilen kurada, heykeller Kabe’nin eşyalar onun oldu. Abd’ül Muttalib'in on oğlu oldu. En küçüklerinin adı Abdullah’tı. Son Peygamber, işte bu Abdullah’ın oğludur.
Abdullah, yirmi iki yaşında çok genç öldü. Oğlu Muhammedi göremedi. Altı yaşında iken annesi Amine’yi de kaybeden Son Peygamber, dokuz yaşına kadar büyükbabası Abd’ül Muttalib'in yanında, onun ölümünden sonra da büyük amcası Ebu Talib'in yanında büyüdü.
Töreler mirası büyüğe bıraktığı ve babası da çok genç öldüğü için, Son Peygamber ne dedesinin malından, ne de Kabe’deki görevlerin getirdiği ayrıcalıklardan hiç yararlanamadı.” 3
Bu bilgilerden sonra, Son Peygamberin cehennemde gördüğü Amr bin Luhay’ı ve Mekke’nin cehaletini biraz daha yakından tanıyabiliriz. Hadisin ekinde şunlar anlatılıyor;
“ Yemen, Saba melikesi Belkıs’ın güzel ülkesi. Güneşe taparlarken kraliçeleri Belkıs’la birlikte Haz. Süleyman’ın dinine girdiler. Belkıs, Sebe olarak da bilinen büyük yerleşim merkezi Merib’de iki dağın arasına taş, kum ve zift ile büyük bir baraj yaptırdı. Yağmur suları ve çevredeki dereler bu barajı doldurdu. Bu suyla sulanan Sebe bahçeleri cennet bahçeleri gibi oldu.
Bir zaman sonra Sebe’liler nankörlük etmeye başladılar. Süleyman’dan sonra gelen Peygamberlerden yüz çevirdiler. Fakat baraj bir gün yıkıldı ve sel suları Sebe bahçelerini mahvetti. Susuz kalan Sebe bahçeleri kurudu. Sebeliler boy boy etrafa göç etmeye başladılar. Cefne kabilesi Şama, Lahm oğulları Irak’a, Evs ile Hazrec kabileleri Medine’ye, Huzai kabilesi ise Mekke’ye yerleşti.
Huzaa, bir şeyden ayrılan parça demektir. Ebu Hüreyre’nin naklettiğine göre, Kabe’de Haz. İbrahim’in bildirdiği tevhit inancını ilk bozan ve putları ilk diken Huzailerden Amr bin Luhay oldu.
Amr bir ara Şama gitmişti. Yolu üzerindeki Maab şehrinde Amalikalıların bazı putlara taptıklarını gördü. Bu putlardan kuraklık zamanlarında yağmur, savaş zamanlarında yardım isteniyordu. Onlardan aldığı Hübel isimli bir putu getirip Kabe’ye dikti ve halkı bu puta ibadet etmeye çağırdı. Daha sonra Lat putunu da getiren ve Saibe, Bahire, Vasi, Ham gibi isimlerle bilinen hurafe adakları icat eden odur. Ancak Huzaa oğulları çok iyi idareci idiler. Amr’ın her hac mevsiminde on bin deve kestiği, on binlerle elbise dağıttığı söylenir. Bu nedenle, kurdukları hurafelerle dolu yönetim biçimi üç yüz yılı aşkın bir süre devam etti.”
Peki, yönetim Huzailerden son Peygamberin atası Kusay’a, yani Kureyş kabilesine geçtikten sonra işler düzelmiş mi?
Hayır! İbrahim’in inşa ettiği Kabe hâlâ duruyordu ama inşa ettiği anlayış kaybolmuştu, bulunamıyordu. Kabe her yıkıldığında tekrar yapılabiliyordu ama, toplumların anlayışını yapılandırmak kolay değildi. Doğru bilgi, taş gibi kolay bulunan bir nesne değildi. Bu nedenle düzen eskisi gibi devam etti. Hâttâ biraz daha bozularak.
“ Kureyşliler Yemen kralı Ebrehe’nin Mekke’yi kuşatmasından biraz önce ya da biraz sonra, tarihte Hums diye bilinen yeni bir adet ortaya koydular. Hums, Arapça hamaset, yani kahramanlık kökünden bir kelimedir. Bunlar;
- Biz İbrahim evladıyız, Mekkeliyiz ve Kabe’nin sahibiyiz. Diğer Arap kabileleri bizim sahip olduğumuz şeref ve haysiyete sahip değillerdir. Bu nedenle biz sahip olduğumuz bu şerefin itibarını korumalıyız. İbadet ve ziyaret yerlerine halk ile birlikte yan yana omuz omuza gidip gelmek bizim kıymetimizi düşürüyor, diyorlardı.
Böylece Kureyşliler Haz. İbrahim tarafından konulduğunu bildikleri halde Arafatta vakfe etmeyi tereddüt etmeden terk ettiler. Halk topluca Arafatta dururken, onlar Müzdelifeye gider orada dururlardı. Kinane oğulları, Amr oğulları, Sakif ve Huzailer de bu konuda onlara iştirak ettiler.
Daha sonra bununla da kalmayıp, Mekke dışından ziyarete gelen hacılara yeni kurallar getirmeye başladılar. Dışarıdan gelen her hacı, Kabe’yi ancak asilzadelere mahsus yeni ve güzel bir elbise ile ziyaret etmeliydi. Kim günlük elbisesi ile ziyaret ederse, artık o elbise günahla kirlenmiş sayılır, atılırdı. Artık kimse giyemezdi. Niyetleri belki sadece ibadete hürmeti arttırmaktı ancak sonuçları iyi olmadı. Halk fakirdi. Bu kuralın bir sonucu olarak, ziyaret için yeni ve güzel bir elbise bulamayanlar çıplak ziyarete mecbur edildiler.
Kendilerini ayrıcalıklı saydıkları için, hac günlerinde evlerine ve bahçelerine her zamanki gibi kapılarından girip çıktıkları halde, halktan kimselere günah ve haram sayarlardı. Zavallı halk hac günlerinde günaha girmek korkusu ile kendi evlerine bile kapıdan giremez, ya arka pencerelere koydukları bir merdivenden, ya da arka duvarda açtıkları bir delikten girerlerdi.” 4
Mekke’deki cahillerin anlayışsızlığından söz etmeye çalışıyordum, oysa dönüp baktım hep tarihten söz ediyorum. Neden?
Gözüme ilişen örnekler her toplumda görülen sıradan şeylerdendi ve onlardan söz etmek istemedim. Bugünkü din anlayışımız Mekke’nin cahillerinden daha da kötü bir haldeyken, eski Mekkelileri anlayışsız olmakla suçlamak haksızlık olmaz mıydı?
İsterseniz Mekke’yi geçip biraz da Medine’nin cahillerinden söz edelim. Bakalım anlayışları Mekke’nin cahillerinden daha mı yüksekmiş?
*
Müslümanlar mescitlerin ve evlerinin yanı sıra, yeryüzünde temiz olan her yerde namaz kılabilirlerdi. Bazen çölde bir kayalığın yanında, bazen de çalışırken tarlanın kenarındaki bir ağacın altında. Ve böyle, önünde duvar olmayan açık bir yerde namaz kılarken önlerine sütre denen bir engel, bir işaret koyarlardı. Namaz kılındığını anlatmak ve gelip geçenleri uzak tutmak üzere. Bu bazen bir kargı sapı olurdu, bazen de bindikleri bir hayvanın semeri. Bunu Peygamberden böyle görmüşlerdi. Ve eğer böyle bir engel olmazsa, bazı şeyler namazı bozabilirdi.
Mesela neler?
Peygamberden sonra bu konuda Müslümanlar arasında ihtilaf doğmuştur. Ebu Zer’in bir hadisini esas alan kimilerine göre köpek, eşek ve kadın, kimilerine göre bunlara ek olarak domuz, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler, kimilerine göre köpeğin sadece kara olanı, kimilerine göre kara köpekle birlikte ay halindeki kadın! 5
Bütün bunlar Peygamberin ölümünden hemen sonraki yıllarda konuşulmaktadır ve Müslümanlar, namazın ne olduğunu anlayıp bitirmiş gibi nasıl bozulacağını tartışmaktadırlar. Bu manzarayı gören ve namazın bozulmasının dikkat dağılması demek olduğunu bilen Haz. Ayşe haklı olarak sinirlenir,
“ - Sizler biz kadınları köpek veya eşekle bir mi tutuyorsunuz? Yemin ederim ben sedirin üstünde yatıyor olurdum da, Peygamber gelip sedirin ortasına doğru namaza dururdu. Hâttâ kalkmak isterdim de, dikkatini dağıtmamak için sedirin ayak ucundan sıyrılıp çıkardım.” 6
Halk kara köpeğin çoğu kere aniden ısırdığı için namazı bozduğunu iyi anlamış, ama kendi kötü huylarımızın da bu kara köpeğe benzediğini düşünemedikleri için, köpeğin yanına başka ilgilerini eklemekte sakınca görmemişlerdir.
Peygamberden sonra başlayan bozulma namazdan ibaret kalsa ya, ama kalmaz. Peygamberin Kabe’yi anlatırken söylediği bir söz var;
“ Kıbleye doğru abdest bozmayın, arkanızı da dönmeyin.” 7
Fakat Kabe’yi taştan, abdesti sudan ibaret zanneden bazı yeni Müslümanlar için Kabe kadar Kudüs’teki Mescid’ül Aksa da kutsaldır ve insanlar nereye döneceklerini şaşırmışlardır. Haz. Ömer’in oğlu Abdullah şaşkınlığı fark eder ve bozulan anlayışları düzeltmeye çalışır,
“ Şimdi bir takım kimseler, helaya girdiğin zaman ne kıbleyi ne de Mescid’ül Aksa’yı karşına alma diyor. Halbuki ben bir gün bizim evin damına çıkmıştım da, Peygamberin helaya girdiğini ve Mescid’ül Aksa’ya doğru iki kerpiç üzerinde oturduğunu gözlerimle gördüm.” 8
İşte bu bozulmalara bir örnek daha!
“ Abdullah bin Ömer, kadınlara yıkandıkları zaman saç örgülerini açmaları gerektiğini söylüyordu. Bu haber kendisine ulaştığında Haz. Ayşe şöyle dedi,
- Ömer’in oğluna hayret doğrusu? Kadınlara başlarını çözmelerini emrediyormuş, bari bir de tıraş olmalarını emretseydi! Ben ve Peygamber aynı kaptan beraberce yıkanırken başıma üç kere su dökmekten başka bir şey yapmazdım da, Peygamber müdahale edip örgülerini de çöz demezdi.” 9
Ömer’in oğlu bir yerde düzeltmeye çalışırken, temizlik konusundaki hassasiyeti nedeniyle farkında olmadan başka bir yerde bozulmaya neden olmaktadır.
Ve o günlerde biri daha vardır ki, Abdullah bin Ömer’in bu hassasiyetini aşırılığa vardırmaktadır;
" Ebu Musa el Eşari sıçrayan sidik konusunda aşırı titizlenir, ayakta su dökülmesini hoş görmez, hâttâ serpinti dokunmasın diye bir kabın içine su dökermiş. Bununla da kalmaz şöyle dermiş;
- İsrail oğulları zamanında birinin elbisesine sidik bulaşacak olsa, bulaşan yerini keserdi.
Peygamber sırrının sahibi Ebu Huzeyfe bunu duyunca irkilir;
“ - Ah, keşke bu kadar ileri gitmiş olmasaydı! Çünkü ben bir defasında Peygamberi bir mahallenin çöplüğünde ayakta su dökerken gördüm. Sonra benden su istedi ve abdest aldı." 10
Ebu Huzeyfe’nin ah ettiği kadar vardır. Çünkü anlayışlar davranışları doğurmaktadır ve kişisel anlayışlarımızın din olarak yansıması doğru din anlayışını hırpalamaktadır. Çünkü söylenen sözün asıl sahibi Peygamberdi ve anlatmak istediği asla bu değildi. Söylediği şuydu;
“- Çok eski zamanlarda İsrail oğulları temizliğe çok dikkat ederlerdi. Hâttâ birinin elbisesine sidik bulaşacak olsa bulaşan yerini kesip atarlardı. Sonra, ileri gelenlerinden bir adam onları bu titizlikten vazgeçirdi. İşte o adam, iyi bir alışkanlığın kaybına neden olduğu için günah işlemiş oldu.”
Farklı anlayışların doğurduğu bu tahribatın nerelere kadar uzandığını anlatan iki örnek daha okumamı ister misiniz?
İşte birincisi;
“ Müemmel bin İsmail, bir gün bir şeyhten Kuran’ın faziletleri hakkında Übeyy bin Kâb’a atfedilen bir hadis dinlemiş. Ona,
- Bunu sana kim söyledi? diye sormuş. O da,
- Medâin şehrinde halen hayatta olan bir şeyh, demiş. Müemmel Medâin’de o şeyhi bulup, aynı soruyu ona sormuş. O da, Vâsıt şehrindeki başka bir şeyhi haber vermiş. Müemmel işin peşine düşüp Vasıt’taki şeyhe ulaşmış. O, Basra’daki bir şeyhi, Basra’daki de Abbadan’ daki birini haber vermiş. O da Müemmel’in elinden tutmuş ve aynı şehirdeki başka bir cemaatin şeyhine götürüp,
- İşte, bu hadisi bana söyleyen bu kimsedir, demiş. Müemmel şeyhe sormuş,
- Bu hadisi sana kim söyledi? Şeyh cevap vermiş,
- Bunu bana söyleyen hiçbir kimse yok! Lakin ne yapalım ki halk Kuran okumaya o kadar rağbet etmiyor. Biz bu hadisi onların kalbini Kuran’a yöneltmek için söyledik.” 11
Bu da ikinci örnek,
“Bazı dilenci kılıklı ve para düşkünü kimseler bazı gerçek hadislerin aktaranlarını ezberlemişler, çarşıda, pazarda, camide onlar adına uydurdukları hadislerle halkı duygulandırıp dünyalık bahşiş toplamakta imişler. Bir defasında, imam Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin Bağdat’taki Rüsafe mescidinde namaza girmişler. Minberde bu türden bir vaiz,
- Ahmet bin Hanbel ve Yahya bin Mâin dediler ki, diye başlayan ve ucu Peygambere dayanan bir silsileyi saydıktan sonra,
- Kim Lailaheillallah derse, Allâhü Tealâ her harfinden bir kuş yaratır ki, gagası altından, tüyü mercandan…diye devam eden ve sayfalar tutan bir hikaye anlatmaya başlamış. Ahmet ile Yahya birbirlerine bakıp,
- Bunu bu adama sen mi anlattın? diye birbirlerine sormuşlar. Her ikisi de,
- Vallahi bu saate kadar böyle bir şey duymadık, deyince de susup beklemişler. Vaaz ve nihayet namaz da bittikten sonra Yahya eliyle işaret etmiş. Adamcağız bahşiş verecek ümidiyle koşup gelmiş. Yahya sormuş,
- Bu hadisi sana kim söyledi? Adam cevap vermiş,
- Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin. Yahya bu defa,
- Yahya bin Mâin benim, Ahmet bin Hanbel de bu! Biz, hadis olarak ömrümüzde böyle bir şey duymadık. Eğer uyduracaksan, bizden başkasının ağzından uydur! demiş. Adam sormuş,
- Yahya bin Mâin sen misin? Yahya,
- Evet, demiş. Adam,
- Bana Yahya bin Mâin’in ahmak olduğunu söylerlerdi de inanmazdım. Şimdi anladım ki doğruymuş. Yahya sormuş,
- Neden? Adam,
- Sanki dünyada sizden başka Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin yokmuş gibi konuşuyorsun. Ben bu adamdan başka on yedi Ahmet bin Hanbel’den daha hadis yazmışımdır, deyince Ahmet bin Hanbel utancından elleriyle yüzünü kapamış.” 12
Başka..?
Doğrusunu isterseniz şimdi anlatacağım aşağıdaki hatırayı, çalışmanın notlarını topladığım bu âna kadar ben de bilmiyordum. Okuduktan sonra içim burkuldu, bir tuhaf oldum. Bakalım şimdi duyacaklarınıza inanabilecek misiniz? Bize sürekli Kabe’den ve kıbleden söz eden sevgili hocalarımıza ithaf olunur;
“ Peygamber, bazılarının helada kıbleye doğru dönmeyi problem haline getirdiğini görünce şöyle buyurdu;
- Birilerinin şu kıbleye dönme meselesini saptırdığını görüyorum. Abdest bozmak için kullandığım helayı kıble yönüne döndürün!” 13
*
İnsanlar anlayışsızdı ve Son Peygamber bu anlayışsızlığın farkındaydı. Hâttâ bazen öylesine anlayışsız oluyorlardı ki, Peygamber tüm nezaketine rağmen dayanamıyor, bu gerçeği şu cümlelerle dile getiriyordu...
“ - İnsanlar büyük bir deve sürüsüne benzer ki, içlerinden işe yarar bir tane bile bulamayacak gibi olursun.” 14
Ve O bu anlayışsızlığı şuna benzetmektedir;
“ - Bir sohbette oturup değerli sözler dinleyen, sonra da bu sohbetten bahsederken işittiği şeylerin sadece değersiz kısımlarını anlatan bir kimse şu adama benzer ki; adam bir çobana gelip, ey çoban süründen bana bir koyun ver, der. Çoban da, git en iyisini tut al der. Buna rağmen o gidip sürünün köpeğini tutup alır.” 15
Peygamber bu nedenledir ki, aklı erenlere şu tavsiyede bulunur;
“ İnsanlara akıllarının almayacağı bir şey söylerseniz, onları şaşırtıp karışıklık çıkarmalarına neden olursunuz.” 16
Haz. Ali de aynı kanaattedir;
“ İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulünün yalancı yerine konulmalarını ister misiniz?” 17
*
Ey inananlar! Allah ve Resulünü yalancı yerine koymamı ister misiniz..? İstemezseniz, iman et diye bağırmayı bir tarafa bırakın da bana anlayabileceğim şeyler anlatın.
Bağırsakların yerlerde süründüğü cehennemden vazgeçtim, aradığım görünmez Allah’ın nerede saklandığından da vazgeçtim, bana Peygamberin anlatmak istediği Kabe’yi ve kıbleyi anlatın.
Söyleyin Kabe ne demek, biliyor musunuz? Yoksa yine mi iman!
Peki öyle olsun, sizin hatırınız için biraz daha çalışacağım.
***
Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 234
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 120
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 13
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 32
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 441
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 446
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 138
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 139
9 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 2 284
10 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 178
11 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 284
12 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 291
13 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 201
14 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 1 515
15 Mürşid 2.0 CD Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Hadis no : 7233
16 Sahih-i Müslim Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Mukaddime 5
17 Sahih-i Buhari Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 İlim 49