Önsöz

Değerli okur, 

Burada okuyacağınız hatıralar, tanrıyı arayan materyalist bir gencin İslam Hadis Tarihi üzerinde yaptığı okumaları ve yorumları anlatıyor. 1980 - 2000 yılları arasında yaşanıp yazılan bu hatıraların üzerinden neredeyse kırk yıl geçti. Zaman insanları eskitip değiştirdiği gibi bilgileri de eskitip değiştiriyor. Geri dönüp baktığımda yaptığım alıntıların doğru olduğunu, ancak o yıllarda bilgelik kitabı Kuran'ı yeterince yakından tanımadığım için zaman zaman hatalı yorumlar yaptığımı görüyorum.

Bana sorarsanız, bu eskimiş hatıraları hızla geçin ve kuranokuru.blogspot.com.tr adresinde çalıştığımız Kuran okumalarına gidin. İster iman edenlerden olun ister inkar edenlerden, orada eski bilgelerin  dile getirdiği ve yeryüzündeki tüm dinleri içine alan başka bir bilgelik dini bulacaksınız. 

Benim gibi bilimsel bir akla sahipseniz çok büyük bir ihtimalle bu tavsiyemi yadırgayacak, hatta uçuk bulacaksınız. Ancak Kuran'ı yazdıran o eski bilgeler bizi yakından tanıyorlar ve bizim gibi düşünmüyorlar. Diyorlar ki;

" Bazılarının onu yalanladığını biliyoruz, ama o onların hasret kaldığı şeydir. Hakka 69/49-50 " 

İyi okumalar.       

***


1. Materyalist gerçek

" Felsefenin en önemli ve zor sorunu, dünyayı bir tanrının yaratıp yaratmadığı sorunudur. Ruh denilen şeyle dünya arasında nasıl bir ilgi var? Bütün felsefe tarihi bu soruların çevresinde döner durur." 1

Yukarıdaki itiraf, 1804-1872 yılları arasında yaşamış ve materyalizmin babası olarak bilinen tanrıtanımaz Alman filozof Ludwig Feurbach’a aittir ve söylediği gibi aslında soru insanlığın sorusu, sorun insanlığın sorunudur!

Dünyayı bir tanrı mı yarattı..?

Feurbach bu soruya hayır diye yanıt verir. Aşağıdaki satırlar onun 1851 yılında yayınlanan “Dinin özü üzerine dersler” isimli eserinden Lenin’in alıntılarıdır ve insanlık tarihi boyunca, “Hayır, dünyayı bir Tanrı yaratmadı!” diyen bazı düşünür ve insanların ortak görüşleri olmasından ötürü önemlidir. Özetle şöyle diyor;

" Kimileri görünmeyen bir tanrının varlığını kabul ettirmek istiyorlar. Görünmeyen bu tanrının herhangi bir ispatı var mı elimizde?

Doğanın bilinçsiz varlığı âlemdeki ilk ve son varlıktır benim için. Ne başlangıcı vardır doğanın, ne de sonu. İnsanın içinde doğup yaşadığı bu ilk varlıksa, tanrı değil doğanın ta kendisidir.

Her şey zamana ve mekana bağlıdır. Görünmeyen bir tanrıdan evreni çıkarmak istemek, resimden adam çıkarmak istemekten farksızdır. İnsan görünen kafası aracılığı ile düşünür ve akıl tüm duyuların toplanma noktası olan beyindedir.

Ancak insanın dar kafalılığı ve tembelliğidir ki, sürekli hareket halindeki doğanın yerine hareketsiz tanrıyı, ebedi hareketin yerine ebedi durgunluğu koymaktadır.

İnsanı gerçek yaşamdan kopartıp alan şu hayâli düşüncelerden tiksiniyorum. Doğaya bağımlı olmaktan utanç duymuyorum.

Dinin temeli korku duygusudur ve insanı korkutan doğadır. Doğanın insan üzerinde yarattığı korkular dinsel tapınma nedenleri haline geliyor.

Din bir tesellidir. Bilinçsizce yaşatıp yok eden doğadan ayrı, fakat ondan daha güçlü ve insanları seven bir tanrı bulunduğu düşüncesi insana hoş geliyor.

Benim anlayışımın özeti, hiç şüphe yok ki tanrının olmadığıdır.
İnsanı tanrılaştırdığım söyleniyor. Hayır! Doğanın tanrılaştırılmasını nasıl istemiyorsam, insanı da tanrılaştırmış değilim.

İnsanın bir ideale ihtiyacı varsa eğer, hayali değil, insani ve gerçeğe uygun bir ideal olmalıdır.

Çarpık ve asılsız bir ideal olmasın bizim idealimiz. Kusursuz, evrensel ve kültürlü insanı yaratmak olsun. En gerçek din kültürdür.” 2

*


Dünyayı bir tanrı mı yarattı..?

Hiç kimse bu soruya kolayca, evet diye cevap veremez. Çünkü herkes bilir ki, kainat ve dünya insandan çok daha önceleri vardı.
Feurbach bu soruya hayır derken reddedilemez birr gerçeği, yani bilimi şahit göstermektedir.

Peki inananlar kimi şahit gösteriyor, Allah’ı mı?

Halbuki Allah bırakın insanı, insandan önce yarattığı cinler ve iblis hakkında bile bakın Kuran’da ne diyor;

" Ben onları ne göklerin, ne yerin, hâttâ ne de kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım. Ben yalancıları yardımcı edinecek değilim. Kehf 18/51″

Şimdi Allah karşısında yalancı duruma düşmek istemeyen inananlar şunu samimiyetle itiraf etmelidir. Bu soruya yaratılışı bildikleri için değil, sadece peygamberlere inandıkları için evet demişlerdir.

Soruya asıl cevap veren peygamberler ise ısrarcıdır;

- Evet! Dünyayı, diğer dünyaları ve var olan her şeyi bir tanrı yarattı!

Peki kimdir o yaratıcı tanrı?

Evreni gerçekten O mu yarattı?

Nedir, nerededir?

Yoksa var da biz mi görmüyoruz?

Gerçekten ruh denilen bir şey var mı..?

Bana kalırsa da yok gibi görünüyor ve kimi insanların görünmeyen bir şeyin varlığına nasıl inandıklarını gerçekten anlamıyorum.

Galiba Hayyam doğru söylüyor...

“ Seni aramaktan dünyanın başı dertte
Zengine de göründüğün yok fakire de
Sen konuşuyorsun da biz sağır mıyız yoksa
Hep kör müyüz sen varsın da görünürde.” 3

Görmediğine göre aklın da yoktur diyen Gazali’yi hatırlatıp demagoji yapmayın bana. Eğer bulursanız ve cevap verebilirse, gidip kendisine sorun aklının şimdi nerede olduğunu!

Gerçek şu ki, akıl beynin bir fonksiyonudur ve sağlıklı bir beyin yoksa akıl da yoktur.

Feurbach’ın haklı olduğundan hiç kuşkum yok. İnsanlar ölüm korkusuyla gerçeğe yüz çeviriyor ve olmayan bir Allah’a inanıyorlar.

***

Dip not        Eser               Yazar     Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1         Felsefe Defterleri V. İ. Lenin Sosyal / 1976 Tek kitap    57

2         Felsefe Defterleri V. İ. Lenin Sosyal / 1976 Tek kitap    51

3         Hayyam Sabahattin Eyuboğlu Cem / 1998  Tek kitap    121



2. Yeşil yalanlar

1976, Ankara. Üniversite öğrencisiyim ve kendim gibi materyalist iki arkadaşımla birlikte bir apartmanın bodrum katında yaşıyorum.
Bir akşamüzeri evden telgraf geldi, babam hastaymış. Gittiğimde onu devlet hastanesindeki bir koğuşta yatar buldum. Sordum, kansermiş. Doktorlar Allah’tan ümit kesilmez diyorlardı. Ne demek istediklerini iki ay sonra daha iyi anladım. Geceler boyu başında durmam fayda etmedi ve bir gece sabaha karşı öldü.


Öldüğünde daha kırk iki yaşındaydı. Ağladım mı? Evet ağladım, materyalizm acı çekmeye ve ağlamaya engel değildir.

Kim demiş zaman her derdin çaresidir diye? Günler aylar geçti, acım geçmedi. Babam artık yok öyle mi? Peki ama neden herkes benim kadar üzgün değil?

Aslında nedenini biliyorum. Babam sadece benim gözümde bir devdi, gerçekte fakir bir köy öğretmeni! Ve aklımda çok sevdiği Yunus’un bir dörtlüğü,

“ Bir garip ölmüş diyeler
Üç gün sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin ”

Yaşar amca babamın eski dostu ve teselli etmeye çalışıyor. İyi de benim teselli olacak halim mi var, ateş düştüğü yeri yakmaz mı?
Sözlerini bitirince, Azrail’in bütün hıncını ondan alırcasına bildiğim ne varsa yüklendim. İnandığı sabun köpüklerini bir bir patlatayım da görsün din dediği şu aldatmacayı. Ben konuşurken hep sustu, son bir cümle hariç.

- Haklısın, zaten baban ve bizler de hep bunları anlayabilmek için çalışırdık. Zaten ilahi gerçek de işte bu gerçeğin arkasında saklıdır.

Karşı koyamayacağını mı anladı, yoksa ciddi mi?

Hayır, Yaşar amca şaka yapmaz, yalanı sevmez. Dönerken içimde küçük bir ümit, babam bilmediğim bir yerlerde yaşıyor olabilir mi?

Yoksa bu küçük ümit, iman dedikleri o meşhur yalancı mı?

*

Eve girerken o küçük ümit de benimle birlikte girdi. Yaşar amca ne demek istiyor? Babam gerçekte ölmemiş olabilir mi?

Hayır, hiçbir şey bilmiyorum. Yoksa söz ettiği şey kutsal kitaplarda saklı bir şey mi, biraz okusam mı acaba..?

“ Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır. Nisa 4/136”

İçimdeki öfke yeniden kabardı, sapıttım öyle mi?

Hayır, asla!

Asıl sapıtanlar görmediği bir şeyin varlığına inanan korkaklardır. Madem ki inansak da ölüyoruz inanmasak da, olmayan bir hayale inanarak yaşamaktansa gerçeğe inanarak yok olmayı tercih ederim.

Keşke okumasaymışım. Yalandan bir ümit bile, herkesin taptığı bu anlamsız sözlerden daha güzeldi.

*

Aradan üç yıl geçti. İstanbul’dayım, hastayım ve mutsuzum. Acı hep aynı acı! Derler ya dağlar kadar büyük, kurşun gibi ağır, işte öyle! Ama gariptir, içimde o küçük ümit hâlâ yanıyor.

Dedeyle işte o günlerde, bir yaz gecesi onun evine misafir gittiğimde tanıştım. Diğer dedelere benzeyen sıradan bir dede. Sakallı, namaz kılan ve yaratıcı tanrıdan söz eden. Adet olduğu üzere elini öpüp bir kenara çekildim. Hatır sorma faslından sonra her yaşlı gibi dinden kitaptan söz açtı. Açmakla kalsa iyi, sonra bana döndü;

- Sizce de öyle değil mi?

Bir materyalist olduğumu bildiği halde niye bana soruyor? Galiba beni kullanarak diğer misafirlere gövde gösterisi yapmak istiyor.

Hayır, bence öyle değil diyerek çıplak gerçeği kısaca anlattım. Dede bir an sarsıldı. Baktım diğer misafirler Dedeye bakıyor, Allah’ı galip getirecek bir şeyler söylemesini bekliyorlar.
Biliyorum, söyleyeceklerinin hiçbir maddi temeli yok ve üç cümlede darmadağın ederim. Ya mahcup olup susar, ya da Yaşar amca gibi gerçeğe teslim olmak zorunda kalır. Ama değmez, yaşlı insandır, incinir. Üstelik onun evinde misafirim. Sustum. Birkaç cümle daha eklemeye çalıştıysa da sonra Dede de sustu. Savunmadaki sessizliğin çaresizlik olmadığını anlamış olmalı.

Dönerken içimde başka bir acı;

Bir toplumun yaşlıları, o toplumun birikmiş tecrübesi, yükselen bilgisi demek değil mi? Peki bizde niye böyle değil? Neden yaşlılarımız zamanın bu kadar gerisine düşüyor, neden filler kadar olsun doğal ve öğretici olamıyorlar?

Kuşaklar arasındaki bu uçurum toplum için tehlikeli ve nedenini biliyorum. Aslında bütün bunların suçlusu Allah dedikleri bilinmezliğin ta kendisidir.

Ve ben gecikmiş bir kararı işte o günlerde verdim.

Ey Allah dedikleri görünmez suçlu, seni arayacağım. Ya varsan kendini göstereceksin, ya da yoksan birlikte yok olacağız. Bilesin, başka yolu yok!

*

O gece aklımın bir yanında materyalist gerçek, diğer yanında babamın günlerinde işittiğim eski bir hikaye. Başarabilir miyim..?

“Adamın biri, sabaha karşı abdest alıp iki sokak ötedeki camiye doğru yola çıkmış. Alaca karanlıkta sabah ezanı okunmak üzere olsun, o sırada mahallenin meyhanesi de yeni kapanmışmış. Sarhoş o direk senin bu direk benim eve dönmeye çalışıyor. Derken küçük bir ağacın altında sızıp kalmış. Camiye giden adamcağız yerdeki sarhoşun halini görünce acıyıp yardım etmek, biraz nasihat etmek istemiş.
- Böyle olur mu? Bak ıslanmış, üşümüşsün. Hem sonra içki haram değil mi, evde çocuklar merak etmezler mi?
Saatine rast gelmek derler ya, sözleri sarhoşun hoşuna gitmiş. Sarılmış adamın boynuna;
- Haklısın demiş. Sen artık benim hocamsın, ne dersen yapacağım.
Adam şaşırmış,
- Yok, demiş. Ben hoca falan değilim, sadece yardım etmek istedim. Sarhoş kararlı,
- Olmaz, asla bırakmam!
Adam bakmış namaz kaçıyor,
- Tamam, demiş. Şimdi şu ağacın dalını tut ve ben gelinceye kadar bırakma, gelince konuşuruz.
Nasılsa namaz bitene kadar ayılır, çeker gider. Namaz bitmiş, güneş doğmuş. Dönerken bir de baksa ki, sarhoş ayılmış ama dal elinde hâlâ kendisini bekliyor.”

Demek ki hocanın kim olduğu önemli değil, önemli olan sarhoş olmak ve dalı tutmak. Acaba Dede sağlam bir dal olabilir mi..?

Bir ara durdum; Ben neler düşünüyorum, bu bir delilik...

İyi de Allah’ı arayacağım başka bir yol var mı? Hem sonra materyalist gerçek zaten her şeyin üzerinde değil mi? Evet, gerçeği göz ardı etmediğim sürece başarabilirim, başarmalıyım.

Dede bu düşüncemi açtığımda şöyle dedi,

- Vazgeç, bu iş zordur.

- Hayır, dedim. Kesin kararlıyım.

- Bildiğin her şeyi unutabilir, yeni bir şeyler öğrenmeden durabilir misin? Artık hiç kitap okumamayı başarabilir misin?

Durakladım, bildiğim her şeyi unutmak ve bir daha asla hiç kitap okumamak! Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Sustum, cevap vermeden ayrıldım. Ertesi günü kararımı vermiştim.

- Evet, dedim. Söylediklerinizi yapacağım.

Bu defa O başını önüne eğdi. Sonra iç cebindeki cüzdanından biraz para çıkarıp uzattı,

- Yolun düştüğünde benim için atmışlık iki ampul alır mısın?

*

Galiba iki yıl kadar sonraydı, bir gün söz babamdan açıldı. Nasıl bir adamdı? Anlattım. Yaşar amcayı ve diğer dostlarını da.

- Bu bir tarikat mıydı yoksa?

- Evet, dedim. Yanılmıyorsam Melâmi tarikatı olacak.

Dede yüzünü buruşturarak bir süre sustu.

- Makbul bir tarikat olmadığını söylerler. Bektaşilere benzerler, şeriata pek bağlanmazlarmış. Rahmetli şeyhim onlar için, oldum Melâmi buldum belamı derdi.

Birden kemiklerime kadar titrediğimi hissettim. Dede bunları babam için söylüyor öyle mi? Üstelik de yüzüme karşı..!

Bir ya da iki saniye, yüzüme doğru yükselen sıcak titremeyi tam gırtlağımda yutkunarak durdurdum. Neler olduğunu hissediyorum.

Ey görünmez Allah! Beni kızdırıp kaçırarak kurtulacağını zannetme. Ne yaparsan yap, nereye kaçarsan kaç, seni bulacağım!

*

Tam on yıl! Kitap yok mu, yok. Bilgi, bilgi de yok. Sadece onlar değil, merak ve soru da yok. Kızmak ve eleştirmek de yok.

Peki ya ne var? İş güç, çoluk çocuk, getir götür, bir de Dede. Hepsi o kadar.

Nihayet on yıl sonra bir gün, bir sohbette kısa bir cümle...

- Efendimiz bize en güzel örnektir. Bu örneği yakından tanımak için de hadis dediğimiz sözlerini okumak, anlamak lazımdır.

Anlaşıldı, demek ki artık hadislerden başlayarak okuyabilirim. En kalını hangisi? Daha kalınları da varmış ama param Diyanetin Buhari’den çevirdiği Tecrid-i Sarih’e yetiyor! Buhari on iki cilt ve ilk tercihi iman!

*

Allah’ın Peygambere, Peygamberin de insanlara bildirdiği iman esasları İslam dininde imanın vazgeçilmez altı temel şartıdır. Yani iman sahibi bir Müslüman’ın sözü şudur,

“ - Allah’a,
- Meleklerine,
- Kitaplarına,
- Peygamberlerine,
- Öldükten sonra sonsuz yaşamak üzere vakti bilinmeyen gelecek bir günde tekrar dirilmeye ve o diriliş gününde her insanın iyi veya kötü her yaptığından Allah’ın adaletine hesap vereceğine,
- Kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıp iman ettim.” 

Sonra da bu inancımızın doğruluğuna şahitlik ederiz,
“ Eşhedüenlâilâhe illallah…” Yani,
“Allah’tan başka inanılacak ilahlar olmadığına ve Muhammet’in Onun peygamberi olduğuna şahitlik ederim. ”
Yukarıdaki cümle İslam dininde kelime-i şahadet olarak bilinir.

Şahadet bir varlık ya da olayı görüp şahitlik etmek, şahit ise bir varlık ya da olayı gören demektir. Peki şahitlik edenler Allah’ı görmüş, ya da Allah’ı gören birini duymuşlar mıdır?

Ben görmedim. Diğer inanışları pek bilmiyorum ama Müslümanlar arasında göreni de duymadım.

Acaba peygamberler görmüş müdür Allah’ı? Esasen bize Allah’ı onlar anlatmışlardır ve böyle bir soruyu da ancak onlar cevaplayabilirler. Haz. Musa ve Tevrat’la başlıyorum. Bakalım Musa görmüş mü?

“ Ve Musa dedi ; Niyaz ederim bana kendini göster. Ve Rab dedi ; Yüzümü göremezsin! Çünkü insan beni görüp de yaşayamaz. Fakat, işte yanımda bir yer var ve sen kaya üzerinde duracaksın. Ve vaki olacak ki, izzetim geçtiği zaman seni kayanın bir kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar elimle seni örteceğim. Ve elimi kaldırdığımda arkamı göreceksin, fakat yüzüm görülmeyecek! Çıkış 33/18”

Ya Haz. İsa?

“Allah’ı hiçbir zaman hiç kimse görmemiştir, Onu, Baba’nın kucağında olan biricik oğul bildirdi. Yuhanna 1/18”

Ya Haz. Muhammet, O görmüş müdür acaba Allah’ı?

Eşi Haz. Ayşe hayır diyor;
“ Her kim Peygamber Allah’ı baş gözü ile gördü derse, büyük bir yalan söylemiş olur.” 1

Aynı soruyu Peygambere yakın dostu Ebu Zer bizzat sorar,
“ - Rabb’ini hiç gördün mü?
İşte cevabı;
- Nurdur, nasıl görebilirim!” 2

Sonuç olarak, Allah’ı görmek konusunda tüm peygamberlerin aynı sözü söyledikleri ve hiçbirimizin Allah’ı görmediği, göremeyeceği artık anlaşılmıştır.

Şu halde nedir şahadetin aslı? Mademki Allah’ı kimse görmemiştir ve melekleri de bilinmez, peygamberler ve kitaplar hakkında ihtilaf, yeniden dirilmek konusunda da şüphe vardır, söyler misiniz bu nasıl bir şahitlik ve bu nasıl bir imandır?

Yoksa iman ettik diyen biz insanlar, küçük yeşil yalanlar söyleyen masum yalancılar mıyız?

Halbuki özellikle Müslümanlar iyi bilirler ki, Peygamber için yalancı şahitlik konusu önemlidir. Şöyle diyor;

“ - Kim yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, Allah o kimsenin ibadetlerine iltifat etmez.” 3

Ve devam ediyor,

“ Sözünde ve işinde doğruluğu prensip edinen kimse sadıklardan olur. Yalancılık ta insanı kötülüğe sürükler. O kimse ki yalanı iş edinmiştir, nihayet Allah divanında yalancılar defterine yazılır.” 4

Şimdi Allah için söyleyin; Ben Allah’ı görmedim ve yok dedim, başka biri de görmediği halde var dedi. Söyleyin, hangimiz yalan söylemiş oluyor?

Peygamber bu küçük yeşil yalanları yaşarken kendisi de görmüştür ve uyarıyor;

“ - ( Putlara tapmaktan ve yalan sözden de kaçının. Hac 22/30) ayetini okumuyor musunuz? Yalan şahadet Allah’a eş koşmakla bir tutulmuştur.” 5

Hâttâ Peygamber inanmadığımız halde inanıyor, bilmediğimiz halde biliyor gibi göründüğümüz bu hallerimiz için öylesine üzülmektedir ki! Bakın dostlarından biri neler anlatıyor;

“Peygamber bir gün,
- Büyük günahların en büyüğünü size bildireyim mi? buyurdu.
- Evet, bildir ey Allah’ın resulü, dedik. Bir daha sordu, sonra bir kere daha sordu ve dayandığı yerden doğrulup,
- Allah’a eş koşmaktır, anaya babaya kötü davranmaktır! buyurdu. Sonra da,
- İyi dinleyin! bir de yalan yere şahadettir! buyurdu.
Peygamber dalmış gitmiş, durmadan son söylediğini tekrar ediyorıÜüdu. O kadar çok tekrarladı ki, biz kendisine acıyarak içimizden, keşke sussa diyorduk.” 6

Kim bilir, belki de o sırada içinden şunlar geçmekteydi;

“Ağızları kalplerinde olmayanı söylüyor. Halbuki Allah onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir. Al-i İmran 3/167”

*

Peygamber sanki kabul edebileceğim şeylerden söz eder gibi görünüyor öyle değil mi..?

Evet ama, yine de kimin neye şahit olduğunu henüz anlamış değilim, materyalist gerçeği gözden uzak tutmamalıyım.

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 34
2 Sünen-i Tirmizi / Tefsir Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Necm 3278
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 253
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 146
5 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 6 470
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 68



3. Bilim ve din I

Dünyayı bir Tanrı mı yarattı?

Evet..!

Tuhaf, peygamberler kendileri de görmedikleri halde bu soruya nasıl evet diyebiliyorlar?

Bence bazı insanların tanrıya inanmıyor olmasının nedeni bu tuhaflıktır ve kolay anlaşılır bir cevabı da yoktur. Dinler tarihinde bu tuhaflığın başka bir adı sırdır.

Bazılarımız bu sır duygusunu sever. Onlara göre bu durum din kavramının tabii bir gereğidir. Yine bu ezeli sır karşısında kimilerimiz çaresiz, kimilerimiz umursamazdır. Peki ama ya bilim? Bilim insanlık onuru adına sırrın ezeli düşmanıdır ve hayır diyerek haykırır;

“ Maddi varlıklardan ibaret olan şu evrende bilinemeyecek tek bir şey bile olmadığı gibi, insanın bilme yeteneğinin de sınırı yoktur. Bu nedenle ilke olarak kabul edilebilir ki, mutlak gerçek tüm olarak bilinebilir. Bireylerin veya kuşakların bilgi seviyelerinin çeşitli koşullarla sınırlı olması bu gerçeği değiştiremez.” 1

Bilimin gözünde pek çoğumuz bilmediğimiz şeylere inanmakta, ibadet diyerek bilmediğimiz gariplikler yapmaktayızdır. Bazılarımız bu durumu iman adına kabullenirken, bazılarımız da bilimin bu uyarısı ile gerçek adına isyan etmekte ve sormaktadır,

- Bizim tanrımız sır, dinimiz bilgisizlik mi olmalıdır? Tanrının bizden istediği bu karanlık bilgisizliğe inanmamız mıdır..?

Bilim ve Dinin ne zaman başladığı bilinmeyen, ancak günümüzde de hâlâ devam eden ezeli kavgalarının nedeni kısaca budur.

Ancak içinde yaşadığımız 21. yüzyılda bu kavganın artık sona yaklaştığı, kazanacak tarafın belli olduğu anlaşılıyor. Din tarafından son olarak Orta çağda engizisyona çekilen ve yakılan bilim dirilmiş, sonra gittikçe büyüyerek dinin bütün kalelerini bir bir ele geçirmeye, mensuplarını yerden yere vurmaya başlamıştır. Ezeli düşmanı dinin hastalarını bile o iyi etmekte, evliyalar gibi gök yüzünde uçmakta, hâttâ daha düne kadar nur zannettiğimiz aydan hatıra taş parçaları getirmektedir. Kahinler gibi olacak bazı şeyleri önceden haber vermekte, cinler gibi binlerce kilometre uzakta konuşulan fısıltıları dinlemektedir. Kılıç ve mızrak gibi eski silahlarını atmış, artık düşmanlarını gözle görülmeyen, elle tutulmayan silahlarla yok etmeye başlamıştır.

Her ne kadar kimi inanırlar bugün hâlâ karşı koymaya çalışıyorlarsa da söyledikleri eskilerin bir tekrarı olmaktan öteye gidememekte, adeta bir ejderhaya dönen bilim karşısında din gittikçe yok olmaktadır. Bu manzara, bilimin ibret verici intikamıdır.

Bilimin olanca öfkesiyle yüklendiği ve yok etmekte olduğu dinlerden biri de son din İslam’dır ve doğrusunu isterseniz diğerlerinden daha iyi durumda olduğunu da hiç kimse söyleyemez. Aksine, belki daha kötü durumda olduğu bile söylenebilir.

Bugün dünyadaki her Müslüman diğerlerinden daha iyi Müslüman olduğunu iddia etmekte, bilimden ödünç aldıkları eski silahlarla birbirlerini vururken bilimin kafirlerine beddua etmektedirler. Artık hiç anlamadıkları kutsal kitaplarını bile düşmanları bilimin bilgisayarlarında yazıp basmakta, bilimsel verilerle açıklamaya çalışmaktadırlar. Gerçekte Müslümanların durumu daha kötü, hâttâ acıklı bile sayılabilir.

Aslında bilime inanan bir materyalist olarak bundan memnun olmam gerekirdi, ama değilim. Çünkü görünmez Allah’ı arıyorum ve buluncaya kadar da ön yargısız bir düşünceyle tarafsız olmak zorundayım.

Hiç düşündünüz mü bilim ve din arasındaki bu kavga hakkında Son Peygamber ne düşünürdü acaba? Şüphesiz en iyisi kendisine sormak,

“ Kim ilim öğrenmek için bir yola girse, cennete giden yollardan birine girmiş demektir. Melekler memnun olarak onu kanatlarıyla örterler. Gökyüzü ve yerde olanlar ve hâttâ denizdeki balıklar, âlim için dua ederler. Âlimin ibadet ehline üstünlüğü, dolunaylı gecede ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler para pul değil, ancak ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasip elde etmiş demektir.” 2

“Yok edilmeden önce, şu din denilen ilmi öğrenmeniz gerekir. Bu yolda âlim ve talebe sevapta ortaktırlar. Öğretici veya öğrenici olmayan diğer insanlarda hayır yoktur.” 3

Ya her şeyin yazılı olduğu söylenen Kuran ne diyor bu konuda?

“ De ki, Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Zümer 39/9”

“ Hayır, hayır! İş sizin bildiğiniz gibi değil. Keşke görürcesine, kesin olarak bilmiş olsaydınız. Tekasür 102/5”

“ İkişer olmuş bir sekiz! Koyundan iki, keçiden iki. Deveden iki, sığırdan da iki. Ne anlama geliyor bu sözler? Madem gerçeklerden söz ediyorsunuz, hadi bunu da açıklasanıza! Enam 6/143”

Hayret! Görüyor musunuz Allah ve Peygamberi de sık sık bilgiden ve bilginin öneminden söz ediyorlar değil mi?

Ama hayır! Daha önce defalarca aynı tuzağa düşen bilim bu defa son derece tedbirli ve son derece kendinden emindir. Hayır, der.

“ Dinin söz ettiği bu bilgi, bilimin söz ettiği bilimsel bilgi değildir. Bilgi, maddi gerçeğin insan beynindeki bir yansıması, bir görüntüsüdür. Elmanın aynadaki aksi elma olmadığı gibi, bu görüntü de asla maddenin kendisi değildir. Bilgi, insana gökten inme esrarlı bir vergi değil, çevresindeki maddi âlemi gözleyip inceleyen insanın elde ettiği bir başarıdır. Bilimsel bilgi; hangi konuda olursa olsun, ancak gözlem, deney ve hesaplamalar sonucu elde edilen ve doğruluğu ispatlanmış olan sonuçlardır. Özetle, bilgi ile görünen şu maddi âlem arasında aşılamaz hiçbir sınır yoktur ve tek bilgi kaynağı maddi evrendeki varlıklar ve olaylardır.
Dinin söz ettiği bu bilgi, hiçbir maddi temele dayanmayan ve aslı olmayan bir hayalden ibarettir. Doğada sağlam ve sağlıklı şeylerin yanı sıra çürük ve hastalıklı şeyler de olabildiği gibi, din duygusu da insanın gördüğü âlemden elde ettiği çarpıtılmış bir görüntüden başka bir şey değildir. Dinin kimi zaman zor bile kullanarak inanılmasını istediği bu bilgi, gerçekte kapkaranlık bir bilgisizlikten başka bir şey değildir.” 4

Doğrusunu isterseniz bilim bu itirazında pek de haksız değil gibidir. Birçok yerinde,

“ Biz ayetleri, gerçeği apaçık bilmek isteyenler için iyice açıklamışızdır. Bakara 2/118” diyen Kuran, başka birçok yerinde ise;

“ Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları Ondan başkası bilmez. Enam 6/59” demektedir.

Peygamberden aktarılan bir hatırada bir arkadaşı şöyle diyor;
“ Ey Allah’ın Resulü, dedim, varlığı yaratmadan önce Allah nerede idi? Bana şu cevabı verdi, El-amâ’da idi.” 5

Gariptir ama gerçekten Arap dilinde el-âmâ koyu karanlık, gayb da bilinmeyen demektir. Yoksa bilim haklı mı?

Yine Kuran’ın bazı sureleri, Elif-Lam-Mim, Ya-Sin, Ha-Mim, Elif-Lam-Mim-Ra gibi anlam verilemeyen harflerle başlamakta ve Müslümanlar Hurûf-u mukattâ (Kesik harfler) adını verdikleri bu harfleri şu cümlelerle açıklamaktadırlar.
“ Bunlar ilahi birer şifre, Allah’ın Kuran’daki sırrıdır.”

Bu konuda ilerici düşünceleriyle tanıdığımız Muhiddîn-i Arabi bile bir yerde;
“ Bir şeyin sonunun, başka bir şeyin başlangıcı olduğunu görmüyor musun? İnsan niçin cahil kalsın? En doğru haber, insanın anlayış ve düşüncesidir.” (6) dediği halde, başka bir yerde o da sırra teslim olmakta ve şöyle diyebilmektedir;
“ Doğruluğu kesin bir hadiste bildirildiğine göre, arkadaşları bir gün Peygambere sordular,
- Öğle namazının dört, akşam namazının üç rekat olmasının nedeni nedir? Neden öğleyin içimizden okuruz da, akşam duyulacak bir sesle okuruz bize anlatın!
Peygamber efendimiz sustular ve bu soruya cevap veremediler. Onun bu soruya cevap verememesi, bu konularda kendi arzusu ile hareket etmediğini, sorulan şeylerde bir gizlilik bulunduğunu gösterir.” 7

Gerçi dindeki sırrı anlatmak için bu kadar çok söz söylemeye, bu kadar uzağa gitmeye gerek yoktur. Herhangi bir camiye gidip imamı dinleyin, namazın sonunda duyarsınız.

- Bi sırr-ı suretü’l Fatiha!

Yani, her namazda okunan Fatiha bile bir sırdır.

Görüldüğü gibi gerçekten ortada bir sır, bir bilinmezlik, bir karanlık var gibidir ve bilime hak vermemek mümkün değildir.

Ne var ki, neredeyse bilime hak vermek üzereyken Haz. Ali’den anlatılan bir hatıra beni durduruyor.

“Haz. Ali’ye, Ya emir! Rabb’ini gördün mü? diye sordum. Görmediğime kulluk eder miyim, buyurdular ve şöyle devam ettiler. Onu gözler görmez, gönüller görür.” 8

Bu görüş sadece Haz. Ali’ye ait olsa neyse, işin garibi Kuran da aynı görüştedir.

“ Gözler onu görmez. Oysa ki O, bütün gözleri görür. Enam 6/103”

“ Şu bir gerçek ki, kafadaki gözler kör olmaz ama gönül gözleri kör olur. Hac 22/46”

Gönül gözünü anlamadım. Ama anlıyorum ki doğru iz üzerindeyim ve görmediğime kulluk etmemekte haklıyım.

*

Bilim ve din arasındaki bu kavgada ben hâlâ tarafsızım ve din duygusu benim için hâlâ sırdır.
Ve İslam hadis tarihinde sırdan söz eden tanınmış bir isim var;
Ebu Hüreyre!
Neler söylüyor hiç duydunuz mu?
Söylediği şeyler arasında, bize hiç anlatmadıkları garip şeyler olduğunu biliyor muydunuz..?

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Diyalektik Materyalizm Afanasiev Sol / 1978 Tek kitap 15
2 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 1 385
3 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 1 394
4 Diyalektik Materyalizm Afanasiev Sol / 1978 Tek kitap 80
5 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 1 317
6 M. Arabi Fütuhat-ı Mekkiye Selahaddin Alpay Şakir Hoca / 1980 Tek kitap 18
7 M. Arabi Tasavvuf Yolu Selahaddin Alpay Sümer / 1973 Tek kitap 34
8 Nehc’ül Belaga Abdülbaki Gölpınarlı Der / 1999 Tek kitap 47

4. Dinlerin sırrı

Son Peygamberden aktardığı 5374 hadis ile en çok hadis rivayet eden yedi kişinin başında gelen Ebu Hüreyre şöyle diyor;

“ Peygamberden iki kap dolusu ilim belledim. Bunlardan birini açığa vurup söyledim. Diğerine gelince, onu söyleyecek olsaydım benim boynumu vururdunuz!” 1


Ebu Hüreyre Son Peygamberin ilminden haber vermektedir ve hadisin altında verilen açıklamada şöyle denir;

“ Ebu Hüreyre’nin açığa vurduğu ilmin ne olduğu aktardığı hadislerden bellidir. Acaba sakladığı neydi? Bazıları; İleride Müslümanların başına gelecek karışıklıklara ait Peygamberin haber verdiği bilgiler idi derler. Bazıları da; Peygambere duyulan sevgi ve yakınlığın bir sonucu olarak sadece ilim ve irfan ehlinin vakıf olduğu, yabancı olanların idrakinden saklı kalmış esrarlı bir ilimdir, derler. Doğrusunu Allah bilir.”

Doğrusunu Allah bilir ama, Ebu Hüreyre’nin bu sözü ile Peygamberin haber verdiği karışıklıkları kastettiğini kabul etmek de imkansızdır. Çünkü Ebu Hüreyre toplumsal karışıklıklara ait bu bilgiyi saklamamış ve korkmamıştır. 2

Yoksa bu sakladığı, bazılarının dediği gibi esrarlı bir sır mı?
Ebu Hüreyre, “ İki kap dolusu ilim belledim.” diyor. Hepsini aynı kapta niye toplamıyor dersiniz? Açıkça anlaşılıyor ki iki farklı ilimden söz etmektedir, birbirine benzemeyen iki ayrı ilimden! Sonra da şöyle diyor; “Diğerini söyleyecek olsaydım benim boynumu vururdunuz!”

Son Peygamberin yanında savaşırken, siyasi iktidarları uyarıp eleştirirken korkmayan Ebu Hüreyre’nin, hele hele ilmi bir konuda başından korktuğu kabul edilebilir mi? Peygamberin, benden bir ayet olsun halka ulaştırınız dediğini bize aktaran yine o değil miydi..?

Yoksa başka bir şey mi anlatmak istiyordu? Öyle ya, hiçbir suç işlememişken öldürülmekten niye korksun? İlimden bahsetmek suç mu? İslam da boş yere adam öldürmek var mı?

Şu halde bakalım bir insanın boynu ne zaman vurulabilirmiş?

“ Peygamber şöyle buyurdu ; - Allah’ın birliğine , benim de onun bir peygamberi olduğuma inanan her Müslümanın kanı haramdır. Ancak şu üç şey müstesna. Masum bir canı öldürürse, evlendikten sonra zina ederse ve İslam dininden dönerse. ” 3

Söz ettiğimiz bu hadisin gerçekliği, bunu yalanlayan başka bir hadisin varlığı nedeniyle (4) bugün tartışılıyor olsa da önemi yok. Zira Ebu Hüreyre bu sözleri söylediği günlerde evlidir, çocukları vardır ve zina işlememiştir. Adam da öldürmemiştir. Şu halde söylediği de sakladığı da dindendir ve Ebu Hüreyre’nin neden korktuğu artık belli olmuştur. Şeriat! Suçu; Dinden dönmek!

Ebu Hüreyre, şeriatın öneminden ve dinin sırlarından söz etmektedir.

*

Şeriattan ve boyun vurmaktan söz ettiğim bu noktada sn Yaşar Nuri Öztürk başka bir hatıra anlatıyor. Biraz acıklı bir hatıra;

“ Ebu Abdullah Hüseyin bin Mansur, yada bilinen adıyla Hallac-ı Mansur. 858 de İran’da Tur kasabasında doğdu. Hallacın yaşadığı yıllar, İslam dünyasının bütün yaratıcı aktivitelerde en ileri olduğu devirdir.
Tefsir, fıkıh ve kelam konusundaki birçok otoritenin yanı sıra ünlü Kütüb-i Sitte müelliflerinden Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace, Hallacın çocukluk ve gençlik yıllarına rastlarlar. Hatta Nesai, Hallac ile adeta yaşıttır.
Tasavvuf denince, akla Hallac’ın yaşadığı o devir gelir. Seri-es Sakati, Cüneyd-el Bağdâdi, Bayezid-el Bistâmi, Zünnun-el Mısri, Sehl bin Abdullah et-Tüsteri, Ebu Said el Harraz, İbrahim el Havvas, Amr bin Osman el Mekki, Yusuf bin Hüseyin er Razi ve daha niceleri. Hallac’ın bu isimlerden bir kısmıyla şöyle veya böyle, uzun veya kısa sohbeti vardır. Bazıları onun hocası, bazıları ise talebeleridir.
Zenc isyanı patlak verdiğinde henüz 11 yaşındaydı. Hallac’ın, Afrika’nın çeşitli yörelerinden toplanan ve köle gibi çalıştırılan zencilerin başlattığı, zamanla toplumun tüm ezik ve kırgın kesimini, özellikle de Şii kitleyi peşine takan Zenc isyanına ilgisiz kaldığı söylenemez. Zenc isyanı 14 yıllık bir mücadeleden sonra 883 de bastırıldı. Ancak birkaç yıl sonra, Zenc isyanının bir devamı olarak yüz yıl sürecek Karmati hareket başladı ve İslami adaleti amaçlayan mistik sosyalist bir hareket olarak yayıldı.
Hallaç, kendisini mahkum eden Sünni Abbâsiler tarafından Karmatilikle suçlanmış, Sünnilere saldırmak hevesindeki Şiiler tarafından da Şii olarak gösterilmek istenmiştir. Gerçek şu ki Hallaç ne Şii’dir ne Sünni, ne de başka bir mezhepten. O sadece Hallaç’tır.
Basra’da iken evlendi. Üçü erkek biri kız dört çocuğu oldu. Cüneyd-el Bağdâdi ile burada tanıştı. Sonra Mekke’ye gitti. Orada kaldığı bir yıl boyunca ibadet ve riyâzetin yanı sıra, özellikle Horasandan gelen ve yeni Müslüman olan Türklerle ilgilendi. Onlara görüşlerini aktardı. Bir yıl sonra Basra’ya geri döndüğünde çarpıcı tavrı dikkat çekmeye başladı. Düşmanları arttı. Eşi ve ailesinin ısrarı ile Tüster’de iki yıl geçirdi. Sonra Basra’daki Müslüman Türklerin aracılığı ile Türkistan’a doğru, beş yıl süren uzun bir yolculuğa çıktı. Türklerin İslam’a girmesini ve dini tasavvuf penceresinden seyretmelerini sağlayan ilk öğretmenleri şüphesiz Hallaçtır. Beş yıl sonra döndüğünde aleyhindeki düşmanlık artmıştı. Sevenleri ise onu Hallac-ül Esrar diye anıyorlardı.
Ertesi yıl dört yüz müridi ile ikinci haccına gitti. Döndüğünde ailesiyle birlikte Bağdat’a göçtü. İki yıl sonra Onu bu defa Hindistan yollarında görüyoruz. Beş yıl süren yolculuğunun dönüşü yine Türk illeri üzerinden oldu.
908 yılında, elli yaşlarında iken üçüncü haccına gitti. Dönüşünde ağzının bentlerini yıktı, sansürü kaldırdı ve o meşhur sözünü söyledi :
- Ene’l Hak!
Yani; Ben hakkım!
Kendisine yapılan uyarı ve tehditlere şöyle cevap veriyordu ;
- Öldürün beni ey Müslümanlar. Öldürün ki, siz mücahit olasınız ben de şehit ! Ve şöyle dua ediyordu;
- Allah’ım, herkesi bağışlayıp affet. Ama beni değil! Bana nasıl istersen öyle muamele et.
910 da Hallaç ve bağlıları Karmati ajanı olarak suçlanmaya, müritleri yavaş yavaş tutuklanmaya başladılar. Kendisi saklanmak zorunda kaldı. 911 yılında bir kadının ihbarı ile Sus şehrinde yakalandı. Vasıt valisi Hamid tarafından Bağdat’a gönderildi ve günlerce sabah akşam halka teşhir edildi. Sonra hapse konuldu. Tam tamına 8 yıl, 7 ay, 8 gün. Hapishanede yazmaya devam etti. Vali Hamid’in dümen suyunda gidecek Hanefi bir kadı ile zındıkların tövbesini kabul etmeyen maliki mezhebinden bir kadı başkanlığında mahkeme kuruldu. Ene’l hak tartışılmadı. Mahkeme heyeti Vali Hamid’in baskıları altında, aşkı sadece etten ibaret zanneden bir görüşten hareketle Hallacı zındıklıkla suçladı. Yani, dinden dönmekle ve sapmakla !
Mahkeme uzun sürdü. Ancak sonuçta ölüm fermanı imzalandı. Hapishanede son ziyaretçileri İbn-i Ata ile ünlü Hafif eş-Şirazi oldu. Vali Hamid, Fermanı onaylamakta tereddüt eden Halifeye şöyle diyordu;
- Ey müminlerin emiri! Bu adam yaşarsa şeriatı değiştirir ve saltanatınızın yıkılmasına sebep olur.
Şeriat saltanatla eşitlenmişti ve idam fermanı onaylandı. Hallacın idam şekli insanlık tarihinin en ibret verici derslerinden biridir. 26 Mart 922 de 65 yaşında iken Horasan kapısına getirildi. Saçı sakalı beyazlamıştı. İki rekat namaz kıldı ve şöyle dua etti;
- Allah’ım! Şu topluluk senin kullarındır. Dinleri yüzünden ve sana hoş görünmek ümidiyle beni öldürüyorlar. Onları affet! Bana açtıklarını onlara da açsaydın, veya onlardan gizlediğini benden de gizleseydin bu hal başıma gelmezdi. İstediğin şeyler için sana hamd olsun.
Vali Hamid darağacının yanındaydı. Hallac’ın yanına gidip şöyle dedi;
- Seni elime düşüren kudrete hamt ediyorum ey Allah’ın düşmanı. Söyle bakalım, nasılmış insanlara elini ayağını öptürtüp, efendim sultanım dedirtmek!
Hallaç da ona ;
- Yaklaş ey soysuz, yaklaş da dinle! dedi ve bazı mısralar okudu.
Cellat önce kırbaçladı. Sonra alnına vurdu. Burnundan oluk gibi kan geldi. Sonra da kasaplık bir hayvan gibi doğrandı. Önce sağ eli ve sol ayağı sonra da sol el ve sağ ayağı, ve nihayet boynu vuruldu.
Şıbli onun doğranmış cesedine bakarken şöyle inledi;
- Ben sana sırları halka açma demedim mi?” 5

Hallac’ı dilim dilim doğrayanlar bu hakkı nereden alıyorlar dersiniz? Dediklerine göre Kitapta yeri varmış;

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki cezalarıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır. Maide 5/33”

Okuyanlar ayeti ve düzeni nasıl anlamışlarsa, sürgünü kafi görmediler. Ebu Hüreyre’nin korktuğu, yıllar sonra Hallac’ın başına gelmişti.

*

Tam burada sözü şeriata bırakmak belki daha doğru olurdu. Ancak ne var ki gerek Hallac’ın kendisi, gerekse arkasından ağlayan Şıbli, yine sırdan ve esrardan söz etmektedirler.

Ancak nasıl bir sırdır bu sır ki Ebu Bekir bilir, Ömer bilir, Ali bilir, Osman bilir, Huzeyfe, Ebu Hüreyre, Hallac, Şıbli bilir, Muhiddin-i Arabi, Bayezid el Bistâmi, Cüneyd el Bağdâdi, Mevlâna, Yunus bilir. Daha uzaklarda Konfiçyus, Budha ve kim bilir bilemediğimiz kaç kişi daha!

Hiç böyle sır olur mu? Hayır, bu bir sır değildir ve esasen olmamalıdır. Çünkü dinde sır yoktur!

Kim diyor? Peygamberler bizzat kendileri. İşte Haz. İsa’nın sözleri;

“ Keşfedilmek için değilse gizli bir şey yoktur. Ve aydınlığa çıkmak için değilse, saklı bir şey yoktur. Markos 4/22”

Ya Son Peygamber?

Bir gün eşi Haz. Ayşe’ye şunları söylüyordu;
“ Her kim sana, Muhammet Allah’ın gönderdiği İslam ilminden bir şey sakladı derse, muhakkak yalan söylemiş olur. Çünkü Allah bana; Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilenlerin hepsini bildir, diye emretti.” 6

Peygamberin bu konudaki başka bir konuşmasını vahiy katiplerinden Haz. Muaviye şöyle hatırlıyor;

“Bana vahiy olunan din ilmini tebliğ ederken, kimseyi kayırdığım veya kimseden bir şey sakladığım yoktur. Hak tarafından ne bildirilmişse herkese aynısını söylüyorum. Ancak sözlerim farksız olmakla birlikte, insanların anlayışı farklı farklı oluyor. Ben sadece dağıtıcıyım, veren ise Allah’tır. Ve Allah her kimin hayrını isterse, ona dinde büyük bir anlayış verir.” 7

Görüldüğü gibi Haz. İsa gibi, Son Peygamber de böyle bir sır olmadığını söylemektedir.

Şimdi anlaşılıyor ki sır yoktur diyenler de, sır vardır diyenler de haklıdırlar. Sır yoktur, çünkü her şey söylenmektedir. Sır vardır, çünkü bazıları anlamıyor.

Dinlerin büyük sırrı, insanın anlayışsızlığıdır. Nitekim Peygamber bunu iyi biliyor olmalıdır ki veda haccında;

“ - Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyiniz!” sözleriyle başlayan tarihi konuşmasını şu cümlelerle bitirmektedir.
" - Sözlerimi, burada bulunanlar bulunamayanlara iletsinler! Ola ki kendilerinden daha anlayışlı birine iletmiş olurlar." 8

Sanki din kavramı bizim için kilitli bir kapı, anahtarı da anlayışımız gibidir. Belki de bunun içindir ki, Son Peygamber kendisine hizmet eden çocuk yaştaki yeğeni Abdullah’a bir gün şöyle dua ediyordu. Abdullah bin Abbas kendisi anlatıyor;

“ Peygamber bir gün helâya gitmek istedi. Ben de temizlenmesi için su götürüp bıraktım. Suyu görünce, 
- Bunu kim getirdi? diye sordu. Söylediler. Bunun üzerine, 
- İlahi! Onun anlayışını artır, diye dua buyurdu.” 9

Oysa Peygamberin sözleri sadece dua değil, Kuran’da bir ayetti;

“ Allah kimin hayrını isterse ona hikmet verir. Ve kime hikmet verilmişse, büyük hayır verilmiş demektir Bakara 2/269”

Hikmet mi? Hikmet, herkesin bilmediği gizli bilgi demekmiş.
Hiçbir şey saklanmadığına göre, hikmet dedikleri bu gizli bilgi sakın kendi anlayışımızda gizli olmasın?

Sanırım şu anlayış meselesini iyice gözden geçirsem iyi olacak.

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 117
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 451
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 266
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 8 224
5 Hallac-ı Mansur ve eseri Yaşar Nuri Öztürk Yeni boyut / 1996 Tek kitap 18
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 11 90
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 77
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 403
9 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 135



5. Anlayış mertebeleri

“ Rabb’iniz Allah hakkındaki şu anlayışınız yok mu? İşte sizi o perişan etti. Bu yüzden hüsrana düşenlerden oldunuz. Fussilet 41/22”

Kimdir o Allah hakkındaki anlayışı yüzünden perişan olanlar?
İnananlara sorarsanız, görmediğine inanmayan biz materyalistlerizdir.


İyi de bu büyük bir haksızlık değil mi? Normalde görmedikleri hiçbir şeye kendileri de inanmadıkları halde, söz konusu Allah olunca nasıl inanıyorlar? Hadi inanıyorlar, nasıl oluyor da bu gariplikten dolayı bir de anlayışlı ve cennetlik olmuş oluyorlar?

Hayır, bu hiç normal değil. Bu anlayış meselesinde bazı yanlışlıklar var ve tartışacağız. Nereden başlayalım? Örneğin, bin beş yüz yıldır cahil ve anlayışsız olmakla suçladığımız Mekke’nin cahilleri olabilir mi? 

*

Ebu Hüreyre’nin Peygamberden işittiği bir söz var,

“ Amr, Huzaa kabilesinin büyük babasıdır ve ben Amr’ı Cehennemde bağırsaklarını sürükler bir halde gördüm. Çünkü o, develeri salma adak yapanların önderi idi.” 1

Peygamberin cehennemde sürünen bağırsaklarla ne anlatmak istediğini henüz bilmiyorum ama, söz ettiği Amr önceki putperest dönemin ileri gelenlerindendir ve tanıyabilmek için biraz gerilere gitmek gerekiyor. Anlatan Peygamber yine bizzat kendisi;

“ Haz. İbrahim, eşi Sara’nın kıskanıp istememesi üzerine Hacer'i ve oğlu İsmail’i Filistin’den alıp bugünkü Mekke şehrinin olduğu vadiye getirdi. O zamanlar ne Kabe vardı, ne de Mekke şehri. Onları biraz yiyecek ve biraz su ile şimdi Kabe’nin bulunduğu yerde büyük bir ağacın altına bıraktı. Ayrılırken Hacer sordu,
- Bizi burada bırakıp gitmen Allah’ın emri midir? İbrahim,
- Evet, dedi. Hacer,
- Öyle ise Allah bizi korur! dedi.
İbrahim gittikten bir süre sonra Hacer'in yanındaki yiyecek ve su bitti. Hava çok sıcaktı ve çocuk ağlamaya başlamıştı. Hacer biraz su veya su isteyebileceği bir insan bulmak ümidiyle, çocuğu bırakıp biraz ilerideki Safa tepesine çıktı. Etrafa bakındı, hiç kimse yoktu. Tepeden inip koşarak vadiyi geçti ve Merve tepesine geldi. Tekrar çevresine bakındı. Yine kimseleri göremedi. Bu telaşlı geliş gidiş yedi defa tekrar etti. Merve’ye yedinci çıkışında, oğlu İsmail'in yanında topuğu ile toprağı kazan bir melek gördü. Melek toprağı atıp zemzem suyunu çıkardı. Hacer içti, çocuğunu emzirdi. 

Bu sıralarda Keda dağı üzerinden gelip yakınlarda konaklayan bir yolcu kafilesi, yakınlarda döne döne uçan kuşları görünce meraklanıp gözcü gönderdiler. Daha önceleri su bulunmadığını bildikleri bu yerde su bulunduğunu görünce, orada yerleşmek için Hacer'den izin istediler. Hacer'in istediği de esasen bu idi. İzin verdi. Böylece Cürhümiler Mekke civarına yerleştiler. 

İsmail büyürken, Cürhümilerden Arapça öğrendi ve gençlik çağına gelince onlardan bir kızla evlendi. Hacer 90 yaşında öldü ve Kabe yakınlarındaki Hicr’e defnedildi. İbrahim ise sık sık gelip kendilerini yokluyordu. Bir gelişinde oğluna,
- İsmail, Allah bana büyük bir iş emretti. Şu tepede bir ev inşa edeceğiz ve sen bana yardım edeceksin, dedi.
Baba oğul böylece Kabe’yi inşa ettiler. İsmail taş getirir, İbrahim örerdi. Binanın duvarları biraz yükselince, İbrahim Ebu Kubeys dağından getirdiği bir kara taşı, bir işaret olarak köşeye koydu ve üzerini örmeye devam etti. Yapı bitince,
- Ey Rabbimiz! Emrin üzerine, yardımınla yaptığımız şu hayırlı işimizi bizden kabul buyur. Şüphesiz sen dualarımızı çok iyi duyar ve niyetlerimizi çok iyi bilirsin, diyerek dua ettiler.

İbrahim daha sonra, şimdi Makam-ı İbrahim olarak bilinen ve iskele olarak kullandığı taşın üzerine çıkıp dört bir yana doğru,
- Ey insanlar! Rabbiniz bir ev inşa edilmesini ve o evi ziyaret etmenizi istedi. Rabbinizin bu davetine uyunuz! diye bağırdı.

Sonra Cebrail İbrahim’e Haccın nasıl yapılacağını öğretti. Onlarda halka öğrettiler. Böylece dört bir yandan gelen insanlar Kabe’yi ziyarete başladılar. İbrahim daha sonra Şam tarafına döndü ve orada vefat etti.” 2

Son Peygamber buraya kadar anlatmıştır ama hikayenin devamı da var ve yazılı tarih anlatıyor;

“ İsmail yaşamı boyunca kutsal evin hizmetinde bulundu. 130 yaşında ölünce Hicr’e, anası Hacerin yanına defnedildi. Kabe’nin hizmeti bilinmeyen bir süre İsmail oğulları tarafından yerine getirildi. Sonra Cürhümilerden Mudad bin Amr’a geçti. Uzun bir süre de onların sorumluluğunda kaldı. Ancak Cürhümiler zamanla hizmeti aksatınca Kabe harap olmaya yüz tuttu. Ara sıra gelen şiddetli seller nedeniyle duvarları yıkıldı. Hâttâ öyle bir zaman oldu ki, halk Kabe’nin arsasını ziyaret eder oldu.

Sonra bir dönem, Hicazın kuzeyi ile bugünkü Filistin’in güneyi arasındaki Maab bölgesinde yerleşik Amalikalıların eline geçti. Putperest idiler. Kabe’yi ikinci kez inşa ettiler. Ancak maksatları ibadet değil hacıların sırtından para kazanmaktı. Zemzem suyunu hacılara para karşılığında satıyorlardı. Ve bir süre sonra çöküp gittiklerinde Kabe yine harabe halindeydi.

Cürhümilerden Haris bin Mudad-ı Esgar Kabe’yi üçüncü kez inşa ederken, hep boş duran kapı boşluklarına kilitli iki kapı koydu. Sonra Cürhümiler de Amalikalıların yaptığı gibi yapmaya başladılar. Yabancı ülkelerden ve zenginlerden gelen hediyelere el koymaya, hacılardan ziyaret karşılığı zorla para almaya başladılar.
Sonra, Bekir oğulları kabilesi ile Mekke’ye Yemenden gelip yerleşen Huzai kabilesi birleşip, Cürhümilere karşı savaş açtılar ve Mekke’den çıkardılar. Cürhümiler kaçarken Kabe’deki bazı değerli eşyaları zemzem kuyusuna atıp üstünü kumlarla kapattılar.

Bundan sonra Kabe’nin hizmeti, yine uzun bir süre Huzai kabilesinden Gubşan oğullarının elinde kaldı. Bunlardan Huleyl’in zamanında İsmail oğullarının Kureyş kabilesinden gelen Kusay, Huleyl’in kızı Hiba ile evlendi. Kusay, Son Peygamberin beşinci batında atasıdır. Kusay’ın bu evlilikten Abd’üd Dar, Abd-i Menaf, Abd’ül Uzza ve Abd adında dört oğlu oldu. Huleyl öldükten sonra da Kabe’nin hizmeti Kusaya geçti.

Kusay Kabe’yi dördüncü kez inşa ederken, o güne kadar hep açık duran üzerine bir de çatı yapıp örttü. Ayrıca o güne kadar Kabe’nin yakınlarından ağaç kesmeyen ve yakınlarına ev yapıp oturmayan halkını, Kabe’ye daha yakın oturmaya teşvik etti. Kendisi de Kabe’nin karşısında Dar’ül Nedve denen bir ev yaptı. Bu ev meclis binası gibiydi. Memleket işleri bu evden idare edilirdi. Kusay yaşlanınca bu görevlerin idaresini büyük oğlu Abd’üd Dar’a bıraktı. Abd’üd Dar’dan sonra bu görevlerin getirdiği bazı imtiyazlar sebebiyle Kureyş kabilesi arasında ihtilaflar başladı. Vefatından sonra bu görev ve imtiyazlar kardeş çocukları arasında pay edildi. Son Peygamberin büyükbabası Haşim’e, hacılara su dağıtılmasını organize etmek ve fakir hacılar için toplanan paralarla onların karnını doyurmak görevleri verildi.

Haşim zengindi. Biri kışın Yemene, diğeri yazın Suriye’ye olmak üzere yılda iki kervan çıkarırdı. Şama gittiği bir seferde Gazze’de öldü. Oğlu Şeybe o sıralarda küçüktü ve Medine’de Neccar oğulları olarak bilinen dayılarının yanında kalıyordu. Haşim'in Kabe ile ilgili görevlerini küçük kardeşi Muttalib üstlendi ve Medine’deki yeğeni Şeybeyi alarak Mekke’ye getirdi. Şeybeyi tanımayanlar Muttalib'in kölesi zannettiler. Bu nedenle küçük Şeybe, Muttalib'in kölesi anlamına gelen Abd’ül Muttalib olarak çağırılır oldu. 

Amcası Muttalib'in ölümünden sonra bu görevleri Abd’ül Muttalib devraldı. Cürhümilerin yıllar önce kaçarken kapattıkları zemzem kuyusunu bulup açtıran ve kuyuya saklanan altından iki geyik heykeli ile kılıç, zırh gibi birtakım değerli eşyayı bulup çıkaran odur. Hübel putunun karşısında çekilen kurada, heykeller Kabe’nin eşyalar onun oldu. Abd’ül Muttalib'in on oğlu oldu. En küçüklerinin adı Abdullah’tı. Son Peygamber, işte bu Abdullah’ın oğludur.

Abdullah, yirmi iki yaşında çok genç öldü. Oğlu Muhammedi göremedi. Altı yaşında iken annesi Amine’yi de kaybeden Son Peygamber, dokuz yaşına kadar büyükbabası Abd’ül Muttalib'in yanında, onun ölümünden sonra da büyük amcası Ebu Talib'in yanında büyüdü.


Töreler mirası büyüğe bıraktığı ve babası da çok genç öldüğü için, Son Peygamber ne dedesinin malından, ne de Kabe’deki görevlerin getirdiği ayrıcalıklardan hiç yararlanamadı.” 3

Bu bilgilerden sonra, Son Peygamberin cehennemde gördüğü Amr bin Luhay’ı ve Mekke’nin cehaletini biraz daha yakından tanıyabiliriz. Hadisin ekinde şunlar anlatılıyor;

“ Yemen, Saba melikesi Belkıs’ın güzel ülkesi. Güneşe taparlarken kraliçeleri Belkıs’la birlikte Haz. Süleyman’ın dinine girdiler. Belkıs, Sebe olarak da bilinen büyük yerleşim merkezi Merib’de iki dağın arasına taş, kum ve zift ile büyük bir baraj yaptırdı. Yağmur suları ve çevredeki dereler bu barajı doldurdu. Bu suyla sulanan Sebe bahçeleri cennet bahçeleri gibi oldu. 

Bir zaman sonra Sebe’liler nankörlük etmeye başladılar. Süleyman’dan sonra gelen Peygamberlerden yüz çevirdiler. Fakat baraj bir gün yıkıldı ve sel suları Sebe bahçelerini mahvetti. Susuz kalan Sebe bahçeleri kurudu. Sebeliler boy boy etrafa göç etmeye başladılar. Cefne kabilesi Şama, Lahm oğulları Irak’a, Evs ile Hazrec kabileleri Medine’ye, Huzai kabilesi ise Mekke’ye yerleşti.
Huzaa, bir şeyden ayrılan parça demektir. Ebu Hüreyre’nin naklettiğine göre, Kabe’de Haz. İbrahim’in bildirdiği tevhit inancını ilk bozan ve putları ilk diken Huzailerden Amr bin Luhay oldu. 

Amr bir ara Şama gitmişti. Yolu üzerindeki Maab şehrinde Amalikalıların bazı putlara taptıklarını gördü. Bu putlardan kuraklık zamanlarında yağmur, savaş zamanlarında yardım isteniyordu. Onlardan aldığı Hübel isimli bir putu getirip Kabe’ye dikti ve halkı bu puta ibadet etmeye çağırdı. Daha sonra Lat putunu da getiren ve Saibe, Bahire, Vasi, Ham gibi isimlerle bilinen hurafe adakları icat eden odur. Ancak Huzaa oğulları çok iyi idareci idiler. Amr’ın her hac mevsiminde on bin deve kestiği, on binlerle elbise dağıttığı söylenir. Bu nedenle, kurdukları hurafelerle dolu yönetim biçimi üç yüz yılı aşkın bir süre devam etti.”

Peki, yönetim Huzailerden son Peygamberin atası Kusay’a, yani Kureyş kabilesine geçtikten sonra işler düzelmiş mi?

Hayır! İbrahim’in inşa ettiği Kabe hâlâ duruyordu ama inşa ettiği anlayış kaybolmuştu, bulunamıyordu. Kabe her yıkıldığında tekrar yapılabiliyordu ama, toplumların anlayışını yapılandırmak kolay değildi. Doğru bilgi, taş gibi kolay bulunan bir nesne değildi. Bu nedenle düzen eskisi gibi devam etti. Hâttâ biraz daha bozularak.

“ Kureyşliler Yemen kralı Ebrehe’nin Mekke’yi kuşatmasından biraz önce ya da biraz sonra, tarihte Hums diye bilinen yeni bir adet ortaya koydular. Hums, Arapça hamaset, yani kahramanlık kökünden bir kelimedir. Bunlar;
- Biz İbrahim evladıyız, Mekkeliyiz ve Kabe’nin sahibiyiz. Diğer Arap kabileleri bizim sahip olduğumuz şeref ve haysiyete sahip değillerdir. Bu nedenle biz sahip olduğumuz bu şerefin itibarını korumalıyız. İbadet ve ziyaret yerlerine halk ile birlikte yan yana omuz omuza gidip gelmek bizim kıymetimizi düşürüyor, diyorlardı. 

Böylece Kureyşliler Haz. İbrahim tarafından konulduğunu bildikleri halde Arafatta vakfe etmeyi tereddüt etmeden terk ettiler. Halk topluca Arafatta dururken, onlar Müzdelifeye gider orada dururlardı. Kinane oğulları, Amr oğulları, Sakif ve Huzailer de bu konuda onlara iştirak ettiler.

Daha sonra bununla da kalmayıp, Mekke dışından ziyarete gelen hacılara yeni kurallar getirmeye başladılar. Dışarıdan gelen her hacı, Kabe’yi ancak asilzadelere mahsus yeni ve güzel bir elbise ile ziyaret etmeliydi. Kim günlük elbisesi ile ziyaret ederse, artık o elbise günahla kirlenmiş sayılır, atılırdı. Artık kimse giyemezdi. Niyetleri belki sadece ibadete hürmeti arttırmaktı ancak sonuçları iyi olmadı. Halk fakirdi. Bu kuralın bir sonucu olarak, ziyaret için yeni ve güzel bir elbise bulamayanlar çıplak ziyarete mecbur edildiler.

Kendilerini ayrıcalıklı saydıkları için, hac günlerinde evlerine ve bahçelerine her zamanki gibi kapılarından girip çıktıkları halde, halktan kimselere günah ve haram sayarlardı. Zavallı halk hac günlerinde günaha girmek korkusu ile kendi evlerine bile kapıdan giremez, ya arka pencerelere koydukları bir merdivenden, ya da arka duvarda açtıkları bir delikten girerlerdi.” 4

Mekke’deki cahillerin anlayışsızlığından söz etmeye çalışıyordum, oysa dönüp baktım hep tarihten söz ediyorum. Neden?

Gözüme ilişen örnekler her toplumda görülen sıradan şeylerdendi ve onlardan söz etmek istemedim. Bugünkü din anlayışımız Mekke’nin cahillerinden daha da kötü bir haldeyken, eski Mekkelileri anlayışsız olmakla suçlamak haksızlık olmaz mıydı?

İsterseniz Mekke’yi geçip biraz da Medine’nin cahillerinden söz edelim. Bakalım anlayışları Mekke’nin cahillerinden daha mı yüksekmiş?

*

Müslümanlar mescitlerin ve evlerinin yanı sıra, yeryüzünde temiz olan her yerde namaz kılabilirlerdi. Bazen çölde bir kayalığın yanında, bazen de çalışırken tarlanın kenarındaki bir ağacın altında. Ve böyle, önünde duvar olmayan açık bir yerde namaz kılarken önlerine sütre denen bir engel, bir işaret koyarlardı. Namaz kılındığını anlatmak ve gelip geçenleri uzak tutmak üzere. Bu bazen bir kargı sapı olurdu, bazen de bindikleri bir hayvanın semeri. Bunu Peygamberden böyle görmüşlerdi. Ve eğer böyle bir engel olmazsa, bazı şeyler namazı bozabilirdi. 

Mesela neler?

Peygamberden sonra bu konuda Müslümanlar arasında ihtilaf doğmuştur. Ebu Zer’in bir hadisini esas alan kimilerine göre köpek, eşek ve kadın, kimilerine göre bunlara ek olarak domuz, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler, kimilerine göre köpeğin sadece kara olanı, kimilerine göre kara köpekle birlikte ay halindeki kadın! 5

Bütün bunlar Peygamberin ölümünden hemen sonraki yıllarda konuşulmaktadır ve Müslümanlar, namazın ne olduğunu anlayıp bitirmiş gibi nasıl bozulacağını tartışmaktadırlar. Bu manzarayı gören ve namazın bozulmasının dikkat dağılması demek olduğunu bilen Haz. Ayşe haklı olarak sinirlenir,

“ - Sizler biz kadınları köpek veya eşekle bir mi tutuyorsunuz? Yemin ederim ben sedirin üstünde yatıyor olurdum da, Peygamber gelip sedirin ortasına doğru namaza dururdu. Hâttâ kalkmak isterdim de, dikkatini dağıtmamak için sedirin ayak ucundan sıyrılıp çıkardım.” 6

Halk kara köpeğin çoğu kere aniden ısırdığı için namazı bozduğunu iyi anlamış, ama kendi kötü huylarımızın da bu kara köpeğe benzediğini düşünemedikleri için, köpeğin yanına başka ilgilerini eklemekte sakınca görmemişlerdir.

Peygamberden sonra başlayan bozulma namazdan ibaret kalsa ya, ama kalmaz. Peygamberin Kabe’yi anlatırken söylediği bir söz var;

“ Kıbleye doğru abdest bozmayın, arkanızı da dönmeyin.” 7

Fakat Kabe’yi taştan, abdesti sudan ibaret zanneden bazı yeni Müslümanlar için Kabe kadar Kudüs’teki Mescid’ül Aksa da kutsaldır ve insanlar nereye döneceklerini şaşırmışlardır. Haz. Ömer’in oğlu Abdullah şaşkınlığı fark eder ve bozulan anlayışları düzeltmeye çalışır,
“ Şimdi bir takım kimseler, helaya girdiğin zaman ne kıbleyi ne de Mescid’ül Aksa’yı karşına alma diyor. Halbuki ben bir gün bizim evin damına çıkmıştım da, Peygamberin helaya girdiğini ve Mescid’ül Aksa’ya doğru iki kerpiç üzerinde oturduğunu gözlerimle gördüm.” 8

İşte bu bozulmalara bir örnek daha!

“ Abdullah bin Ömer, kadınlara yıkandıkları zaman saç örgülerini açmaları gerektiğini söylüyordu. Bu haber kendisine ulaştığında Haz. Ayşe şöyle dedi,
- Ömer’in oğluna hayret doğrusu? Kadınlara başlarını çözmelerini emrediyormuş, bari bir de tıraş olmalarını emretseydi! Ben ve Peygamber aynı kaptan beraberce yıkanırken başıma üç kere su dökmekten başka bir şey yapmazdım da, Peygamber müdahale edip örgülerini de çöz demezdi.” 9
Ömer’in oğlu bir yerde düzeltmeye çalışırken, temizlik konusundaki hassasiyeti nedeniyle farkında olmadan başka bir yerde bozulmaya neden olmaktadır.

Ve o günlerde biri daha vardır ki, Abdullah bin Ömer’in bu hassasiyetini aşırılığa vardırmaktadır;

" Ebu Musa el Eşari sıçrayan sidik konusunda aşırı titizlenir, ayakta su dökülmesini hoş görmez, hâttâ serpinti dokunmasın diye bir kabın içine su dökermiş. Bununla da kalmaz şöyle dermiş;
- İsrail oğulları zamanında birinin elbisesine sidik bulaşacak olsa, bulaşan yerini keserdi.
Peygamber sırrının sahibi Ebu Huzeyfe bunu duyunca irkilir;
“ - Ah, keşke bu kadar ileri gitmiş olmasaydı! Çünkü ben bir defasında Peygamberi bir mahallenin çöplüğünde ayakta su dökerken gördüm. Sonra benden su istedi ve abdest aldı." 10

Ebu Huzeyfe’nin ah ettiği kadar vardır. Çünkü anlayışlar davranışları doğurmaktadır ve kişisel anlayışlarımızın din olarak yansıması doğru din anlayışını hırpalamaktadır. Çünkü söylenen sözün asıl sahibi Peygamberdi ve anlatmak istediği asla bu değildi. Söylediği şuydu;
“- Çok eski zamanlarda İsrail oğulları temizliğe çok dikkat ederlerdi. Hâttâ birinin elbisesine sidik bulaşacak olsa bulaşan yerini kesip atarlardı. Sonra, ileri gelenlerinden bir adam onları bu titizlikten vazgeçirdi. İşte o adam, iyi bir alışkanlığın kaybına neden olduğu için günah işlemiş oldu.”

Farklı anlayışların doğurduğu bu tahribatın nerelere kadar uzandığını anlatan iki örnek daha okumamı ister misiniz?

İşte birincisi;
“ Müemmel bin İsmail, bir gün bir şeyhten Kuran’ın faziletleri hakkında Übeyy bin Kâb’a atfedilen bir hadis dinlemiş. Ona,
- Bunu sana kim söyledi? diye sormuş. O da,
- Medâin şehrinde halen hayatta olan bir şeyh, demiş. Müemmel Medâin’de o şeyhi bulup, aynı soruyu ona sormuş. O da, Vâsıt şehrindeki başka bir şeyhi haber vermiş. Müemmel işin peşine düşüp Vasıt’taki şeyhe ulaşmış. O, Basra’daki bir şeyhi, Basra’daki de Abbadan’ daki birini haber vermiş. O da Müemmel’in elinden tutmuş ve aynı şehirdeki başka bir cemaatin şeyhine götürüp,
- İşte, bu hadisi bana söyleyen bu kimsedir, demiş. Müemmel şeyhe sormuş,
- Bu hadisi sana kim söyledi? Şeyh cevap vermiş,
- Bunu bana söyleyen hiçbir kimse yok! Lakin ne yapalım ki halk Kuran okumaya o kadar rağbet etmiyor. Biz bu hadisi onların kalbini Kuran’a yöneltmek için söyledik.” 11

Bu da ikinci örnek,

“Bazı dilenci kılıklı ve para düşkünü kimseler bazı gerçek hadislerin aktaranlarını ezberlemişler, çarşıda, pazarda, camide onlar adına uydurdukları hadislerle halkı duygulandırıp dünyalık bahşiş toplamakta imişler. Bir defasında, imam Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin Bağdat’taki Rüsafe mescidinde namaza girmişler. Minberde bu türden bir vaiz,
- Ahmet bin Hanbel ve Yahya bin Mâin dediler ki, diye başlayan ve ucu Peygambere dayanan bir silsileyi saydıktan sonra,
- Kim Lailaheillallah derse, Allâhü Tealâ her harfinden bir kuş yaratır ki, gagası altından, tüyü mercandan…diye devam eden ve sayfalar tutan bir hikaye anlatmaya başlamış. Ahmet ile Yahya birbirlerine bakıp,
- Bunu bu adama sen mi anlattın? diye birbirlerine sormuşlar. Her ikisi de,
- Vallahi bu saate kadar böyle bir şey duymadık, deyince de susup beklemişler. Vaaz ve nihayet namaz da bittikten sonra Yahya eliyle işaret etmiş. Adamcağız bahşiş verecek ümidiyle koşup gelmiş. Yahya sormuş,
- Bu hadisi sana kim söyledi? Adam cevap vermiş,
- Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin. Yahya bu defa,
- Yahya bin Mâin benim, Ahmet bin Hanbel de bu! Biz, hadis olarak ömrümüzde böyle bir şey duymadık. Eğer uyduracaksan, bizden başkasının ağzından uydur! demiş. Adam sormuş,
- Yahya bin Mâin sen misin? Yahya,
- Evet, demiş. Adam,
- Bana Yahya bin Mâin’in ahmak olduğunu söylerlerdi de inanmazdım. Şimdi anladım ki doğruymuş. Yahya sormuş,
- Neden? Adam,
- Sanki dünyada sizden başka Ahmet bin Hanbel ile Yahya bin Mâin yokmuş gibi konuşuyorsun. Ben bu adamdan başka on yedi Ahmet bin Hanbel’den daha hadis yazmışımdır, deyince Ahmet bin Hanbel utancından elleriyle yüzünü kapamış.” 12

Başka..?

Doğrusunu isterseniz şimdi anlatacağım aşağıdaki hatırayı, çalışmanın notlarını topladığım bu âna kadar ben de bilmiyordum. Okuduktan sonra içim burkuldu, bir tuhaf oldum. Bakalım şimdi duyacaklarınıza inanabilecek misiniz? Bize sürekli Kabe’den ve kıbleden söz eden sevgili hocalarımıza ithaf olunur;

“ Peygamber, bazılarının helada kıbleye doğru dönmeyi problem haline getirdiğini görünce şöyle buyurdu;
- Birilerinin şu kıbleye dönme meselesini saptırdığını görüyorum. Abdest bozmak için kullandığım helayı kıble yönüne döndürün!” 13

*

İnsanlar anlayışsızdı ve Son Peygamber bu anlayışsızlığın farkındaydı. Hâttâ bazen öylesine anlayışsız oluyorlardı ki, Peygamber tüm nezaketine rağmen dayanamıyor, bu gerçeği şu cümlelerle dile getiriyordu...

“ - İnsanlar büyük bir deve sürüsüne benzer ki, içlerinden işe yarar bir tane bile bulamayacak gibi olursun.” 14

Ve O bu anlayışsızlığı şuna benzetmektedir;

“ - Bir sohbette oturup değerli sözler dinleyen, sonra da bu sohbetten bahsederken işittiği şeylerin sadece değersiz kısımlarını anlatan bir kimse şu adama benzer ki; adam bir çobana gelip, ey çoban süründen bana bir koyun ver, der. Çoban da, git en iyisini tut al der. Buna rağmen o gidip sürünün köpeğini tutup alır.” 15

Peygamber bu nedenledir ki, aklı erenlere şu tavsiyede bulunur;

“ İnsanlara akıllarının almayacağı bir şey söylerseniz, onları şaşırtıp karışıklık çıkarmalarına neden olursunuz.” 16

Haz. Ali de aynı kanaattedir;
“ İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulünün yalancı yerine konulmalarını ister misiniz?” 17

*

Ey inananlar! Allah ve Resulünü yalancı yerine koymamı ister misiniz..? İstemezseniz, iman et diye bağırmayı bir tarafa bırakın da bana anlayabileceğim şeyler anlatın.

Bağırsakların yerlerde süründüğü cehennemden vazgeçtim, aradığım görünmez Allah’ın nerede saklandığından da vazgeçtim, bana Peygamberin anlatmak istediği Kabe’yi ve kıbleyi anlatın.
Söyleyin Kabe ne demek, biliyor musunuz? Yoksa yine mi iman!
Peki öyle olsun, sizin hatırınız için biraz daha çalışacağım.

***

Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 234
2 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 9 120
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 13
4 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 6 32
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 441
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 446
7 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 138
8 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 139
9 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 2 284
10 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 178
11 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 284
12 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1982 1 291
13 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 201
14 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 1 515
15 Mürşid 2.0 CD Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Hadis no : 7233
16 Sahih-i Müslim Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 Mukaddime 5
17 Sahih-i Buhari Mürşid 2.0 CD Turan Yazılım / 1997 İlim 49